12/12/2013 | Yazar: İdil Engindeniz

LGBT hareketi tam da Gezi sonrasında ‘başka bir direniş mümkün’ derken neden kurumsal siyasete bu kadar yaklaşıyor…

LGBT hareketi tam da Gezi sonrasında “başka bir direniş mümkün” derken neden kurumsal siyasete bu kadar yaklaşıyor…
 
“İktidar olmadan dünyayı değiştirmek mi, dünyayı değiştirmek için iktidar olmak mı”[1]
 
Daha uzun süre dilimizden ve referanslarımızdan düşmeyecek gibi görünen Gezi / Haziran Direnişi, LGBT hareket için de toplu bir kamusal açılma ya da kamunun LGBT harekete açılması dönemi oldu. “Peki şimdi ne olacak?” sorusunu herkes gibi LGBT’ler de soruyor. Verilen cevaplardan biri de kurumsal siyasetin sınırlarının zorlanması yönünde… Bu bağlamda, başlıktaki soru da anlam kazanıyor…
 
Gezi Parkı ya da daha genel adıyla Haziran Direnişi’nin en önemli yanlarından biri kalabalık bir kitlenin LGBT’lerin de tam yanı başlarında yaşadığını görmesi oldu, ya da tam yanı başlarında yaşayanların LGBT olduğunu. Direnişin ilk günlerinden itibaren “orada” olan LGBT bireyler hızlıca organize olup hâlihazırda çeşitli dernek ya da grupların içinde yer almayan LGBT’leri de kapsayan bir “LGBT Blok” oluşturdular ve direnişin en ateşli günleri yanında sonrasında da bu isim altında dayanışmanın bir parçasını oluşturdular. Direnişin harının biraz geçtiği ama hafta sonları Taksim’de polis şiddetinin de asla son bulmadığı, bir tür “girmek yasak” zihniyetinin hüküm sürdüğü günlerde, aylar öncesinden temasını “Direniş” olarak belirlemiş bulunan Onur Haftası başladı. Haftanın ilk etkinliklerinden biri de tabi ki Gezi Forumu’ydu. Direnişteki varlıklarıyla çok önemli bir kamusal açılma (coming-out) gerçekleştiren LGBT’ler, LGBT Blok bileşenleri bu forumda “Neler oldu, biz neler yaptık” sorularını konuşurken şunun da altını çizmekteydi: herkes tarafından dile getirilen bu önemli rol, “erkek gibi ön saflarda dövüşmek”ten kaynaklı bir “meşruiyet”e sıkışıp kalmamalı. LGBT’ler zaten var ve varlıkları zaten meşru, bunu kabullenmekte güçlük çekense kurulu düzen (sistem). Bu noktaya biraz sonra yeniden döneceğiz, ama önce Onur Yürüyüşü’nü anmamak olmaz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Taksim’in her türlü eyleme kapatıldığı, polisin eli biber gazında, TOMA’nın, Akrep’in kontağında (sistemin dayatmasının da ötesine geçerek belki de bir tür hınçla) beklediği bir dönemde Onur Yürüyüşü, Taksim’i yeniden “aldığımız” bir an oldu. “Nerdesin aşkım”lar, Galatasaray Lisesi’nin önünde işaret parmağı havada olmak üzere geçen kitleyi seyreden grubun karşısında “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam”a karıştı. Sonrasında, hepimizin aklında olan soru LGBT’ler için de geçerli(ydi): Peki şimdi ne olacak? Döneceğimizi “vaat ettiğimiz” meşruiyet meselesiyle bu soruyu birleştirerek LGBT hareket ve çeperi içinde yaşananları anlamaya çalışacağız.
2000’ler: LGBT hareketin hukukla imtihanı
2000’li yıllar LGBT hareketin hem görünürlük kazandığı hem de neredeyse başını hukuk mücadelesinden alamadığı bir dönem oldu. Devlet açısından LGBT’lere karşı, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde ABD ordusundaki “sorma, söyleme” mantığının uygulandığı, varlıklarının “ciddiye” alınmadığı uzun bir dönemin ardından siyasi konjonktür harekete yeni bir mücadele alanı açtı. Hali hazırda var olan LGBT gruplar (önce Ankara’dan Kaos GL ve Pembe Hayat, ardından Lambdaİstanbul, İzmir’de Siyah Pembe Üçgen, vd.) Avrupa Birliği’nin iktidarın en göz boyayan söylemlerinden olduğu bir süreçte, uyum yasaları çerçevesinde değişen Dernekler Kanunu’na dayanarak dernekleştiler. Daha önceki yazılarda da değindiğimiz üzere, bu süreç tabi ki dikensiz geçmedi, Kaos GL ve Pembe Hayat, neredeyse aynı tüzüklerle kurulabilirken İstanbul Valiliği (evet, valiler değişse de zihniyet değişmiyor) inatla ve ısrarla Lambdaİstanbul’un kapatılması için temyize gitti. Dediğimiz gibi, siyasi konjonktür “kapatılma” yönünde bir karar alınması için elverişli değildi, öyle ki Hürriyet gazetesi bile “AB’yi hedefleyen bir toplumda böyle bir şey olamaz” söylemiyle hareketin destekçilerinden biriydi. Velhasıl dernekler kuruldu ama geçtiğimiz on yılın başı bir tür “kendini devlete resmi olarak kabul ettirme” mücadelesiyle geçti.
 
Bu ilk dönemin ardından hukuk mücadelesi çeşitli alanlarda devam etti: gazetelere hakaret davaları açıldı, Halil İbrahim Dinçdağ gibi örneklerde LGBT’lerin çalışma hakları için mücadele verildi, Ahmet Yıldız davasında “artık öldürülmek istenmiyoruz” dendi. Bütün bunlar kuşkusuz ayrı birer yazı konusu. Yine aynı dönemde süreklilik arz eden hukuk mücadelelerinden biri de “Anayasa’da LGBT kimliği tanınsın” kampanyasıydı. Bu topraklarda vücut bulduğu andan itibaren klasik anlamda siyaset yapmayan ama tabi ki her eylemi siyasi olan LGBT hareketin, tam da o klasik siyasetle flörtü bu süreçte başladı diyebiliriz. Milletvekilleriyle görüşüldü, ilişkiler kuruldu, vekiller LGBT’lerle ilgili çeşitli konularda soru önergeleri verdi, hatta konunun uzunca bir süre Anayasa Komisyonu’nu kilitleyen mevzulardan biri haline geldiği söylendi. Dolayısıyla sadece LGBT’lerin kendisi için değil sola ya da özgürlüklere çeken çeşitli siyasetler için de kurulu düzene karşı bir mücadele alanı söz konusuydu. 2000’ler böylesine birbirine eklemlenen mücadelelerle geçerken örneğin İstanbul’da SPoD (Sosyal Politikalar Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği) LGBT’lere yönelik bir Siyaset Okulu düzenliyor, yerelde ya da genelde LGBT aday olasılıkları konuşuluyordu. Siyasi partiler de kendi cephelerinde artık LGBT meselesini ya tüzüklerinde ifade ediyor ve / veya kendi içlerinde LGBT gruplar oluşturuyor ya da en azından konu hakkında iki çift kelam etmek zorunda hissediyordu.
 
Kurumsal siyasetle yollar kesişirken
Görünen o ki tüm bu birikimler Gezi’yle birleşince, en azından LGBT hareketin bir kesimi de yeni bir yöne doğru ilerlemeye çalışmakta. Özellikle İstanbul’daki grupların (ve gruplardan bağımsız bireylerin) bir araya geldiği (ama başka şehirlerdeki girişimlerin de dışlanmadığı) LGBT Siyasi Temsil ve Katılım Platformu bu yeni aşamadaki, şimdilik, en somut girişim. Yerel seçimlerin yaklaştığı bir döneme girilmiş olmasının da bu konuda etkili olduğunu belirtmekte fayda var. Keza, Platform’un çıkış metni de amacını belirtirken “LGBT hareketinin yıllardır sürdürdüğü mücadelesinden ve Gezi Direnişi’nden aldığımız güçle önümüzdeki yerel seçimleri gözeterek siyasi taleplerimizi ortak bir zeminde buluşturmak, bu taleplerin gözetilmesi, geliştirilmesi ve hayata geçirilmesi için (…)” diyerek bahsedilen tüm unsurların altını çizmiş oluyor.
 
Kurumsal siyasete katılım / müdahale konusunda muhakkak ki çeşitli seçenekler, bazen de tartışmalı konular var. Bunlardan biri de “Siyasette ‘LGBT dostu’ siyasetçiler olması yeterli midir yoksa LGBT olarak açık siyasetçilere mi ihtiyaç var?” sorusu. Doğrusu LGBT hareketin “LGBT dostu” siyasetçiler konusunda bir tür doğal sınırlarına dayandığını söylemek biraz abartılı ama çok da yanlış bir tespit değil. Sol ve sola yakın partiler içinde ciddi bir ilerleme kaydedildiği kesin, hatta daha muhafazakâr yapılarda bile ulaşılabilen kimi isimler var. Bu doğrultuda devam etmek elbette mümkün ama gelinen noktada amaçlanan, LGBT meseleleri bir tür refleks haline getirmek gibi görünüyor ki Gezi’nin bu yöndeki katkısı tartışılmaz.
 
Platformun hedefleri, LGBT’lerin siyasete katılımını engelleyen koşulları ortadan kaldırmak, onları siyasete teşvik etmek, siyaseti homofobik ve transfobik söylemlerden arındırmak vb. çerçevesinde şekillense de aslında ilgili cümlelerden “siyaset” kelimesini çıkartıp “iş hayatı”, “eğitim hayatı”nı ekleyebilir, cümleyle biraz oynayıp “cezaevindeki LGBT’lerin koşulları”ndan da bahsedebiliriz. Velhasıl siyaset “buzdağının görünen yüzü”. Bu yüzle de uğraşmak, sistemi buradan da delmeye, düzeltmeye çalışmak şart tabi, bunun yollarıysa tartışılabilir. 

Yerel seçim deneyimini yaşadıktan (az ya da çok) sonra, Filipinler’de 2010 yılında olduğu gibi burada da bir LGBT parti kurulur mu[2], böyle bir şey gerekli midir bilinmez ama bütün bu gelişmeleri, bu zamana kadar klasik anlamıyla siyasete girmeyen LGBT hareketin, tam da Gezi sonrasında “başka bir direniş mümkün” derken neden kurumsal siyasete bu kadar yaklaştığı sorusunu da unutmadan değerlendirmek gerekiyor. Yeni toplumsal hareketler kurumsal siyasete mi yakınlaşıyor; iktidarı değiştirme / dönüştürme talebi iktidarın kendisine mi yöneliyor; hareket büyüdükçe eylem alanı da mı genişliyor (ve bir kısmı ana akıma yaklaşıyor), bunlar muhtemelen sadece LGBT hareket için değil diğer yeni toplumsal hareketler için de önümüzdeki dönemde üzerinde düşünülmesi gereken konular.(Sosyalist Demokrasi için Yeni Yol, Sayı 6 - QueerMarksizm)

 

[1] BENSAID Daniel, vd, Yazın Yayıncılık, Politika Dizisi, İstanbul, 2006.
[2] Bu noktada, 80’lerdeki Radikal Parti deneyimini de hatırlamak gerek.

Etiketler:
İstihdam