31/05/2019 | Yazar: Ümit Koluaçık

Biz ise bu akan nehrin ortasında çırpınır bulduk kendimizi. Korkuyor muyduk böyle çırpınmaktan, aldığımız kararlardan?

Biz ise bu akan nehrin ortasında çırpınır bulduk kendimizi. Korkuyor muyduk böyle çırpınmaktan, aldığımız kararlardan?

Bir pazar günüydü bana her şeyi anlattığında. Çimenlerin yeşili daha yeşildi o gün. Yaprakların üzerindeyse hâlâ kurumamış bir ıslaklık. Sabaha doğru yağmur yağmış, duymadım. Bu mahallede yağmur bile gizli yağar zaten, sessizce, kimseye duyurmadan. Kaldırım kenarlarına birikmiş sulara dikkat ederek yürürken evine varıyorum. Elimde mahallenin başından aldığım sıcak simitlerle zile basıyorum. Apartman kapısının metalik sesi. Yine bu evdeyiz. Pazar günü. Bizim küçük bir geleneğimizdir Pazar kahvaltısı. Beraber. Sanki keyfi yok bu sabah. Soruyorum. Neyi var? Biz pazarları mutluyuzdur. Yakıştıramıyorum ona bu asık suratı. Sessiz. Beni içeri alıp elimdekileri mutfağa bırakmamı söylüyor. Mutfağa geçiyorum. Kahvaltıyı hazırlamaya başlamış olurdu ben geldiğimde. Hazırlamamış bu sabah. İçerden sesi geliyor:

“Geç kalktım biraz.”

Yanına gidiyorum, odasının penceresini açmış, yerdeki dağınıklığı topluyor. Gömlekler, boş şişeler, kitaplar, çoraplar… Ne yaptığını anlamaya çalışıyorum önce. Bir anda yaptığından bıkmış gibi elindekileri bırakıp yatağına oturarak bir sigara yakıyor. Sigara dumanının açık pencereden çıkışını izlerken bekliyorum yalnızca. Var bir derdi. Anlatacak.

“Ailem artık biliyor.”

Nasıl?

“Nasıl?”

Illustration by Natalia Vico

Aslında pek de önemli değil nasılı. O an tek sorabildiğim o olduğu için çıktı bir an ağzımdan. Ailesi bilmemeliydi bir erkekle beraber olduğunu. Onun için son damla da bu olay olmuştu. Tehdit edildiğini, çalıştığı yerde sorunlar yaşadığını ve diğer her şeyi o gün anlattı bana. Eve gelmemin komşuların gözüne battığını o gün öğrendim. Pazar kahvaltımız bile onların umurundaymış meğer! Bu sessiz mahallenin umurundaymışız meğer! Nerede açık verdik? Sokaklarda elimi bile tutmazdı geceleri. İlk kez konuşmuştuk bunları o sabah. Konuştuktan sonra yine yaptık kahvaltımızı. Aldığım simitler soğumuştu. Çay da bir tatsız. O sabah mutlu değildik. O günden beri de olmadık. Bir hafta sonra pazar günü intihar etti.

ıı

Bir gün tablolarından birini incelerken fark etmiştim o ölü çocuğu. Ne de basitti zavallının ölüsü; tuvalin bir köşesinde tek başına, sanki uyur gibi. Şimdi sen de öylesin. Karşısında elinde fırçasıyla Tanrı’nın durduğu tuvalin terk edilmiş bir köşesindesin, sanki uyur gibisin.

Aslında bizim hikâyemiz ne çok eskiye dayanıyor ne de karmaşık. Biz tanıştığımızda, o zamanlar Ankara’da görsel sanatlar üzerine eğitim alıyordu. Henüz Bilge Karasu “Göçmüş Kediler Bahçesi”ni yayımlamamış, Zeki Müren “Bir Demet Yasemen”i söylememişti. Adımı bal rengi gözlerinde okuduğumda, beni en dalgalı denizlerde boğulmaya teşvik eden bir his uyanmıştı içimde; paylaşılmaz ve belki de barbar. Melekler kulağıma aşk diye fısıldamıştı.

Bu aşkın peşinde zaman kavramı da anlamını yitirdi; eridi, yumuşacık oldu, en sonunda oluk oluk akmaya başladı. Biz ise bu akan nehrin ortasında çırpınır bulduk kendimizi. Korkuyor muyduk böyle çırpınmaktan, aldığımız kararlardan? Ben korkmuyordum ve onun da korkmadığını sanmıştım. Yanılmışım. Kendi meleklerimin heyecanlı fısıltılarını dinlerken onunkilerin ürkek bakışlarını fark etmemişim. Cesur bellediğim kelimelerinin altındaki korkuyu hissetmemişim. O pazar sabahına kadar hiç bilmemişim neler yaşadığını bensiz. O sabahtan yalnızca bir hafta sonrasında günün akşamına doğru bir telefon aldım. Üst komşusunda vardı benim evin numarası. Kadının sesini duyar duymaz anlamıştım bir şeylerin ters gittiğini. Apar topar çıktım evden. Geldiğimde sadece o vardı, bir de elinde dedesinden kalma tabancası ve göğsünün sol tarafında, aşkla atan kalbinin üzerinde yarası. Boş bir duvarın dibine düşüp kalmış. Beni yanına çağırdı. Sarılmamı söyledi. Ben de yanına çöktüm kafamı omzuna koydum. Biraz zorlansa da elimi tuttu, sanki bir daha bırakmayacak gibi sıkı sıkı tuttu. Ağlıyordum. Göz pınarlarımdan akan hatıraları durdurabilmeme imkân yoktu. Tek yaptığım ellerimdeki ellerini okşamak ve delicesine korkmaktı. Korku. En saf duyguydu kanımdaki. Neden sonra kafamı kaldırıp gözlerine diktim gözlerimi. “Korkuyor musun…” diye döküldü ağzımdan tek solukta yarım bir cümle. “…ölümden?” diye tamamlayamadım. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüp sakallarımın arasından elime damlıyordu. Kaçırdım gözlerimi elime baktım, düşen damlaların yolunu izlemek ister gibi. Uzaktan bir ses kopup geldi o sırada “Çünkü ben çok korkuyorum,” diye. Kendi sesimmiş meğer şimdi fark ediyorum.

Elini uzattı yanaklarıma, gözyaşlarımı sildi. Çenemi tutup kafamı kaldırdı, gözlerinde sanki bir neşe vardı: “Ölüm de pek mühim bir şey değil ki, sen ağlama,” dedi fısıltıyla, yanaklarını ıslatan gözyaşı damlalarına inat tebessüm ederken. “Gözlerimi kapatacağım o kadar.”

Bunları söyledikten sonra kelimeleri onunla beraber zeminde oluşan kan gölüne düşüp boğuldular. O kan hâlâ kurumadı. Meyilli beni de almaya içine. Kim bilir belki bugün benim günümdür, belki de kalkıp giderim birazdan. Geleceği olmayan bir hayatta yaşamak için çabalarım. Düşünürüm belki yalnızca. Geçip giden Pazarların anısıyla, anılarda yaşarım.

Bir Pazar günüydü öldüğünde. Bu mahallede ölümler bile gizli olurmuş, sessizce, kimseye duyurmadan.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler:
İstihdam