20/11/2015 | Yazar: Emre Dursun

Onun, 1991’de başını kaldırıp Meclis Başkanı’na baktığı kısacık an, bu memleketin en kanlı kavgasının tam ortasına, o yazmanın temsili olarak atılışıdır aslında.

Büyük İskender, hayli uzun ve meşakkatli olan büyük Doğu Seferi’ne çıkmadan evvel Troya’ya uğrar. “İlyada”yı okuduktan sonra bir tür ‘manevi atası’ ilan ettiği Aşil’in mezarını ziyaret eder. Ardından daha da güneye iner, Karya’da ayaklanmış kimi şehir devletlerini himayesine alıp, Batı Anadolu’da sükûnet sağladıktan sonra radikal bir rota izler ve tekrar kuzeye tırmanarak Frigya’ya yönelir. Başkent, Gordion’a.

Doğrusu, Yunanlılar bu ‘efsane’ işini iyi beceriyorlar... Gordion’a dair söylenceye göre; Frigya’da meşhur bir kahin, halka, şehre öküz arabasıyla giren ilk kişiyi kral ilan etmelerini salık verir. Frigler bu nasihati yerine getirerek, Midas’ın oğlu Gordios’u Frigya’nın kralı olarak kabul ederler. Gordios, kente girdiği, şaşırtıcı krallığının yegâne alameti olan kağnıyı tanrılar tanrısı Zeus’un tapınağına adar ve kağnı, tapınağın duvarına ağaç dallarından örülen karmaşık bir düğümle bağlanır ve Frigya’da yeni bir kehanet yayılır: Bu düğümü çözen kişi, Asya’nın hakimi olacaktır. İşte, Büyük İskender’i Gordion’a kadar sürükleyen efsane de budur.

İskender, düğümü çözmek için bir süre uğraşır ama hem zamanı yoktur, hem de sabrı. Bunun üzerine kılıcını çeker ve tapınağın duvarındaki kağnının düğümünü bir hamlede kesip atar. Ardından yoluna devam edip, tam 11 yıl süren seferini sonlandırdığında Pers toprakları da, Mısır ve Hindistan da onun himayesindedir artık. Ama yola çıktığında henüz 22 yaşında olan İskender, 33 yaşındayken, Babil’de ansızın ölür ve su uyur, mitoloji uyumaz: Sıtma da dahil birçok hastalığa ya da gitgide bir Doğu despotuna dönüşmesi, hırsının peşinden askerini gözü kapalı bir şekilde sürüklemesi nedeniyle zehirlenmesine bağlanan ölümü, bu senaryolar arasında yitip giden hakikati halihazırda pek de umursamayan büyük bir kalabalık tarafından, Gordion Düğümü’nü çözmekte sabırsızlık gösterip, onu kesmesinin bir laneti olarak da yorumlanır.

Bin yıllar sonra, mitoloji işte böyle görünüyor. Peki ya Türkiye? Yüz yıllar, bin yıllar sonra bu ülke ve bu ülkenin devlet aklı nasıl görünecek sizce?

17 Kasım günü Meclis’te gerçekleşen yemin töreninde Leyla Zana’nın kürsüye gelmesiyle gelişen olaylar, TBMM tutanaklarında şöyle düzenlenmiş:

LEYLA ZANA (Ağrı) – …(x) (HDP sıralarından alkışlar)

Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türkiye milleti önünde namusum ve şerefim üzerine andiçerim.”

BAŞKAN – Sayın Zana, Sayın Zana…

(Ağrı Milletvekili Leyla Zana Genel Kurul salonunu terk etti).

Lütfen bir süreliğine konuyla ilgili tüm gördüklerinizi, duyduklarınızı ve bildiklerinizi unutun. Hiçbir şeyden habersiz, şu tutanağı böylece okusanız ne anlardınız?

Leyla Zana bir hışımla kürsüye gelip haykırmış: X!

HDP’li vekiller de bu anlamlı (!) sözü deliler gibi alkışlamışlar. Ve Zana, geldiği gibi hışımla kürsüden inmekle kalmamış, meclisi de koşarak terk edip gitmiş... He mi? Mitoloji daha akla yakın gibi...

*

X: Bilinmeyenin evrensel sembolü.

Ama HDP’lilerin alkışlamasına bakılırsa, “x”in evrensel tanımına aykırı, herhalde “yerel ve milli” olan bu tuhaf “x”i bilen birileri var mecliste ve galiba ülkede de. Yoksa neden alkışlasınlar?

Hafızamızın kapaklarını yeniden açalım: Leyla Zana’nın “X” dediği falan yok! Tutanaklarda “x” ile kapatılan yerde kocaman bir utanç var ve sadece neden utandığınız bile “fıtratınız” hakkında sayısız bilgi veriyor bize. Bakalım:

LEYLA ZANA (Ağrı) – “Bi hevîya aşîtî kî bi rûmet û mayînde...”  

Yani, “onurlu ve kalıcı bir barış umuduyla...”

Üstünü örttüğünüz şey bu mu?

Xavik Hatırası

Leyla Zana, 1991 yılında SHP milletvekili olarak girdiği mecliste yemin etmek için kürsüye çıkacakken, öfke evvela saçlarına iliştirdiği sarı-kırmızı-yeşil renkli bir eşarba yönelmişti. Korkunç bir faşizm koridorunu andıran vekil sıralarının arasından geçtiği esnada, “Önce o bayrağı çıkar” diye bağırtılar yükseliyordu. Vekillerin ‘bayrak’ demeyi tercih ettikleri o eşarba Anadolu’da “yazma” denir, “tülbent” denir, “leçek” denir; daha da bir sürü adı vardır herhalde. Kürtler, “xavik” diyor. Eğer bir kadın getirip kavganın orta yerine atarsa bu yazmayı, o kavga durmalıdır diye bellenmiştir.

Adil, eşit bir kavganın değil, pespaye bir saldırının hedefi halindeyken dahi başından bir an olsun düşürmediği o “xavik”in öyküsünü biliyor musunuz? Zana, yıllar sonra kendisi anlatmıştı: “Seçim çalışması yürütürken bir köye gittim. Gelin oturuyor, kutlamaya yöneldim, gelini öptüm, damadı sordum. Annesi boynuma sarıldı ve ağladı: ‘Damat gitti...’ Gitti, deyince ben de acaba gerillaya mı katıldı diye tereddüt ettim, madem öyleydi genç kızın hayatını neden mahvetti? Sorduğumda, ‘Hayır hayır, öyle değil, gözaltında’ dediler. ‘Neden gözaltında’ diye sorduğumda, ‘Araca sarı-kırmızı-yeşil eşarplar bağlandığı için gözaltına alındı’ cevabını aldım. Çok üzüldüm... Anne, kendi eliyle o sarı-kırmızı-yeşil eşarplardan bir örgü yaptı ve başıma taktı: ‘Bana söz vereceksin: O meclis bu renkleri yasakladı, sen bu renklerle o mecliste bunu haykıracaksın.’ Ben de anneye döndüm dedim ki, ‘Hayatıma mâl olsa da, ben sana söz veriyorum, meclise taşıyacağım ve bu sözü çiğnetmeyeceğim.”(1)   

Çiğnetmedi de. Cemiyeti başına yıkılmış bir ananın kelâmı aklında, onun emaneti olan yazma başında, yeminini etti ve sonunda şöyle dedi: “Min ev sond ji bo biratîya gelê Tirk û Kurd xwend.” (“Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına okuyorum.”) Ardından, Süleyman Demirel’in başını çektiği sıra yumruklayıcıları, “Dursana kızım!” diye arkasından bağıran “marangoz hatası”* bir Meclis Başkanı ve daha bir sürü rezillik geldi ama “o sözü çiğnetmedi”. 6 Kasım 1991 günü ve belki de daha meclise girmeden evvel adını bir köşeye yazanlar, başka bir konuşmasını gerekçe göstererek vekilliğini düşürüp yargılanmasının önünü de açtılar çok geçmeden. Hayatına değil ama hayatının 10 yılına mâl oldu o xavik ve “kardeşlik”.

Zana’nın son milletvekilliği yemininin ardından İsmail Saymaz twitter’da şöyle yazmış: “Leyla Zana’nın Kürtler açısından önemi, bir vekil olmanın kat be kat ötesinde... Bir siyasetçiden değil, bir sembolden söz ediyoruz.”

Doğrudur.

Musa Anter de onlardan biriydi. Hem de yıllar önce, en çetrefilli günlerde. Öldürdünüz! Orhan Doğan onlardan biriydi. Anlatmaya doyamadı, anlatmaktan usanmadı. Güzelim lisanını bin bir hoyratlıkla böldünüz. Ve Leyla Zana, onlardan biri...

Kürdistan düğümü

Hatırlanacağı gibi, Zana kısa bir süre önce de Kürt Sorunu’nu kast ederek, “Bunu yalnızca Recep Tayyip Erdoğan çözebilir” demişti. Aynı fikri paylaşmayan HDP’liler dahi onun bu beyanını değerlendirirken mümkün olduğunca ılımlı yaklaştılar hadiseye. Çünkü Leyla Zana sadece Türklerle Kürtler arasında değil, Kürtlerin kendi arasında da bir köprüdür. Başkasından duyulduğunda infial yaratabilecek sözlerin sahibi o olduğunda, kulak kabartanlarda da samimi bir idrak çabası belirir.  

Ve aslında Leyla Zana’nın ezelden beri yaptığı en önemli şey, kirli bir iktidar kumarının masasına koz olarak güzelim çocukların hayatını sürenlerin gözlerinin ta içine bakarak, zalimlikten kurtulmanın yolunu sabırla göstermektir. Çoğumuzda bu sabrın ve takatin olmaması şaşılacak ya da ayıplanacak şey değil. Leyla Zana da bu yüzden var zaten. Çoğumuz, barışın kapısında her oyalanışımızdan sonra kavgaya en baştan tutuşmaya hazırken, o, başında savaşmaktan yorgun düşmüş insanların, evlatlarının nöbetinde eriyip bitmiş anaların meramından bir yazmayla çıkageliyor her seferinde. “Edi bes ê!” Hem barış gibi hayati bir meseleyi iktidarlarının tehdidine çevirenlerin, hem de Türkler arasındaki kimi politik pusularda Kürtlerin AKP ile yapacağı küçücük bir “işbirliği” ihtimalinin bile sinsice yolunu gözleyenlerin arasındaki mayınlı araziyi tek başına geçip, o düğüme elini büyük bir incelikle uzatma hünerini gösteriyor...

Akılla, sabırla, adalet ve anlayışla çözülmesi gereken büyük sorunların hallinde kılıcına yeltenmenin laneti, yalnızca mitolojide rastlanan bir efsane değil, hakikat kere hakikattir. Devasının yanı başında inleyen dert: Budur lanet! Nice tanrıların zayi olduğu bir coğrafyada hâlâ tanrıcılık oynayıp, kimin hangi milletten olması gerektiğine hükmedebileceğini sanma yanılgısıdır. Barışın kapısında en baştan kavgaya tutuşmaktır.

“TRT 6 bi xêr be”leri, “Megri Megri”leri, “Serok Ahmet”leri, Türk’le Kürt’ü kavuşturayım derken “Türkân” diye talihsiz bir kızcağıza musallat oldukları pankartları havada uçuşturanlar, siyasi ve ticari beklentileri değiştikçe şekilden şekile girip, bizatihi kendi üzerlerine attıkları “x”lerle oynayadursunlar... “Hain” ve “kahraman” sayılmanın aynı ölçüde kolay olduğu bir yerde Leyla Zana, anlamadığımız zamanlarda dahi şüphe etmediğimiz içtenliğinin kudretini, hafızamızdaki pirüpak yerini ve bütün bilgeliğini önüne katıp, bu lanet kördüğümü çözmeye tekrar ve tekrar cüret ediyor.  

Onun, 1991’de başını kaldırıp Meclis Başkanı’na baktığı kısacık an, bu memleketin en kanlı kavgasının tam ortasına, o yazmanın temsili olarak atılışıdır aslında. Keza 17 Kasım yemini öncesi Recep Tayyip Erdoğan’a bakışı da... Tutanaklara yazmayın, tarih bu esaslı sabrı ve insanüstü çabayı misler gibi yazacaktır: “Onurlu ve kalıcı bir barış umuduyla...”

1) İMC TV, Gündem Müzakere Özel, Mayıs 2011

* Bir meclis konuşmasını sürekli olarak kesen ve “Ben burada Büyük Millet Meclisi’ni temsilen oturuyorum” diye bağıran Meclis Başkanı’na, Çetin Altan’ın cevabı: “Sizin orada oturmanız bir marangoz hatasıdır.”


Etiketler:
İstihdam