19/08/2010 | Yazar: KAOS GL

Elindeki salçalı ekmeği yerken yanına yaklaştım.

Elindeki salçalı ekmeği yerken yanına yaklaştım. "Siz nereden geldiniz?" diye sordum. "İstanbul" dedi. "Biliyorum, gemiler var orada" dedim ve küstahça cevap verdi. "Gemi değil onlar, vapur bir kere"
 
Benim için ikisi de aynı şeydi oysaki. Arasındaki farkı anlamam yıllar alacaktı. Aynı şeyi anlatan farklı kelimelerdi oysaki gemi ve vapur. İkisi de suda gidiyordu, ikisi de içinde insanlar taşıyordu, ikisi de İstanbul’daydı ve İstanbul her yaz birilerinin geldiği bir şehirdi. Ramazanda iftar öncesi camilerden ve minarelerden görüntülerin gösterildiği uzak bir şehir.
 
"İkisi de aynı şey ha vapur ha gemi" dedim. "Değil bir kere bilmiyorsan konuşma" dedi salçalı ekmeğini yerken. Atletimin önüne iğde, kırık leblebi ve 2 tane keçiboynuzu koymuş, atletimi de bohça gibi kıvırıp önce leblebileri, sonra iğdeleri, en sona da keçiboynuzlarını saklıyordum.
 
"O ne önündeki" dedi. "Keçiboynuzu" dedim. "Tahta gibi bir şey yenir mi ki o?" diye merak etti. İki tane keçiboynuzum vardı ve ben onları en sona saklıyordum. Salçalı ekmeği bitmişti. Yaz tatilinde İstanbul’dan gelen komşunun uzaktan akrabasıydı. Onun şehrinde de vardı keçiboynuzu, hatta vapur da vardı. Ama Ankara’da vapur yoktu. Sadece kırık leblebi ve kafamdaki yarısı kesilmiş lastik top vardı. Tekini ona verdim keçiboynuzunun. "Serttir dikkat et" dedim. Önce baktı, sonra ısırdı. Sonra bir parça daha ısırdı. Salçalı ekmekten daha çok beğendiğini anlayabiliyordum. "Senin adın ne" diye sordu, kafamdaki yarısı kesik topa bakarak. "Güven, ya seninki?" "Canan" Artık o İstanbul’dan gelen komşunun uzaktan akrabası değildi, Artık o uzun yıllar boyu kendisinin haberi olmayan ve bir daha asla Ankara’ya gelmeyen İstanbul’daki sevgilim olacak Canan’dı.
 
İş çıkısı Ankara’nın en işlek caddelerinden birisinden otobüs durağına doğru yürürken sıcaktan tüm iç organlarımın birbirine yapıştığını fark ettim. Yirmili yaşlarımın sonuna doğru yaklaşıyordum ama hala Ankara sıcağına alışamamıştım. Tüm gün akşam olmasını bekledim durdum. Ve şimdi işte akşam olmuştu. Aynı bara gidecek, birkaç bira içecektim. Çalıştığım işin en güzel tarafı, ne takım elbise giymem gerektiğiydi, ne de tıraş olup sakallarımı kestirmem. Uzun saçlı, top sakallı, spor giyimli bir çalışandım. Moderndim yani. Çağdaş iş yaşamının bir neferiydim. Aynı sigorta kurumuna bağlıydım diğerleri gibi ama ben farklıydım. Çünkü spor giyinebiliyordum. Beyaz yakalardan değildim.
 
Her akşam olduğu gibi birkaç üniversiteli, genellikle beyaz yakalılar olmak üzere benim gibi tüm bunalanlar barın bahçesinde günün kritiğini yapıyorlardı. Dışarıda hiç boş yer yoktu, içerisi ise girilemeyecek kadar boştu. Herkes dışarıda oturduğundan, içeride birkaç uyuklayandan başka kimse yoktu. Bukowski hikayelerinde olur sanırdım oysa barda uyuklayanları. Yaz günü Ankara’da gördüğümde, şaşırmıştım. İçeri girip uyuklamak istedim biranda ama garsonun, "Abi hoş geldin, boş yer yok masa boşalana kadar benim arkadaşların yanına otur" demesiyle kendime geldim. Olur, sorun değil işaretiyle sırtına dokundum. Masadaki arkadaşların hiçbirisini tanımıyordum. Aslına bakarsan garsonun hiçbir arkadaşını tanımıyordum. Üç kız arkadaş vardı. Üçünün de yüzüne aynı anda hafif tebessüm ederek, her çağdaş ve medeni erkek gibi masaya oturdum. Garson bira getirdiğinde, "Arkadaşlar İstanbul’dan misafirim abi, Ankara'yı hiç bilmiyorlar istersen biraz anlatsana merak ederler belki" dedi. Yaşları benimkine yakın ikisi siyah birisi kızıl saçlı olan üç arkadaşa Ankara’yı nasıl anlatabilirdim ki. Ankara benim için sadece sıcak yaz ve soğuk kış demekti. İstanbul’dan konuya girmeyi düşündüm ve oradan İzmit, Bolu yolu üzerinden Ankara’ya ulaşırım diye aklımdan geçirdim. Ankara ve İstanbul aşığı iki şairden veya iki yazardan bahsetmek istedim, ama adlarını karıştırdım, hangisi Ankara’yı hangisi İstanbul’u seviyordu diye. Yakup Kadri mi Yahya Kemal mi tartışması ortama birazcık renk kattı. Sonra Ankara’ya geldi konu ve o sırada garson boş masa olduğunu belirten bir "buyur abi" ifadesiyle bana seslendi. Güzel bir muhabbetin, Ankara turizmine katkı sağlayan kısmına henüz gelmiştim ki boş bir masada tek başıma oturma seremonisi için davet ediliyordum. "Burası iyi sorun değil" dedim, ama garson ısrarla "gel abi boş burası" dedi. Arkadaşlara baktım ve kalmam için ufak bir ısrar veya istek veya herhangi bir şey bekledim. Üçü de umursamadı.
 
Az önce gülerek Yakup Kadri ve Yahya Kemal tartışmamı tetikleyen kızıl saçlı olan, tanıştığına memnun oldu ve elini uzattı. Bu masadan kalkma vaktimin geldiğini gösteriyordu. Garsona gelmek istemediğimi, yeni tanıştığım bayan arkadaşlarımla medeni sohbetime devam etmek istediğimi söyleyemedim ama ufak bir teşekkür hareketiyle omzuna dokundum. Arkamı döndüğüm İstanbul’dan gelen dostlarımın masasında olmamak beni üzmemeliydi. Belki içlerinden beni daha yakın hisseden birisi gelip bana eşlik etmek isteyebilirdi. Garsonun ikinci biranın yanında ikramı olan fıstığın o masadan gelmiş olabileceği düşüncesi, yeni arkadaşlarımın bana olan jestleri de olabilirdi. Ama hiçbirisi değildi. Ben sadece, herhangi bir masa boşalana kadar garsonun arkadaşlarının yanına oturtulmuş bir yancıydım. Zaman geçirmek içinde muhabbet türeten ve üç kızdan hangisini beğeneceğini şaşıran bir sivil SSK’li çalışandım. Hak ettiğim şey masa boşaldığında yerime geçmekti. Ve geçmiştim.
 
Herhangi bir İstanbulluya tek yakınlığım, salçalı ekmek yiyen Canan'dan öteye gidemezdi. Hem ben ona keçiboynuzumun tekini vermiştim. Ve İstanbul demek Canan demekti. Garson ve İstanbul'dan gelen ikisi siyah, birisi kızıl saçlı üç kız arkadaşı Ankara'nın sıcak akşamına doğru bardan ayrıldılar. Hiçbirisi ikinci bir “iyi akşamlar” demeye gerek duymadı. Bense garsonun ikramı olan fıstıkları tuzlu kabuklarıyla birlikte emmeye devam ediyordum.
 
"Kafandaki topun diğer parçası nerede" diye sordu. "Bilmem bunu buldum sadece yarısı yoktu" dedim. Kafamdan çıkartıp, ona doğru uzattım, eliyle itekledi. "Takmam pistir o" dedi. Saçlarını tutup arkaya doğru attı. "Biliyor musun büyüyünce saçlarımı kızıla boyayacağım ben" dedi. Kızılın nasıl bir renk olduğunu bilmiyordum. "Ben de sakal bırakacağım" dedim. İkimiz de güldük ve keçiboynuzu yemeye devam ettik.


Etiketler:
İstihdam