16/08/2012 | Yazar: Erdal Partog

Bu toplumsal akıl yarılmasından özgürlükçü bir anayasanın çıkması teorik ve pratik olarak zor görünüyor.

Toplumsal aklın bölünmesi; Genel Ahlak ve Etik Sorunu

Türkiye’de yeni anayasa yapım sürecinde yaşananları basit iktidar oyunları ile açıklamamız olduk zor. Çünkü bu toplumsal akıl bölünmüşlüğünün tarihi oldukça derinlerde yatıyor. İslam düşün dünyası ile modern cumhuriyetçiler arasındaki çatışma bunun zeminini oluşturuyor. 

Ancak son 30 yılda kendilerine muhafazakâr diyen kesimler cumhuriyet ideolojisi karşısında güçlü bir çıkış yapmıştır. Son on yılda da AKP öncülüğündeki muhafazakârlar sadece hükümet değil aynı zamanda devletin asıl sahiplerinin kendileri olduğunu açık açık ifade eder duruma gelmişleridir. Yani devletin militarist laik ve ulusalcı kanadı yerini Müslüman, liberal ve kökten muhafazakâr kadına bırakmıştır.
 
Bu son süreçte AKP, pozitif hukuk yanlılarını geriletirken kendince bir hukuk anlayışını yani tabii hukuk anlayışını da hayata geçirme fırsatı da yakalamıştır. Özellikle anayasa talepleri arasında yer alan genel ahlak ibaresinin anayasadan çıkarılması ya da kişi hak ve özgürlüklerini sınırlandırmayacak bir şekilde tanımlanması talebi AKP ve MHP tarafından demokratik hukuk devleti ilkelerine göre değil İslam siyaseti ve hukuku ilkelerine göre değerlendirilir olmuştur. Etiği değil ahlakı temel kabul etmişleridir.
 
‘Ahlak’ Arapça olup ‘hulk’ kelimesinin çoğuludur. ‘hulk’ ise yaradılış ya da yaratılan şeyler anlamında kullanılır. Nitekim bugün kullandığımız ‘halk’ kelimesi de yine aynı kökenden gelir. Burada ‘hulk’ kelimesinin tesadüfî bir anlamlandırma biçimi olmadığını görüyoruz. Çünkü kelimenin anlamı ile İslami değerler örtüşür. Ahlak, teolojik bir yerden yaratılış doğasını destekler.
 
Bu doğa Hıristiyan teolojisinde olduğu gibi insanın doğuştan günahkâr olması ya da Hobbes’un ‘insan insanın kurdudur’ gibi çıkarsamaları ile örtüşür. Nitekim İslam da benzer bir yaratılış fıtratını esas alır.
 
Diğer tarafta ‘etik’ kelimesi Yunanca bir kelime olup, iyinin ve iyi olanın doğasını anlamaya çalışan bir felsefe dalıdır. Bu nedenle bilim dünyasında etik kavramının ahlak kavramını kapsadığı kabul edilir. Özellikle siyaset ve felsefe düşünürleri de bu ortak temelden hareket ederler. Ancak bu konuda batıda da bilim insanları arasında tartışmaların tamamen durulduğunu söyleyemeyiz. Tabii ki batıda bizim ahlak olarak kavramsallaştırdığımız şeyi batılıların ‘morals’ kavramı üzerinden tartıştığını da unutmamak gerekir.
 
Batı geleneğinde kavramların bu şekilde net bir şekilde ayrıştırılması ve günlük hayatta da toplumsal sorunların aynı temel kavramlar üzerinden tartışılması tabii ki tarihi bir sürece, yani dinin felsefeden ve siyaseten ayrıştırılmasına kadar uzanır. Hal böyle olunca dil de aklın özgür bir yansıması olarak vücut bulur.
 
Ancak Türkçe dil tarihine ve Türkiye Cumhuriyeti tarihine baktığımızda felsefi, siyasi ve hukuki olarak dilin hâlâ teolojinin hâkimiyeti altında olduğunu görebiliriz. Bu aynı zamanda felsefenin, siyasetin ve hukukun da zaman zaman teolojinin etkisi altında olduğunu gösterir.
 
Bu tarihsel durum felsefede ya siyasette ortak kavram dayanaklarının Türkçe açısından ortaklaşmadığını da gösterir. Dil mantığı ve felsefesi açık bir teolojik ve ideolojik hâkimiyetin emarelerini gösterir. Bu nedenle Türkiye’de dilin kaynağı dil felsefesinin bir ürünü değil daha çok teolojik bir dünyanın ya da modern cumhuriyet ideolojisinin ürünü olarak dolaşıma girer.
 
Nitekim AKP iktidarının yeni anayasa sürecinde görevlendirdiği hukukçular da bu yarılmanın bir tarafı olarak, tabii (doğal) hukuk yanlısı olduklarını tutum ve davranışları ile açık ederler. Özellikle anayasada kişi hak ve hürriyetlerini sınırlandıran ‘genel ahlak’ ibaresinin kaldırılmasına şiddetle karşı çıkarlar.
 
Çünkü İslam geleneği hem siyasi hem de hukuki olarak Kuran-ı Kerim dışında başka bir kaynak kabul etmediği için etik denilen batılı bir kavramı da kabul etmez. Yani etik üzerinden iyinin ne olduğu değil Kuran-ı Kerim üzerinden iyinin ne olduğu tanımlanır.
Bundan dolayı muhafazakâr AKP bu kökenine sadık kalarak genel ahlak kavramına sıkı sıkı sarılır. AKP aynı yerden anayasanın eşitliği düzenleyen maddesine cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ibarelerini demokratik hukuk devleti adına değil, İslami kurallar adına kabul etmez. Bu yüzden İslam geleneği kaynağını Allah’tan, yani onun kutsal kitabından alır. Anayasada geçen ahlak kavramı da aynı yere referansla savunulur.
 
İslam düşünürleri batılı olarak ileri sürdükleri etik yaklaşımın insanı esas aldığını, bir anlamda insanın Allah yerine konulduğunu ileri sürerek bu durumun İslam açısından kabul edilemez olduğunu ileri sürerler. Bunun için hem siyasetin hem de hukukun İslam dairesi dışında değil içinde tartışılabilecek bir şey olduğunu, bu tartışmanın da gideceği en son yerin Kuran-ı Kerim olduğunu işaret ederler. Bu nedenle Türkiye İslami geleneği ahlakın kaynağını tartışmayı bir küfür sayar.
 
16. Yüzyılda yaşamış olan felsefeci Spinoza, din üzerine(Tevrat) yazdığı ‘Teolojik-Politik İnceleme’ adlı kitabının bir bölümünde Türkler hakkında şunları ileri sürer; ‘onlar tartışmayı bile küfür sayar ve her insanın kişisel yargısını öylesinde çok önyargının boyunduruğu altına alırlar ki, sağlıklı akla zihinde hiç yer bırakmazlar…’
 
Yine Ali Şeriati ‘İslam Nedir’ adlı kitabında şunu söyler; ‘Daha sonra Türkler gelip taassubu getirdiler, düşüncenin ve fikirlerin kapısını tamamen kapattılar.’
 
Ancak Ali Şeriati’nin düşüncenin ve fikirlerin kapısının kapanmasının nedeni sanki Türklermiş gibi algılar oysaki ki sorunun İslami yasalardan kaynaklandığı göz ardı edilir. 
 
Nitekim İslam kaynakları da düşünceyi ve fikirleri hâkim kılmak için tartışmayı değil istişareyi caiz bulur. Bu durum sadece Türkler için değil Araplar için de geçerlidir. Tıpkı ahlak kavramı tercihlerinde olduğu gibi burada da durum teolojik bir zorunluluktur. İstişare kelimesinin anlamına uygun hareket ederler. Anlamı danışmak ve fikir sormaktır.
 
Peki kime danışacaksın ya da fikir soracaksın? Tabii ki İslam konusunda ileri gelenlere sormak caizdir. Bunlar imamlar da olabilir, ilahiyat profesörleri de. Nitekim meclis başkanından sırdan vatandaşa kadar birçok sorun dini âlimlere sorularak cevaplandırılır. Cemil Çiçek, cem evi konusunda diyanetin görüşünü esas alır. Yine genel ahlak konusunda da benzer bir tutumu gösterir. Yani bugünkü meclis, -bırakın sıradan vatandaşı- milletvekilleri için bile AKP iktidarının istişare meclisine dönmüş görünüyor.
 
Bu da bize gösteriyor ki toplumsal akıl bölünmesinin sadece ahlak ve etik arasında değil aynı zamanda tartışma ve istişare arasında da yaşandığını gösteriyor. Yani Türkiye’de hem dil hem de akıl tamamen iki kampa bölünmüş görünüyor. Dilin zihindeki karşılığı birinde Allah’ı işaret ederken diğerinde modern devleti işaret ediyor. Burada Allah’ı işaret eden dil aklın özgür hâkimiyetini değil teolojinin hâkimiyetini esas alırken diğeri modern devleti esas alıyor. Her ikisi de çoğulcu değil tekil olanı karşındakine dayatıyor.
 
Hal bundan ibaret olunca dil felsefesi bile olmayan bir toplumda genel ahlak gibi kavramlar teolojik bir mirastan süzülerek maalesef hukuki bir terime dönüşüyor. Pozitif hukukçu olup olmadığını bile fark etmeyen muhalif milletvekilleri dil ve hukuk felsefesinden yoksun oldukları için meclis anayasa uzlaşma alt komisyonunda yetersiz kalıyor. Anayasa uzlaşma alt komisyonu demokratik hukuk devletinin ilkelerine göre değil AKP’nin istişare meclisi mantığının hâkimiyeti altına işliyor.
 
Bu toplumsal akıl yarılmasından özgürlükçü bir anayasanın çıkması teorik ve pratik olarak zor görünüyor. Çünkü her iki yaklaşım da hukukun temel iki yaklaşımı olan tabii hukuk ve pozitif hukuk kurallarını aşabilecek bir yerde durmuyorlar.
 
Her iki yaklaşım da insanın yaratıcı potansiyelini geçmişte olduğu gibi bugün de yasaların, sözleşmelerin ya da kutsal kitapların kurallarına göre yönetmek istiyor. Tarihten hiç ders almamışçasına herkes kendini üstün görüyor. Üstünlük ve kibir ise korkuyu ve savaşları getiriyor. Siyaset, felsefe, hukuk ve dil korkunun gölgesinde yitip gidiyor.
 
Çünkü onların vicdanı özgür bir akılın hâkimiyeti alında olan insanlarınki gibi işlemiyor. Onların vicdanları yasalar, sözleşmeler ve ayetler tarafından köleleştirilmiş görünüyor. İşte bütün bunları aşmak ise aklı kölelikten kurtarmakta geçiyor. Demokrasiye özgür etik aklı egemen kılmakta geçiyor.

Etiketler:
İstihdam