08/12/2014 | Yazar: Tunca Özlen
Direnişin bittiğine yönelik yanılsamanın kitlelere sirayet etmesinde, 2013’te büründüğü özgün biçimi mutlaklaştıran solculuğun vebali büyük.
Türkiye sınıflar mücadelesi tarihinin en uzun soluklu, direngen ve görkemli halk ayaklanması olan Gezi Direnişi’nin üzerinden uzun bir zaman geçtiği söylenemez. Bununla birlikte, sokağa çıkma motivasyonu farklılıklar gösterse de, direnişe katılan hemen herkesin kafasına takılan bir soru orta yerde duruyor: Direniş bitti mi?
Gezi Direnişi’nin farklı biçimlerde yorumlanması, bu soruya verilecek yanıtları da birbirleriyle çelişkili kılabilir. Şüphesiz Gezi bir yönüyle, herkesin kendine yakışan eylem biçimiyle sokağa çıkmasıdır. Ancak direnişi tanımlarken temel alacağımız referans noktası, söz konusu öznelliği aşkın nesnel karakteridir. Direniş, Türkiye’nin çeşitli toplumsal dinamiklerinin AKP rejimine sığmamasıdır. Bu bağlamda direniş, yeni rejimin soğuramadığı toplumsal enerjinin farklı yoğunluk ve biçimlerde açığa çıktığı bir süreçtir. Dolayısıyla gerçekten de kavga bitmedi…
Direnişin sürekli aynı ölçeklerde tekrarlanması (ve belirli bir ölçeğe ulaşamayınca gerçekleşmesi dahi) mümkün olmayan, bununla birlikte onunla özdeşlemeye en müsait unsuru olarak sokak eylemlerinin, pek çok solcunun kimyasını bozduğu bir gerçek. Direnişi 2013 31 Mayıs’ında başlayıp sonbaharında sönümlenen eylem biçiminden ibaret gören bir solculuğun, Gezi’yi diriltmek için eylem çağrısı üzerine çağrı yapması, bir öncekinden daha sönük geçen her eyleme daha büyük pankart ve daha fazla bayrakla katılması kimseyi şaşırtmamalı. Direnişin bittiğine yönelik yanılsamanın kitlelere sirayet etmesinde, 2013’te büründüğü özgün biçimi mutlaklaştıran solculuğun vebali büyük.
Milyonların iktidardan indirmek için eyleme geçtiği AKP’nin yerel seçimlerden kayda değer bir oy kaybı yaşamadan çıkması, bir nefret imgesine dönüşen Tayyip Erdoğan’ın ilk turda Cumhurbaşkanı seçilmesi ve yolsuzluk operasyonunun iktidar blokunun konsolidasyonu için bir fırsata çevrilmesi, kitlelerin umutsuzluğunu büyüttü. Post-Gezi’ye dair geliştirilecek her türlü strateji, direnişin bir halk ayaklanmasına dönüştüğü günlerden bugüne nelerin değiştiğini dikkate almak, anakronik değerlendirmelerden uzak durmak zorunda.
**
Gezi’nin bazı solcuların kimyasını bozduğunu söylemiştim. Direnişin solda ezber bozmak ve yenilenmek için bir vesile olarak gösterilmesinde kullanılan meşruiyet kaynaklarından biri de, Haziran günlerinde toplumsal muhalefette gözlemlenen hareketlilik ve çeşitlenme. Sokakları dolduran milyonları oluşturan gençler, kadınlar, Cumhuriyetçiler, Aleviler, Kürtler, LGBT’ler vs. kendi içinde konsolide olmuş yapılar olarak kabul edildiğinde, sosyalistlerin kitlelerle kuracağı ilişkinin karakteri temas yüzeyini arttırmakla, bağlamı ise ortak gündemlerde buluşmakla sınırlanmış oluyor. Kurulan temas, yeterince dönüştürücü olmadığı ve sosyalist seçeneği güncel kılmadığı müddetçe siyasetin tunç kanunu işliyor, dönüştüremeyen temas ettiğine dönüşüyor.
Apolitizme evrilmesi kaçınılmaz olan steril siyasete övgüler düzemeyeceğimize göre, toplumsal muhalefetin ve AKP karşısındaki direncin parçasını oluşturan kesimlerle nasıl ilişkileneceğimizi, nasıl bir dil tutturmak gerektiğini, aradaki mesafeyi belirlerken neleri ölçüt alacağımızı tartışmak zorundayız. Aşağıda ayrıntılandırmak üzere, kısaca şöyle formüle etmeyi deneyebilirim: Sosyalistlerin toplumsal muhalefette yer alan farklı kimliklerle kuracağı ilişkide parolası “göze yakın gönülden ırak” olmalıdır.
Ne demek istiyorum?
Haziran kitlesinin ana gövdesini oluşturan, pek çoğumuzun çevresinde (aile, iş yeri, mahalle vs.) bulunan Cumhuriyetçiler ile sürekli göz temasımız olmalı. AKP’nin gerici, yağmacı, işbirlikçi politikalarından birlikte dert yanmalı, benzer duyarlılıkları mümkün olduğunca ortaklaştırmanın yollarını aramalıyız. Ancak bir koşulla: Kemalizme asla gönlümüz kaymamalı. Fiziksel olarak Cumhuriyetçiler ve sembolleri gözümüze yakın, bir düşünme sistematiği olarak kemalizm ve kemalizmin mütemmim cüzü olan yaklaşımlar (occupy CHP, aşamacılık, soyut bir ilericilik vs.) gönlümüzden ırak olmalı.
Sosyalistlerin sahip çıkabilecekleri bir Cumhuriyet’ten ve kazanımlarının varlığından söz etmek bir süredir mümkün değil. Bu nedenle "Haydi Cumhuriyet’e sahip çıkalım" söylemi karşılığını ancak Birinci Cumhuriyet’i diriltme stratejilerinde bulabilir. Bu strateji tarihsel olarak imkânsız olmanın haricinde, sosyalizm karşısında gericidir. Sosyalistler artık ayakta durmayan Cumhuriyet’e sahip çıkmakla değil Cumhuriyet’i sosyalist bir karakterde yeniden kurmakla yükümlü. Bu bir siyasî tercih değil, zorunluluk. Bugünden yarına yapmamız gereken ise, ağırlığı Cumhuriyet savunusuna değil sosyalizm propagandasına vermek.
Başka bir örnek kadın hareketiyle kurulacak ilişki için verilebilir. Haziran kitlesindeki yoğunlukları ile dikkat çeken, diktatör bozuntusunun diline dolamadan yapamadığı kadınlarla, gündemleriyle ve örgütleriyle mesafemizi hızla kapatmalıyız. Yaklaşık 200 yıllık bir mirasa sahip olan kadın kurtuluş hareketinin içinde her sınıftan kadının olduğu, ideolojiler alanındaki kavganın özgün biçimler altında kadın hareketinin içinde de sürdüğü gerçeğine sırtımızı dönemeyiz. Ancak bir koşulla: Sınıfsal bağlamından koparılmış, tarihi açıklamada tek başvuru kaynağı olarak görülen, adeta marksizmin yerine konan bir feminizm ekolüne asla gönlümüzü kaptırmamalıyız.
Mevcut kadın örgütlerinin hem siyaset üretme, hem de kitleselleşmede yaşadıkları tıkanmayı “feministlerin erkek düşmanlığı” gibi mitlere bağlamak yerine, sosyalistler marksizmin tarihselci ve bütünlüklü açıklama gücünden yararlanarak alana özgü, iyi planlanmış bir stratejiyi uygulamaya odaklanmalılar. Düne kadar türban gündemi üzerinden gericilik karşısında yaşanan akıl tutulmasının bir daha tekrarlanmaması, kadın hareketinin aydınlanmacı karakterinin güçlenmesi, diğer taraftan harekete vasat bir laiklik vurgusu üzerinden ulusalcı girdiler yapılmasına müsaade edilmemesi, sosyalistlerin bu başlıkta daha cesur ve donanımlı olmalarına bağlı.
Son olarak, yıllardır sürdürdükleri görünürlük mücadelesinde Gezi’yle birlikte eşik atlayan LGBT (lezbiyen, gey, biseksüel, trans) hareketini ele alabiliriz. Önyargılarımızı geride bırakmayı başarabilir ve çevremize dikkatle bakarsak LGBT’lerin başka bir galakside değil yanı başımızda olduklarını fark edebiliriz. Yaşam hakkı başta olmak üzere ısrarla gündemde tuttukları eşit yurttaşlık taleplerini sahiplenmek, kapitalizmin bir de heteroseksist yüzüyle hesaplaşmak, gericiliğin tabu haline getirdiği cinselliğe marksist bir perspektifle yaklaşmak, bu bağlamda LGBT hareketiyle etkileşime girmek artık neredeyse kaçınılmaz. Ancak yine bir koşulla: Dinamik bir yapısı olan cinsel kimliği sınıfsal kimliği gölgede bırakacak ölçüde mutlaklaştıran, görünür olma cesaretini siyasi bir konumlanışla ikame eden, farklı sınıfların programları ile mesafesini LGBT’lerin taleplerine ne ölçüde yer verildiğine bakarak belirleyen, LGBT hareketi karşısında sosyalistlerin pozisyonunu koşulsuz desteğe indirgeyen ana akım LGBT aktivizmi bizlerden uzak olmalı.
25 yıllık inatçı bir mücadele pratiğinin ardından Gezi’de bir anlamda zirveyi gören LGBT hareketinde son bir yılda gözlemlenen siyasetsizlik ve çıkışsızlık, kısmî kazanımlar ile yükselen muhafazakârlık arasındaki gerilimden ortalamacılık yaparak sıyrılma çabası, pek çok LGBT örgütünün yakın durduğu Kürt hareketinin AKP rejimiyle kurduğu ittifaktan LGBT’lerin payına ne düşeceğinin gün gibi ortada olması, sosyalistleri bu başlıkta da daha atak ve üretken olmaya davet ediyor. Kadın hareketinde görülen problemlerle birlikte ele alındığında, sosyalistlerin alternatif bir toplumsal cinsiyet politikası üretmeleri kaçınılmaz bir görev olarak karşımızda duruyor.
**
Cumhuriyetçiler, kadınlar ve LGBT’ler üzerinden tartışılan meselenin ekseninde sosyalistlerin toplumsal dinamiklerle kuracağı ilişkinin karakteri ve bağlamı duruyor. Toplumsal dinamikler, tutarlı programlar çerçevesinde hareket eden, içinde devindikleri toplumsallığın bilgisine kendiliğinden sahip olan yapılar olarak tanımlandığı sürece, kurulan ilişki ortak gündemler etrafında en geniş temas yüzeyini yakalamaktan ibaret görülüyor. Yalnızca toplumsal dinamiklerin güncel gelişmeler karşısında sergiledikleri dinamizmin örgütlü bir kimlik kazanmasını değil, aynı zamanda sosyalizm tahayyüllümüzün farklı alanlardaki karşılığını somutlaştırmak istiyorsak, sosyalistler olarak dönüştürücü yönümüzü sivriltmek, temas ettiğimiz her alanı kendimizle birlikte yeniden inşa etmek zorundayız.
Sosyalizmin kuruluşunu mümkün kılacak zeminin bugünden farklı alanlarda verilecek mücadele sayesinde olgunlaştığını, insanların ancak bu mücadele içerisinde yoğrularak sosyalizmi kurabilmelerini mümkün kılacak potansiyellerinin açığa çıkacağını, geleceğimizi ve Yeni İnsan’ı bugünden inşa etmek zorunda olduğumuzu bir an olsun akıldan çıkarmamalıyız.
Etiketler: