22/07/2014 | Yazar: Emre Korlu

Ben seninle üzerine çok konuşacağımız bir filmin sonunda, ilişkimize dair tek bir açıklama bile yapmadan, sevişmeyi diledim.

Sanki sırf güzel görünmek için gülümserdin. Satın alınması için tezgâha konulmuş balıklara da ağlardın. Yoksul olmak kedilerin gözünde kendini ne denli büyük gösteriyor değil mi, derdin. Ben eğlendirme eşiği düşük espriler yapar sonra seni gözlemlerdim. Bizim bahçede dedenin köstekli saati sensizliği gösterdiğinde demli çaylarınızı içmiş olurdunuz ve gitmeye hazır beklerdiniz. Ardından bakarken, annem çardağı çevreleyip, üzüm asmalarına kadar uzanan renkli ampulleri söndürürdü. Yine gel, derdim, kimsesizlik çok kötü...
 
Sahiden de çekilir gibi değildi karanlığın derininde gölgeni aramak. Sana açılmaya çalışmak berbat bir şeydi. Saçma sapan kurabiyelerin üzerinde eriyen şekerlemeler gibiydim. Annem çoğu kez komik şeyler yapardı. Yüzümün gülmesi için uğraştığında nezdimde ne kadar da itici olduğunu anlamazdı.
 
Sen ruhumun solfejiydin. Bir türlü ezberleyemediğim upuzun bir şiir ve şair, uğrak yeri hep çıkmaz sokaklara varan, içinde hiç kimsenin oturmadığı harabe, en son içimi dökeceğim kişiydin.
Ben seninle üzerine çok konuşacağımız bir filmin sonunda, ilişkimize dair tek bir açıklama bile yapmadan, sevişmeyi diledim. Sabahın ayazında limonlu likörü dudaklarından yalamayı ve her seferinde tekrarlanan bestelerde kırık nota olmayı istedim.
 
Bir kez olsun, “dur gitme ya, konuşmalıyız” diyemedim. Zayıflığımın aciz tembelliğine acıdım. Ansızın kapı eşiğinden aynı anda geçme şansımızın bile hiç olmayışına içerledim.
 
Hep tesadüfleri kollamak aptallıktı. 
***
 
Evleneceğini duyduğumda ikimiz de kazık kadar heriftik. Sen çikolatalı puro seviyordun o zamanlar, ben kaçak Marlboro. Üç biradan sonra kahkaha atmaya ve eğri yürümeye başlıyordun. Pilavın dibini yanık istiyordun, ben de sana olan sevgimin çiçeğe duruşunu izliyordum.
 
Git yanına, kır dedesinin köstekli saatini, al karşına konuş, de ki:
“Oğlum ben seni seviyorum. Sana göre saçma biliyorum. Sen şimdi erkeklikle kıyaslarsın bunu. Oğlan değilim der, bağırırsın. Anama söversin, babamı haklarsın zira ben yine de severim seni. Öyle hetero yobaz ilişkilere benzemez benim sana vurgunluğum. İzmarit kokan ayrılıklara bir yenisi daha eklenmez. Parmaklarının arasında titremez kırgınlıklar. Söz!” derim ulan.
 
Ama gel gör ki nerede bende o yürek; kırıp dizimi otururum bir köşeye.
 
Hiçbir şey söylememiş farz ederim kendimi. Dururum. Durduğum yerde gelinle dans edişini izlerim.
 
Belki de değişir bu hikâyenin sonu: Annem çardaktan, üzüm asmalarına kadar renkli ampulleri dizer. Erik ağacının altında gizli aşkımızdan konuşuruz. Hacı İbrahim’in mevlüdünde Nergiz teyze’nin pirinç başlıklı karyolasına atarım seni, iç çeke çeke gülersin. O an hicazdan hissedilir aşk ya da yalan olur her şey evlenirsin.
 
Yine demli içilmişti çay. Saat sensizliği vurmuştu. On üç yaşındaki oğlan çocuğu için bir hayli kısa olan şortlarımızla dutların üzerimize tek tek düşüşüne gülmeye başlamıştık. Yüzündeki çilleri görebilmek adına erkenden uyanıp sana “günaydın” demek için heyecanlanıyordum.
 
O zaman hiç hesapta yoktu, evleneceğini duyduğumda içimde hissedeceğim boşluk.
 
Gidiyoruz, dedi. Ne zaman gelirsiniz, diye sordum. Omuzlarını yukarı- aşağı hareket ettirerek “bilmiyorum” cevabını verdi. Vallahi tutamadım kendimi ve öptüm onu. Şimdi aklıma geldikçe devletimin yıkılışına, sigara yakar; ağladıkça ağlarım. 

Etiketler:
nefret