09/09/2014 | Yazar: Özgü Öz

Tanrıyı oynayanların zindanlaştırdığı toplumlarda, ‘sıradan insanların’ ölümü bir ölüm değil, bir sayı ve üç dört kelimelik bir cümledir.

(Bu yazı tüm ezilenlere, sistem tarafından öldürülenlere, işveren kaynaklı ihmaller sebebiyle değerli hayatlarını kaybeden maden işçilerine ve son olarak da, Torun Center inşaatı sırasında yaşam hakkı elinden alınan 10 işçiye adanmıştır...)
 
Hepimiz yaşarken içinde özgür ve değerli hissedebildiğimiz, bir sayıdan, üç kelimelik bir cümleden daha fazla anlam ifade ettiğimizi hissedebildiğimiz yaşam alanları kurarız kendimize. Hatta baskıcı, güçlünün sesi olan, adaletsiz, tek tip bir toplumsallığın mühendisliğine soyunmuş, bencilce, hırsla, intikam duygusuyla, bir o kadar soğuk bir akılcılıkla yönetilen bir toplumda yaşıyor olsak da, hepimiz buluruz nefes alacak bir alan. Canlıyız sonuçta, yaşama bağlıyız, değerli hissediyoruz, önemseniyoruz... En azından birileri tarafından. Ama tanrıcılık oynayanların gözünde toplumun sıradan bireyleri aslında en başından beri hep aynı görünür: Değersiz, şekillendirilmesi gereken bir çimento, bir çamur parçası. Eğer yarattıkları çamur parçası sistemin istediği kalıplara uygun bir şekil alırsa gözlerinde biraz daha değerli olabilirsin. Bununla birlikte, değersiz bir çamurdan, müthiş bir mühendislikle “biraz daha değerli” bir “insansı” ya dönüşerek sistem adına öldürebilir, cinayet işleyebilirsin. Üstelik kendi “kirli işler”inin de üstü örtülür, ne yaparsan yap ak tarafa çıkmayı başarabilirsin. Para ve güç her zaman yanındadır ve bu ikisi çoğu zaman adaleti de satın alabilir. İşte “kusursuz” sistemin yaratıcılarının vaat ettiği cennet budur sistemin insanlarına.
 
Sıradan insanlarsa doğdukları andan itibaren ruhları ve bedenleri üzerinde zindanlar kuran hegemonya tarafından adeta bir “çamurdan” insan yapılmışlarsa da, kalıpların biraz dışında kalmışlardır. Bu onları değersiz kılar, bu yüzden tanrıcılık oynayan yönetenler bu “sıradan insanları” geldikleri yere, aşağıdaki çamur ve çimento çukuruna bırakırlar. Bu sıradan insanlara her dönemde farklı adlar verilir. Modern zamanda onlar işçilerdir, maden işçileridir, kadınlardır, eşcinsellerdir, azınlıklardır. Tüm zaman dilimlerindeyse bu “sıradan insanların, halk”ın diğer adı “ezilenler”dir:  Cezalandırılıp çamur bataklığına geri gönderilenlerdir.
 
Tanrıyı oynayanların zindanlaştırdığı toplumlarda, “sıradan insanların” ölümü bir ölüm değil, bir sayı ve üç dört kelimelik bir cümledir. Mesela bir işçi, iş sırasındaki ihmalle öldürüldüyse, bu birkaç gazetenin iki satırlık bölümünü kaplayabilecek önemsiz bir haber olabilir ancak. Eğer on kişi öldüyse, televizyonlarda birkaç gün konuşulup sonra da unutulacak bir başka haberdir. Eğer yüz işçi ölürse kaderdir ve yine unutulacak bir haberdir.
 
Bir Alevi gösteri yaparken öldürülürse, bu sadece bir sayıdır. 8 Alevi gösteri yaparken öldürülürse, onlar yine birer sayı ve de teröristtir. Bir Kürt öldürüldüyse (gösteride olmasa bile) bu bir sayı ve ölen kişi teröristtir. Bin Kürt öldürüldüyse yine bu bir sayıdır ve ölenler teröristtir.
 
Bir kadın evinde kocası tarafından 20 bıçak darbesiyle öldürüldüyse bu bir sayıdır ve iki satırlık bir üçüncü sayfa haberidir. Eğer bir yılda yüz kadın öldürülmüşse bu yine bir sayıdır, “dikkate alınmayacak” bir insan hakları raporudur, unutulacak bir haberdir, kaderdir...
         
Bir trans ya da eşcinsel öldürüldüğünde bu sadece bir sayıdır, haber niteliği yoktur. Bir ayda on LGBT (lezbiyen, gey, biseksüel, trans) öldürüldüğündeyse, bu yine bir sayı, iki satırlık bir üçüncü sayfa haberi ve on yaralanmış (haklı ya da haksız) tahrik unsuru olarak belirlenmiş bedenlerdir.
 
Hayatlarımız bir bir sayılara dönüştürülürken bizim de bu “Tanrıcılık” oyununa sesimizi çıkarma zamanımız gelmedi mi? Bana kalırsa, Prometheus gibi bizim de “Zeus’ların” elinden ateşi yeniden almamızın zamanı geldi de geçiyor bile...
 
Hayatlarda ve sonsuzlukta barış, sevgi ve mutluluk dileğiyle... 

Etiketler:
İstihdam