03/04/2014 | Yazar: Rahmi Öğdül

"Kafalardan kafa beğendiğimiz süpermarket gibi tasarlanmış bir toplumda yaşıyoruz."

Bir kitabın kapağını kaldırır gibi kaldırırız hayatın örtüsünü ve daha ilk cümlede, hemen kendisini açık etmeyen bir anlamlar yumağı gözümüzü korkutur. Kendi üzerine kıvrılmış bu anlamlar yumağını çözmek bitimsiz bir süreçtir. Korkuya kapılıp gerisin geri kapatırız hayatın kapağını.  Ve bizim için bu yumağı çözdüğünü iddia edenlerin söylemlerine sığınır, hazır giyim düşünceleri kafamıza geçiririz. Başkaları düşünmüş ve çözmüştür hayatın karmaşasını, tüm çıplaklığıyla önümüze sermişler; hakikati onlar biliyorlar. Niye üzelim ki tatlı canımızı? Yapacağımız tek şey, raflardan bu hazır yapım düşünceleri alıp kafamıza geçirmek. Artık düşünmeye gerek yoktur; zira dünyanın en zor işidir düşünmek, hayatın gizemi üzerine kafa patlatmak. Hazır yapım düşünce kalıpları bize yetiyor; bunları kafamıza geçirdiğimizde, düşünür gibi yapıyoruz. Henry Miller haklı: “Düşünmeye başladığımız andan itibaren kendimizi bu tarzda bir yanılsamaya düşürdük. Bu yanılsama da: çok eski tarihten itibaren düşünmeye başladığımız iddiasıdır. İnsan düşünmeye hiç başlamadı ki. Düşünsel açıdan hâlâ emekliyor. Siste el yordamıyla dolanıyor, gözleri kapalı, yüreği korkudan çırpıyor” (Rimbaud ya da Büyük İsyan, Kabalcı Yayınevi).
 
Öğretilen çokluk…
Düşünmek tek başına yapılacak bir iş değildir çünkü. Birlikte düşünülür. Ya kafamızın içindeki çoklukla birlikte düşüncenin düzleminde hareket etmeye başlarız ya da bir çokluk olarak yeryüzüne yerleştiririz kendimizi. Çok zordur bu iş. Çokluğun bokluk olduğu öğretilmiştir bize. Yeryüzündeki çokluğu çitlerin, duvarların dışına ittiğimiz ve tekçi bir yapı ve anlayışa göre içeriyi düzenlediğimizden beri kafamızın içindeki çokluğu da öldürdük. Çokluğun üzerinin örtüldüğü, doğal ve toplumsal çokluğun olmadığı çorak bir iklimde yetiştik biz. Onun için zordur hayatın örtülerini kaldırmak, çokluğu tahayyül etmek.
Bir çiçekleme süreci
Kendimizi çokluğun içine yerleştirdiğimiz nadir ânlar vardır oysa; Gezi Direnişi’nde çokluğun içinde, çoklukla birlikte hareket ederken hayatın ve birbirimizin örtülerini kaldırdığımız bir ânda bulduk kendimizi. Tam da düşüncenin yeşereceği bir iklimde düşünce çiçekleri tomurcuklanmaya başlamıştı. İktidar hayata durmadan örtüler giydirirken hakikati de kendi tekeline alıyor; ama biz hakikate ulaşma sürecinin bir örtü kaldırma süreci olduğunu sezmiş ve forumlarda kafalarımızdaki örtüleri kaldırırken birbirimizi polenlerimizle döllemeye başlamıştık. Düşünmek, birbirimizin örtülerini kaldırırken ayrıksı duran şeyler arasında yeni bağlantılar kurarak, yeni doğumlarla gerçekleşir. Erotizmin çıplaklık ile örtü arasındaki geçişe imkân vermesi gibi, düşünce de örtünün altındakilerini açtıkça serpilir gelişir: bir çiçeklenme süreci. Dolayısıyla bir örtü kaldırma işlemi olarak düşünce edimi fazlasıyla erotiktir. Düşünmek kafamızdaki örtüleri kaldırmaktır ama hâlâ kaldırılacak örtüler hep geriye kalır ve bitmeyen bir süreçtir.  Gelgelelim örtüleri kaldırmak yerine, hazır giyim düşüncelerle durmadan kafamıza yeni örtüler seriyoruz.
 
Konfeksiyon düşünceye hayır!
Ve bu hazır giyim düşünceler arasında da korkunç bir rekabet vardır. Makro-iktidar ile şimdilik mikro-iktidar olanlar arasında geçer mücadele. Kafalara hazır yapım düşünce giydirme savaşıdır bu. Okullardaki “serbest kıyafet mi olsun yoksa tek tip kıyafet mi olsun” tartışmalarına benzer çokça. Devlet iktidarının tek tipleştiren giysilerini mi yoksa şirketlerin bedenlerimizi sömürgeleştirme süreci olan serbest kıyafetleri mi geçirelim sırtımıza? Sorun, hep tepede hazırlanan bir kalıba bedenlerimizi teslim etmektir. Konfeksiyon kıyafetlere, konfeksiyon düşünceler eşlik eder. Oysa ne konfeksiyon kıyafetler ne de konfeksiyon düşünceler tam uyar bedenlerimize. Örttükçe değil, açık ettikçe, bedenlerimizin kudretini keşfettikçe, içeriden dışarıya doğru kıyafetlerimizi ve düşüncelerimizi kendimiz biçebiliriz ancak. Kendimizin terzisi olmak; sanırım başka da seçenek yok aslında. Hayatın içinde akıp gittikçe, sürekli biçim değiştiren bedenlerimize yeni düşünceler biçmek gerekir.
 
Seçmece kafalar bunlar…
Kafalardan kafa beğendiğimiz süpermarket gibi tasarlanmış bir toplumda yaşıyoruz. Kuzey Kore’de yaşasaydık bedenlerimize, sadece devlet başkanına benzer bir kafa monte etmek zorunda kalacaktık. Biz yine şanslı sayılırız. Henüz raflardan istediğimiz kafayı bedenimize monte edebilecek durumdayız; çeşit çeşit kafalar raflarda beğenimize sunuluyor. Paris’te yaşayan fotoğraf sanatçısı Dimitri Daniloff’un, raflarda sergilenen kafalar arasından kafa seçen kafasız bir adamı gösteren fotoğrafı ahvalimize tercüman oluyor; ve aynı sanatçının yüzsüz bir adamın hazır yapım organlarla kendine yüz yapabileceğini gösteren fotoğrafı. Hazır yapım kafaları patlatmak, düşünmek zor iştir. Onun yerine seçimlerde bizim adımıza konuşan hazır yapım kafalardan kafa, konfeksiyon düşüncelerden düşünce beğeniyoruz kendimize. Oysa kendimizi çokluğun içine yerleştirerek, birbirimizin ve hayatın örtüsünü kaldırdığımız Gezi Direnişi ve forumlarda düşüncenin yeşerebileceğini sezmiş; hazır yapım kafaları balon gibi birer birer patlatmaya başlamıştık. Yine sokaklarda polenler uçuşuyor, düşüncelerin döllenip yeşereceği bir mevsimdeyiz.  

Etiketler:
nefret