13/05/2009 | Yazar: KAOS GL

Yrd. Doç. Dr. Devrim Sezer, İzmir Ekonomi Üniversitesi, İzmir Homofobi Karşıtı Buluşma 

Yrd. Doç. Dr. Devrim Sezer, İzmir Ekonomi Üniversitesi, İzmir Homofobi Karşıtı Buluşma 

Özgürlük ve eşitlik talebini dile getiren örgütlülüğe ve çoğunluktan ‘farklı’ olanların haklarını savunan politik hareketlere kâh kayıtsızlıkla, kâh tehditle, kâh şiddetle ve alabildiğine hoyrat bir dille karşılık veren bir politik kültürde tanınma mücadelesi vermek, yok sayılmaya ve adaletsizliğe direnmek kolay değildir; cesaretin yanı sıra sabır ve dayanışma ruhu gerektirir. Türkiyeli LGBTT bireylerin hak ve özgürlüklerini savunmak ve homofobiye dayalı ayrımcılığı aşmak amacıyla kurulan dernekler uzunca bir süredir bu talepleri dile getirme hakkına sahip olabilmek için son derece önemli bir mücadele yürütüyor. Önce Kaos GL ve daha sonra da Lambdaistanbul derneklerinin kapatılması için açılan davalar yüzümüze karşı şunu öne sürüyor: Haklara sahip olduğunuzu dile getirme hakkınızı, ayrımcılığa ve nefret cinayetlerine hedef olmadan yaşama hakkınızı, başka bir deyişle diğer bütün insanlar gibi özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğduğunuzu örgütlenerek ifade etme hakkınızı tanımıyoruz. Bu hakkınızı tanımıyoruz, çünkü bu ülkede ‘hukuka ve ahlaka aykırı dernek’ kurulamaz. Kaos GL derneğinin kapatılması için açılan davanın yerinde bir kararla bozulmuş olmasına karşın Lambdaistanbul davası hâlâ sürmektedir ve benzer bir davanın başka bir LGBTT derneği aleyhine açılmayacağının bir garantisi yoktur.
 
ANAYASA’YA ‘CİNSEL YÖNELİM’ ve ‘CİNSİYET KİMLİĞİ’
 
Anayasa’nın eşitlik ilkesiyle ilgili 10. maddesine ‘cinsel yönelim’ ve ‘cinsiyet kimliği’ ibarelerinin eklenmesi için LGBTT dernekleri tarafından yürütülen etkinlik ve çalışmalara karşı hükümetin ve siyasal partilerin takınmış olduğu kayıtsızlıkla karışık olumsuz tavır da son tahlilde benzer bir gerekçeden besleniyor. Eşcinsellik, ‘ahlaka’ aykırıdır, çünkü ‘toplumun aşağı yukarı tamamına yakın bir kesimi tarafından tasvip edilmeyen, ahlaka ve edebe aykırı olarak kabul edilen’ bir yönelimdir. Dahası böyle bir ‘ahlaksızlığın’ örgütlenerek ‘Türk aile kurumuna atfedilen kutsiyete’ zarar vermesi, o da yetmiyormuş gibi bunu bir hak ve özgürlük mücadelesine dönüştürmesi hukuki olarak kabul edilemez, çünkü yine Anayasa’nın muhtelif maddelerinde belirtildiği üzere temel haklar ve özgürlüklerin ‘ahlaka’ aykırı bir durum söz konusu olduğunda sınırlandırılması meşrudur.

Burada sözü edilen ‘ahlak’, ‘kamu ahlakı’dır. Peki ‘kamu ahlakı’ nedir? ‘Kamu ahlakı’, neyin ‘iyi’ ve ‘normal’, neyin ‘kötü’ ve ‘kabul edilemez’ olduğuna ilişkin bir ülkede egemen olan veya iktidardaki karar vericiler tarafından sorgulanamaz olduğu varsayılan değerler bütünüdür. Çoğunlukla kültürel geleneklerden ve dinlerden beslenen bu göreli değerlere öncelik vermek, ‘kamu ahlakı’nın dayandığı tabuları korumak adına ayrımcılık ve eşitsizlikle mücadeleyi hedefleyen LGBTT derneklerinin örgütlenme ve ifade özgürlüğü hakkını kısıtlamak, egemen önyargıları evrensel insan hakları ilkelerinden daha önemli saymak anlamına gelir. Göreli ve insan haklarıyla doğrudan çelişen, sosyal tabuları kollayan bir ‘ahlak’ anlayışının demokratik bir ülkede ne etik ne de hukuki meşruiyeti olabilir. Böyle bir tutum olsa olsa Tanıl Bora’nın ‘medeniyet kaybı’ diye tarif ettiği durumun kamusal ve politik hayatı işgal ettiği, karar vericilerin vicdanını ve bilincini esir aldığı anlamına gelir. Hukukun oluşturulmasında ve yurttaş haklarının belirlenmesinde en temel ‘ahlaki’ ölçüt, uluslararası insan hakları belge ve sözleşmelerinin ortaya koyduğu evrensel ilkelerdir. Bu uluslararası sözleşmeleri imzalayan bütün ülkeler gibi Türkiye de insan hakları ilkelerine göre tanımlanmış etik perspektifi onaylamış ve yasaların oluşturulmasında bu ilkelere öncelik vereceğini taahhüt etmiştir.
 
‘TOPLUM HENÜZ HAZIR DEĞİL’ MAZERETİ
 
Türkiye’deki siyasal partilerin ve karar vericilerin birçoğunun, eşcinseller söz konusu olduğunda, bu etik ve politik yükümlülüklerin farkında değilmiş gibi bir tavır takındığını, hatta sık sık toplumsal önyargılara yaslanarak doğrudan ayrımcılık içeren ifadelere başvurduğunu ve homofobiyi meşrulaştırmanın da ötesinde körüklediğini gayet iyi biliyoruz. LGBTT derneklerinin ayrımcılığa son verilmesi ve LGBTT haklarının tanınmasına ilişkin çağrılarına gelen tepkileri hatırlayalım: ‘Batı’dan ahlaksızlık aldık’, ‘Eşcinseller de eşitlik istiyor, verecek miyiz? Tabii ki vermeyeceğiz!’, ‘Toplum henüz bu tür taleplere hazır değil’, ‘Önümüzdeki yüzyılda belki olabilir’, ‘Bizim partimiz bu tür tali meselelerle ilgilenmiyor’, ‘Onlara iş veya ev vermeyenlere niye böyle yapıyorsun denemez’… Bu ve benzeri açıklamalarda açığa çıkan zihniyet, insan hakları sözleşmelerinin belirlediği etik perspektifle taban tabana zıttır ve dolayısıyla çoğulcu ve özgürlükçü bir demokratik bilincin yerleşmiş olduğu bir toplumda hukuki ve politik olarak meşru değildir. Dahası insan hakları etiğini içselleştirmiş vicdan sahibi bir insanın dinlerken bile utanç duyacağı, hatta kendini bu denli sakınımsız bir şekilde ifade edişi karşısında şaşkına döneceği türden bir dildir bu. Zafer Üskül’ün 2008 yılındaki Homofobi Karşıtı Buluşmaya katılmasının ve ayrımcılık karşıtı tutumunun muhafazakâr kesimde yarattığı infiali anımsayalım. Her fırsatta Türkiye’nin çokkültürlü yapısından ve sahip olduğu hoşgörü kültüründen dem vurup ‘medeniyetler arası diyalog’ gibi bir projenin küresel sözcülüğüne soyunan Türkiyeli muhafazakârların, aynı girişimi destekleyen, fakat öte yandan LGBTT bireylerin hak ve özgürlüklerinin kendi ülkesinde tanınmasında da önemli bir rol üstlenen İspanya’nın sosyalist başbakanı Zapatero’nun medeniyet, hukuk ve ahlak kavrayışından öğreneceği bir şeyler yok mu?
 
‘GÖKKUŞAĞI KOALİSYONU’
 
Ahlak ve hukuk kavramlarını egemen önyargıları haklılaştıracak şekilde istediği gibi çarpıtmakta hiçbir sakınca görmeyen ayrımcı ve homofobik zihniyet, hiç şüphesiz, insan hakları kavramını hiçbir zaman tam olarak içselleştirememiş otoriter ve muhafazakâr bir politik gelenekten besleniyor. Sadece LGBTT bireylerin değil Türkiye toplumunun muhtelif kesimlerinin haklarının sınırlandırılmasına veya tamamen yok sayılmasına sebep olan bu akıl tutulması, çoğunluğa benzemeyen her türlü ‘farklılığı’ tehdit olarak algılayagelmiş bir zihniyetin patolojilerinden biridir. Bu çarpık ahlak ve hukuk yorumunun deşifre edilmesinin, kamusal alanda bu konuda kapsamlı bir tartışmanın açılmasının ve temel insan haklarının ‘kamu ahlakını korumak’ gibi muğlâk gerekçelerle ihlal edilemeyeceğinin güçlü ve tavizsiz bir şekilde dile getirilmesinin en yaratıcı ve etkili yollarından biri neden bir ‘gökkuşağı koalisyonu’ oluşturmak olmasın? Bu, LGBTT dernekleri ile feminist gruplar, insan hakları örgütleri ve tanınma mücadelesi veren ve eşitsizliğe maruz kalan diğer kesimler arasındaki dayanışmanın genişleyebileceği, dahası genişlemesi gerektiği anlamına geliyor. Dayanışma ve mücadele sözcüklerini özellikle vurgulamak isterim. Mücadele, çünkü temel hak ve özgürlüklerin tanınması ancak bunun için cesaretle etkinlik gösteren insanlarla, yani politik eylemle mümkün olabilir. Dayanışma, çünkü bir toplumda insan haklarına dayalı etik perspektifin yerleşebilmesi ve demokratik bilincin güçlenmesi başkalarının maruz kaldığı baskılara kayıtsız kalmayan insanların mevcut eşitsizliklere birlikte itiraz edebilmesine bağlıdır.
 
Son yıllarda ‘yeni’ ve ‘sivil’ bir anayasanın kamusal bir tartışma süreciyle ve geniş kesimlerin katılımıyla oluşturulması gerektiği sık sık dile getiriliyor. LGBTT derneklerinin ve yukarıda bahsettiğim ‘gökkuşağı koalisyonu’nun ilk hedeflerinden biri, ‘kamu ahlakı’ veya ‘genel ahlak’ gibi insan haklarıyla ilgili kafa karışıklığına sebep olan ve karar vericiler tarafından suistimal edilebilecek kavramların anayasadan tümüyle çıkarılması için mücadele etmek olmalı. Bu sadece LGBTT bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin korunmasının değil Türkiye toplumunun başta erkeklik ideolojisi olmak üzere bir dizi önyargısıyla yüzleşebilmesinin ve onları aşabilmesinin önkoşuludur.
 
NAİF BİR İDEALİZM Mİ?
 
LGBTT derneklerinin bu dönüşüm sürecinde kamusal tartışmaya doğrudan katılması, sesini duyurması ve en temel hedefinin ‘çoğunluğun hoşgörüsünü kazanmak’ olmadığını dile getirmesi gerekiyor. En iyi niyetli, açık fikirli ve özgürlükçü kesimlerde bile egemen olan bu ‘hoşgörü felsefesi’nin en büyük yanılgısı, eşcinselliği birkaç metropolün ‘butik kozmopolitliğine’, ‘butik çokkültürlülüğüne’ ve kentin eğlence kültürüne katılacak yeni, ‘keyifli’ ve ‘neşeli’ bir ‘renk’ten ibaret sanması. LGBTT hareketi, hoşgörü meselesine indirgenemeyecek bir hak ve özgürlük talebini, şimdiye kadar Türkiye toplumunda pek telaffuz edilmemiş türde bir eşitlik fikrini seslendirmeyi amaçlıyor. LGBTT örgütlerinin, anayasanın eşitlik maddesine ‘cinsel yönelim’ ve ‘cinsiyet kimliği’ ibarelerinin eklenmesine ilişkin talebin bir ‘hoşgörü’ meselesinden ziyade bir insan hakları sorunu olduğunu Türkiye toplumuna kamusal etkinliklerle anlatması gerekiyor. Burada kastettiğim şey LGBTT hareketinin ‘toplumu bilinçlendirmesi’ gerektiği gibi ‘Eski Solun’ politik tahayyülünden ödünç alınmış tek yönlü ve arkaik bir eylem ve politika anlayışı değil. Bahsettiğim çift yönlü bir etkileşim. Ancak böyle bir etkileşim yoluyla LGBTT hareketi de kendini dönüştürüp yenileyebilir ve Murathan Mungan’ın Kaos GL’nin 100. sayısında yayımlanan yazısında belirttiği gibi ‘çağıyla örtüşen bir yeryüzü söylemi tutturabilir’, ‘bir politika geliştirebilir’. Ben LGBTT hareketinin eylemlerinde ve örgütlenme anlayışında, Türkiye ve dünyayla ilişkilenme biçiminde bu dönüşümün kendini göstermeye başladığını düşünüyorum.
 
LGBTT hareketinin sürdürdüğü ‘tanınma politikası’, bir özgürlük ve eşitlik mücadelesi olduğu gibi kasvetli sorunlarıyla hepimizi zaman zaman boğan, hatta sinizme ve yılgınlığa sürükleyen mevcut sosyal ve politik gerçekliğin de en etkili panzehiri. Bir yandan ‘gökkuşağı politikasının’ güçlenerek yoluna devam edeceği bir Türkiye, diğer yandan yok sayılan ve haksızlığa uğrayan diğer kesimlere kayıtsız kalmayan bir LGBTT hareketi.
 
Bu beklentinin naif bir idealizm olmadığının en büyük ispatı da, homofobi karşıtı buluşmanın Türkiye’nin farklı kentlerine yayılması, LGBTT derneklerinin sayısının giderek artması, nefret suçlarına ve homofobiye gösterilen tepkilerin artık sadece LGBTT gruplarının katılımıyla sınırlı kalmaması değil midir? 


Etiketler:
İstihdam