21/11/2014 | Yazar: Rahmi Öğdül

Bizi doğadan ayıran duvarlarla çevrili yerleşim alanları içinde, gölge-bedenlerimizi de konturların içine hapsedip üzerlerini kültürel desenlerle donattık.

İnsanı ya da figürü kazıyın, altından gölge çıkacaktır. İnsanlık tarihi ile resmin tarihi ortak bir şeyi paylaşıyor: Gölge. Her ikisi de gölgeyle başlamışlar yaşamlarına. Tarihçi Yaşlı Plinius (İ.S. 23-79) resmin kökenlerini gölgeye dayandırıyordu: “Resim bir insanın gölgesinin etrafına kontur çizilerek kopyasının bir yüzeye çıkarılmasıyla başlamıştır” diye yazıyor ‘Doğa Tarihi’ kitabında. Carl Jung ise insanı “persona” ve “gölge” olarak ikiye ayırıyor ve “persona”yı uygarlaşma sürecinde ortaya çıkan ve toplumsal ilişkileri yürütmeye yarayan bir maske olarak tanımladıktan sonra “gölge”nin, insanın uygarlık öncesi, doğayla ilişkili yönü olduğunu vurguluyor. Resmin kökeni olarak gölge ve insanın doğaya gömülü olan yönü gölge; her ikisi de uygarlaşma sürecinde benzer işlemlere maruz kalarak toplumsal olarak inşa edilirken, gölgenin yüzeyi tenin dokusuyla, ayrıntılarla, giysilerle, davranış kalıplarıyla örtülmüş ve gölge görünmez kılınmıştır. Platon da meşhur ‘Mağara Meseli’nde mağarada tutsak olan insanların gölgelerle oyalandıklarını, oysa hakikate, yani idealar dünyasındaki formlara ancak mağaradan çıktıklarında ulaşabileceklerini söylediğinde gölgeyi hem onaylıyor hem de aşkın idealar lehine gölgeden kurtulmamızı tavsiye ediyordu. Ama insanı kazıdığımızda, tüm örtülerinden soyduğumuzda gölge çıkacaktır altından.
 
Fabrizio Cornelli
 
Yaşlı Plinius bir mitten yola çıkarak resmin kökenini gölgeye dayandırmıştı. Otuz yılı aşkın bir süredir desen ve resim yapan Bertrand David, Üst Paleolitik Çağ (İ.Ö. 40.000 – 10.000) mağara resimlerinin gizemini çözmeye çalışırken yine gölgeye ulaşmıştır. İnsanın resim yapma serüveni 40.000 yıl önce başladı. Keşfedilen resimli mağaraların en eskisi Fransa’daki Chauvet Mağarası. David, desen bilgisine dayanarak Üst Paleolitik dönemde yaşayan avcı toplayıcıların, mağaraların derin kısımlarına yaptıkları usta işi resimlerin gizemini nasıl çözdüğünü, “İnsanlığın En Eski Muamması” başlıklı kitabında anlatıyor (çev. İnci Malak Uysal, Can Yayınları, 2013). Hiçbir hava akımının olmadığı, kandillerle aydınlatılmış bir ortamda, duvarların pürüzlü olmasına rağmen, mükemmel düzgün çizgiler çizerek hayvan figürleri yapan bu insanların usta bir ressam olamayacaklarını, bu resimlerin ancak mağara duvarına yansıtılan kilden ya da fildişinden hayvan heykelciklerinin gölgeleri etrafında kontur çizilerek elde edilebileceklerini deneyler yaparak kanıtlamış. Çizilen resimlerin konturlarında, duvarların girinti çıkıntısına rağmen en küçük bir sapma olmaması, buna karşın hayvan figürlerinin üzerindeki göz ve kas çizgileri gibi detaylarda hata yaptıklarının görülmesi, gölgelerin konturlarından yararlandıkları hipotezini güçlendiriyor. Gölge-bedenler olarak yeryüzünde dolaşırken, gölgeyi yakalayıp duvarda sabitlemeyi öğrenen ilk insanlar, daha sonra yerleşik hayata geçtiklerinde kendi gölgelerini ve bedenlerini de konturlarla çevirerek sabitleyeceklerdi. Sabitlenen gölgeler ve bedenlerin üzerleri uygarlaşma sürecinin aşamalarına bağlı olarak toplumsal inşalarla tabaka tabaka örtülürken, gölge kaybolacak ve bir daha hiç hatırlanmak istenmeyecektir.
 
Carl Jung uygarlık öncesi, doğayla ilişkili yönümüzü “gölge” olarak adlandırmıştı; yüzeydeki “persona”nın altında uzanan doğayı, yani “gölge”yi bastırdıkça, üzerine maskeler giydirdikçe uygarlaştık. Bizi doğadan ayıran duvarlarla çevrili yerleşim alanları içinde, gölge-bedenlerimizi de konturların içine hapsedip üzerlerini kültürel desenlerle donattık. “Persona”larımızın altında uzanan “gölge”, tüm insanlığı doğayla ve birbiriyle ilişkilendiren kolektif yönü temsil ediyor. O yüzden yeryüzünde kendi gölgemizi yitirmemiz, aynı zamanda resim sanatının başlangıcında bir yüzeyde yakalanan gölgenin, kalın konturlarla doğadan ve diğer insanlardan kopuşuyla da örtüşüyor. Konturlarla kapatıp üzerini detaylarla örttükçe yitirdik gölgemizi ve doğadan kopuk kapalı mekânların içine daha fazla yerleştik.
 
Yapay olarak ışıklandırılmış ve iklimlendirilmiş İstanbul Kongre Merkezi’ndeki Contemporary İstanbul’da dolaşırken gölgelerimiz yoktu. Ama duvarlara vuran gölgeler gördük. İtalyan sanatçı Fabrizio Corneli’nin formlara dönüştürdüğü gölgelerden yaptığı duvar resimleri. Kolektif yönümüzü temsil eden, kimliksiz, karanlık gölgeyi Carl Jung bilinçdışı yönümüzle de ilişkilendirmişti. Corneli’nin duvara yansıyan gölge resimlerindeki matematiksel olarak özenle hesaplanmış gölgeler, bilinçli bir çabayla kimliklendirilmişler oysa. Corneli’nin, titizlikle biçimlendirdiği ve duvara yerleştirdiği metal parçaların gölgeleri tüm detaylarıyla figürler halinde duvara yansıtıldığında, gölge artık bizi korkutmuyor, evcilleştirilmiştir. Tıpkı otoyolların kenarlarındaki duvarlara dikey bahçeler yaparak doğayı evcilleştirmemiz gibi, en doğal yanımız olan ve ürktüğümüz gölgeler de duvarlarda gölge bahçelerine dönüşmüşler. Taoculuğun temel metni olan Tao Te Ching’de, “Işığı bilen ama kendini karanlıkta tutan kişi dünyanın ölçüsüdür” diye yazıyor. Artık gölgelerimizi de yitirdiğimize göre dünyanın ölçüsü kaçmış demektir. 

Etiketler:
nefret