10/11/2011 | Yazar: Ali Baydaş

Cinsiyetçilik, ister ‘muhafazakâr’ olsunlar, ister ‘modern’, hemen tüm bürokratların iliklerine işlemiş. Bir de utanmadan kalkmış, medyayı ve kamuoyunu suçluyorlar.

Kafka ya da Orwell günümüz Türkiye’sini görebilselerdi, muhtemelen “bu kadarını ben bile hayal edemezdim” derlerdi. Bir ülke düşünün ki, bir katile verilmesi istenen ceza, davadaki usulsüzlükleri yazan gazeteciye istenenden daha az olsun. On üç yaşında bir çocuğa tecavüz edenlere, “çocuğun rızası” olduğu gerekçesiyle ceza indirimi yapılsın. Sokak ortasında karısını döven adamı engellemeye çalışan iki genç hem dayak yiyip, hem de hapse atılırken, kocanın cezası ertelensin. Eh, bu durumda, ‘cinsiyetçilik ve kadın erkek eşitliği’ üzerine ders veren bir profesörün de, terör örgütü üyeliği suçlamasıyla tutuklanması, şaşırtıcı olmasa gerek. Anlaşılan, devletin pusulası, doğru ile yanlışı ters gösteriyor.

N. Ç. davasında verilen karar, yargının cinsiyetçiliği konusunda nihayet kamuoyunun bardağını taşırdı. Anadolu’nun herhangi bir yerinde, yörenin bazı asker, tüccar ve bürokratlarının düşkün bir çocuk ele geçirdiklerinde, görünüşte savundukları değerlerin tam aksine, birer çocuk tecavüzcüsüne dönüşmelerinin ilk örneği değildi bu. Kültürümüzde iktidar olgusuyla yaşanan hastalıklı ilişki ve Türkiye’de devletin ülkeyi bir iç sömürge olarak görmesi, bu caniliğin nedenleri üzerine düşünürken, önümüze bir perspektif açabilir. Passolini’nin, ‘Salo, Sodom’un 120 Günü’ adlı filmiyle olan benzerlikler de, hastalığın başka bir boyutuna işaret ediyor. Filmde devlet, dörtlü bir çete olarak tanımlanıyor: tüccar, politikacı (ya da bürokrat), asker ve din adamı. Bunlar yöre halkının çocuklarını kaçırıp, tecavüz ediyorlar. Metaforik olarak İtalya’da, faşizmin hâkimiyetindeki devlet anlatılıyor olsa da, anti-demokratik rejimlerin genelinde bu dörtlünün, halkın çıkarlarına karşı işbirliği içinde oldukları ve masumiyetin ‘ırzına geçtikleri’ söylenebilir.

Kadınlara, eşcinsellere, travestilere yönelik cinayet ve şiddet olaylarında da zanlılara, ‘tahrik’ ya da ‘iyi hal’ gibi gerekçelerle ceza indirimi yapılması, çoktan rutin haline gelmişti. Geçen birkaç yıldaki örneklere bakmak, yargının cinsiyetçiliğinin kronik bir durum olduğunu açık seçik gösteriyor. Artık şu gerçeği net olarak görüyor ve ‘yüce adaletinize’ güvenmiyoruz! Hâkimleri ve savcıları hukukçu değil de, devletin bekasının ve erkek egemenliğinin maaşlı bekçisi olan bir ülkede yaşıyoruz. Bütün gezegende adaletin tarafsızlığının simgesi, elinde bir terazi tutan Adalet Tanrıçası’nın gözünün bantlı olmasıdır. Türkiye’deyse, bunun yerine yapılan heykelin gözleri açık bırakıldı.
 
Cinsiyetçilik, ister ‘muhafazakâr’ olsunlar, ister ‘modern’, hemen tüm bürokratların iliklerine işlemiş. Bir de utanmadan kalkmış, medyayı ve kamuoyunu suçluyorlar. “Yasaları bilmeden” konuşuyormuşuz; “yaygara” yapıyormuşuz. Pes yahu! Yasaları işinize geldiği gibi uygulayın, yeri gelince, alenen çiğneyin; sonra da “napalım, yasalar böyle” deyin. Yasalar aynen uygulanacak olsaydı, bir bilgisayar programı kullanırdık; size gerek olmazdı.Yorum yaptığınız zamansa, hukuku ve kamu vicdanını katlediyorsunuz. İnsan olmak hukuk fakültesinde öğrenilmiyor ki...
Yargının Cinsiyetçiliğinden Örnekler
 
2007 - Yargıtay verdiği kararlarla “Medeni Kanun Mal Rejimi”nde yapılan değişikliği yok sayarak, yasaları çiğnedi: Bir davada, “çalışmayan kadının edinilen mallara katkıda bulunduğuna dair kanıt yok” diyerek, ev kadınlarını hem aşağıladı hem de haklarını gasp etti.
Başka bir davada kocasından şiddet gördüğünü söyleyerek boşanmak isteyen bir kadına, erkeğin öne sürdüğü  “eşim temizlik yapmıyor, ev işlerini aksatıyor” iddiası üzerine yerel mahkemenin verdiği tazminatı kaldırdı.
 
2008 - Adalet Bakanlığı komisyonuna katılan Yargıtay 5’inci Daire temsilcilerinin önerileri:
-“Tecavüzcü, tecavüz ettiği kişiyle evlenirse, cezası indirilsin”.
-“Eşe tecavüze verilen 7 yıla kadar hapis cezası, 6 ile 1 yıl arasına insin”.
-“Evlilik yaşı 17’den 14’e insin”.
-“Gönüllü ilişki yaşı 14’e indirilsin” (bu tür talepler hep heteroseksüel ve muhafazakâr kesimden geldiği halde, aynı kesimin ‘eşcinsellerin, çocuklarını baştan çıkaracağı’ suçlamaları yapmalarıysa, arsızlığın son raddesi olmalı).
 
Yargıtay 1. Ceza Dairesi, töre cinayetlerinde ‘aile meclisi kararı’ alınmış olmasını şart koştu. Yargıtay’ın bu kararına göre, cinayetin ‘aile meclisi’nin verdiği karar sonrası işlendiği ispatlanmazsa sanıklar ‘töre’ suçundan hüküm giymeyecek ve daha az ceza alacaklar. Ayrıca, suça azmettirenlerin beraat etmesinin de önü açılacak.
 
2009 - Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin bir kararına göre, evlenecek kadının bakire olması gerekiyor.
 
Bu ilkel zihniyet devlete egemen oldukça, demokratik bir anayasa yapsanız kaç yazar? Yüksek yargısının yasaları bizzat çiğnediği, AİHM’de mahkûm olma rekorları kıran ‘Cemahiriyemiz’in gayrı resmi ama gerçek inancının, Pagan tanrılarından birine, simgesi penis olan  ‘Bereket Tanrısı’na olduğunu düşünmemek elde değil.
 
Elbette yargı çalışanları içinde, bu tabloya uymayan istisnalar da var ama istisnaların varlığı, adaleti sağlamıyor. Bir toplumun, ülkedeki adalet sistemine olan inancını kaybetmesi, iktidarların meşruiyetini zedeler zira hukuksuz bir devlet, mafyadan başka bir şey değildir.
 
Bu arada, Dünya Ekonomik Forumu (World Economic Forum) Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Raporu 2011’i yayınladı. Bu yıl altıncısı yayınlanan ve 135 ülkenin incelendiği raporda Türkiye 121. sırada yer alıyor. Geçen hafta açıklanan, BM Kalkınma Programı 2011 İnsani Gelişme Endeksi’ne göreyse,  Türkiye ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi’nde, 77’nci sırada yer alıyor. 

Etiketler:
nefret