14/08/2012 | Yazar: Nurhayat Köklü

Iron Jawed Angels[*] adlı bir film izledim. Konu, 1910’larda Amerika Birleşik Devletlerinde kadınların oy kullanma hakkı elde etmek için verdikleri mücadeleyle ilgiliydi.

Geçenlerde Iron Jawed Angels[*] adlı bir film izledim. Konu, 1910’larda Amerika Birleşik Devletlerinde kadınların oy kullanma hakkı elde etmek için verdikleri mücadeleyle ilgiliydi. 

EŞİTLİK VE ÖZGÜRLÜK İÇİN İKTİDARIN YAP DEDİĞİNİ YAPMA, TEK ÇARE MÜCADELE
 
Film gerçek yaşanmış olayları anlatıyor. Film eleştirisi yapmak çok üstüme vazife değildir, zaten bir film eleştirisi yapmayı da düşünmüyorum. Ancak bu yıllarda kadınların bu hakkı almak için kurulu iktidara karşı verdikleri mücadele iktidarın günümüzdeki işleyişine ilişkin de bazı ipuçları veriyor. Film bundan 90 yıl önce verilen bir hak mücadelesini ve iktidarın bu mücadeleye karşı aldığı tavrı güzel bir şekilde gösteriyor ve günümüzde iktidarın hâlihazırda verilen hak mücadelelerine karşı aldığı tavrı da iyi bir şekilde yansıtıyor. Aradan geçen zaman ise çeşitli hak taleplerine karşı iktidarın aldığı muhafazakâr tutumun aslında an içinde fark edilemese de aradan zaman geçtiğinde ciddi anlamda eşitliksiz ve özgürlüksüz bir düzeni muhafaza etmeye çalıştığını gösteriyor. Tam da bu nedenden ötürü, bu konuyu biraz irdelemeye değer buldum.
 
Önce kısaca filmden bahsedeyim. 1910’lu yıllarda  Alice Paul ve  Lucy Burns İngiltere’de eğitimlerini tamamladıktan sonra Amerika Birleşik Devletlerine gelirler ve kadınların oy hakkı hareketine katılırlar. Önce orada bu hak için mücadele eden kadınlarla işbirliği yapsalar da çeşitli fikir ayrılıklarından ötürü kendi örgütlerini (Kadınların Ulusal Partisi [National Women’s Party]) kurarlar. Seçimlere çok az zaman kala büyük bir eylem düzenlerler. Öncesinde dönemin Devlet Başkanı Wilson ile görüşürler ve Wilson gündemlerinin o olmadığını, bunu gündeme taşıdıklarında oy kaybına uğrayabileceklerini, o nedenle bunu gündemlerine almayacaklarını belirtir. Erkeklerin büyük bir kısmı kadınlara kesinlikle oy hakkı verilmemesi gerektiğini düşünmektedir. Kadınların bir kısmı bunun neden gerekli olduğunu zaten anlamazsan, bir kısmı ise karşı çıkmaktadır. Eylem sorunsuz başlasa da sorunsuz bitmez ve yaklaşık 100 kadın ağır şekilde yaralanıp hastaneye kaldırılır. Çünkü erkeklerin taşlı sopalı saldırısına maruz kalırlar. Seçimler erkeklerin oy kullanarak yöneticilerini seçmeleriyle son bulur, ancak Alice Paul ve  Lucy Burns tahmin edileceği gibi mücadeleyi bırakmazlar. Tarih 1917’dir ve Amerika Birleşik Devletleri resmen 1. Dünya Savaşına dahil olduğunu açıklamıştır ve Almanya’ya karşı savaş ilan etmiştir. Böylesi bir durumda kadınların verdiği oy hakkı mücadelesi sekteye uğrasa da Alice Paul ve  Lucy Burns’un kurduğu Kadınların Ulusal Partisi (National Women’s Party) mücadeleyi bırakmaz ve her gün bir grup kadın pankartlarıyla Beyaz Saray’ın önünde nöbet tutmaya başlar. Sonra bir grup kadın tutuklanır ve “trafiği engellemekten” suçlanır. Islah evine gönderilir. Bir süre sonra aralarında Alice Paul’un da bulunduğu başka bir grup kadın tutuklanır ve aynı nedenle aynı ıslah evine gönderilir. Orada açlık grevine başlarlar ve gayriinsani, sağlıksız yöntemlerle zorla beslenirler. Çeşitli işkencelere maruz kalırlar, hücre cezasına çarptırılırlar. Nitekim bir süre sonra serbest bırakılırlar ve cezaları sona erdikten kısa bir süre sonra, 26 Ağustos 1920 itibariyle kadınlar Amerika Birleşik Devletlerinde oy hakkı elde ederler. Dönemin Devlet Başkanı Wilson ise tüm kadınlardan özür diler.
 
Her ne kadar Türkiye Cumhuriyetinde biz kadınlara bu hak tepeden bir şekilde verilmiş olsa da, “özgürlükler diyarı” ABD’de kadınların oldukça çetin mücadelesiyle alınmış. Oysa günümüz dünyasında kadınların oy kullanmadığı modern bir hukuk devleti düşünülemez. Siz düşünebiliyor musunuz? Ben düşünemiyorum. Lakin o dönem, iktidarın, -iktidar derken yalnızca devlet egemenliğinden ya da devlet yönetimindeki egemen siyasi duruştan değil, toplumsal algıda egemen olan normatif formasyondan da bahsediyorum- kadınların oy kullanması, tam bir delilik, saçmalık, gereksizlikmiş, kadınların oy vermesi toplumu yoldan çıkarırmış, kadınlar siyasetten anlamazmış, evinde çocuklarını büyütmeleri, kocalarına hizmet etmeleri gerekirmiş yönünde.
 
İktidarın işleyişi ki yine iktidarı yalnızca devlet egemenliği olarak makro düzeyini değil, gayet insan ilişkilerine kadar inen mikro düzeyini de işaret ederek kullanıyorum, pek değişmiş değil aslında. Şu an verilen çeşitli hak mücadeleleri iktidar tarafından benzer şekilde ve benzer nedenlerle reddediliyor ve aynen yukarıdaki filmde olduğu gibi zaten olması gereken bir şey baskın toplumsal algıda herhangi bir alana ne yazık ki sahip değil.
 
Bu filmi ve iktidarın çeşitli eşitlik ve özgürlük taleplerine karşı aldığı tutumu göz önünde bulundurarak, Türkiye Cumhuriyeti adı verilen coğrafyaya kısaca bir kuşbakışı bakmakta yarar görüyorum. Şu anda ve aslında uzun süreden beri bu coğrafyada en büyük hak mücadelesi Kürt Halkı tarafından veriliyor. Kürt Halkının TC’den çeşitli hak talepleri var, ancak bu hak talepleri hem devlet tarafından reddediliyor hem de bu hak talepleri baskın toplumsal algıda tehlikeli, yıkıcı, bölücü vs… olarak görülüyor. Bu uğurda mücadele veren insanlar ya da bu mücadeleye destek veren insanlar terörist ilan ediliyor. Bu coğrafyada kurulu düzeni bozmakla suçlanıyor. Ancak yukarıda da söz ettiğim gibi bu coğrafyada oldukça eşitliksiz ve özgürlüksüz bir düzeni muhafaza etmeye çalışan iktidar, özgürlüğe ve eşitliğe yönelik hak taleplerini şiddet dolu bir şekilde reddediyor. Bu coğrafyada yaşayan Kürt Halkının istedikleri haklar verildikten bir süre sonra “iktidar” tarafından da görülecek ki eşitlik ve özgürlük için durumun zaten böyle olması gerekiyor.
Madem hal böyle, kuş bakışı bakmaya devam edelim. Eşcinsellerin de bu coğrafyada yaşayan insanlar olarak çeşitli hak talepleri var ve bu hak talepleri de iktidarın hem makro düzeyinde hem de mikro düzeyinde kah görünmez kılınmakta kah sapkınlık olarak tanımlanmakta. Devlet tarafından çeşitli yasal düzenlemeler yapılmadığı gibi cinsel yönelimi heteronormatif formasyonun dışında olan insanlar için toplumsal algıda da herhangi bir alan yok. Ancak yine iddia ediyorum ki eşcinsellere ya da transseksüellere yönelik ilgili yasal düzenlemeler yapıldıktan bir süre sonra, hem insanlar arasındaki ilişkilerin yasal olarak düzenlenmesi neticesinde pek çok sorunun önüne geçilecek hem de toplumsal algıda eşcinsel ya da transseksüel olmak bir yer edinecek ve normal hale gelecek. Zira en yüzeysel haliyle eşcinsel evliliklerin yasal olduğu ülkelerde, iki kadının ya da iki erkeğin bir aile kurması çoktan normalize olmuş durumda. Ancak, gey hareketleri tarihine bakıldığında da bu hakların öyle çok kolay bir şekilde alınmadığı ya da en başında iktidarın nasıl şiddetli bir şekilde reddettiği görülüyor. Alındıktan az bir zaman sonra ise zaten bunun böyle olması gerektiği anında kabul ediliyor.
 
Nasıl 90 yıl önce kadınların oy verme hakkı yokken, kadınların oy kullanması saçmalık, delilik, gereksizlik olarak kodlanmışsa, şu an verilen hak mücadeleleri de benzer şekilde ötekileştirip sanki anormalmiş olarak kodlanıyor. Oysa o haklar elde edildikten ve uygulanmaya başlandıktan çok kısa bir süre sonra çok açık bir şekilde görülüyor ki zaten öyle olması gerekiyor, zaten aksinin insanlık dışı, insanlığa aykırı olduğu hemen anlaşılıyor. Eşitlik ve özgürlük vaadiyle kurulan modern toplumun eşitliğinin ve özgürlüğünün yalnızca söz konusu toplumun beyaz erkeklerine ait olmadığı verilen her bir hak mücadelesinde daha iyi görülüyor. Eşitlik ve özgürlük, eşitliksiz ve özgürlüksüz düzeni muhafaza etme gayretinde olan iktidarın alanını her işgal ettiğinde “eşitlik” ve “özgürlük” kavramları biraz daha gerçek dünyada, her birimizin hayatında kendine bir yer ediniyor. O nedenle, her birimizin iktidarın yap dediğini yapmaması, eşit ve özgür bir dünya için mücadele etmesi gerekiyor. 

Etiketler:
İstihdam