31/08/2015 | Yazar: Esra Güleç

Baronun bir kadını savunması için atadığı avukat karşımızda bize din dersi veriyor, hukuktan tek kelime bahsetmiyordu.

Hepimiz biliyoruz ki, bu ülkede adalet dedikleri kavram yalnızca iktidar olan güçlerin hakkını koruyor, egemen olanın gücüne güç katıyor.

Hukuk alanında da, yine her alanda olduğu gibi hem sınıfsal eşitsizlikler, hem cinsiyet eşitsizlikleri karşımıza çıkıyor.

Burada özellikle, kadınların ve ekonomik özgürlüğü olmayan kadınların, çok daha fazla bu durumdan etkilendiğini görüyoruz.

Yıllardır hepimizin aşina olduğu, devletin her dönem vurguladığı demokratik, sosyal, hukuk devleti hikayesinin, yalnızca bir hikayeden ibaret olduğunu, gerçekten hak aramaya çalıştığımız anda çok net bir biçimde anlamaya başlıyoruz.

Bunu çok yakın bir tanıdığımın hukuk mücadelesinde yanında olmaya çalışırken deneyimledim ve devletin gerçek yüzüyle bir kez daha karşılaştım.

Hiçbir geliri, malı mülkü olmayan ve ataerkil sistemde zorla evlendirildiği erkekten kurtulmak için uğraşan kadınların kurtuluşunun kat be kat zor olduğunu elbette biliyor olmalısınız. Peki bu süreçte kadınlar neler yaşıyor dersiniz?

Size anlatayım: fiziksel şiddete maruz kalmadığınız sürece çoğunlukla size kimse inanmıyor ya da bütün hayatınızı didikleye didikleye sorguluyorlar. Yıllardır sizi yıpratan bir evliliğin sonlanabilmesi için bütün bu süreci hayatınızı didikleyen ve size inanmayan devletin “yüce!” kurumlarına anlatırken, yeniden ve yeniden yaşıyor ve o travmaları bir kez daha yaşamış kadar oluyorsunuz.

Hem kalacak bir yer bulabilmek için, hem de boşanabilmek için devlete maddi durumunuzun ne kadar kötü olduğunu ispatlamak zorundasınız elbette. Yoksa onların saraylarda oturması onların sorunu değil. Siz kazara bir mal sahibi olur da devleti sömürürsünüz falan, sonra onlar saraylar inşa edecek parayı size vermek zorunda kalırlar. Bu maddi durumun ispatlanabilmesi içinde yaklaşık 4 devlet kurumunu dolaşmanız gerekiyor. Tabi önce adliyede yer alan baroya gidiyorsunuz ve orada adli yardım bürosu ile konuşuyorsunuz. Orada hukukçu olmanın verdiği özgüven patlamasıyla sizin üzerinizde iktidarını yeniden ve yeniden inşa eden bir görevli ile karşılaşabilirsiniz. Görevli ile konuşurken hiçbir şey gizli kalmıyor. Şöyle ki, görevli ile görüşmeyi gerçekleştireceğiniz odanın kapısını kapatmanız yasak ve siz anlatmaya dahi çekindiğiniz sorununuzu anlatırken bir anda bir başkası içeri girebiliyor veya kapının önünde sırada bekleyen herkes sizin yaşadıklarınızı dinleme şansına erişiyor.

Buradaki görevli sizin anlattıklarınıza ikna olursa, sizi sosyal araştırma yani maddi durumunuzu ve mal varlığınızı gösteren belgeleri almanız için gerekli yerlere yönlendiriyor.

O anda yakınımla birlikte o devlet dairelerini dolaşırken aklımdan şunlar geçiyor:

Tekerlekli sandalye kullanan bir kadın bu binalara nasıl erişebilirdi acaba? İşaret diliyle konuşan biri, buradaki insanımsı varlıklarla nasıl konuşabilirdi? Kör bir birey bağımsız hareketi de çok iyi değilse, hatta hiç yoksa ve böylesine bir hukuk mücadelesine ihtiyacı varsa, nasıl çıkabilirdi bütün bu işlerin içinden tek başına? Peki bir trans kadın için farklı mı olurdu bu durum? Her adımında maruz kalacağı tacizin boyutunu, memur adı altındaki varlıkların dalga geçişlerine ne kadar katlanılabilirdi? Kürt kadını için de aynı sorun var. Türkçe bilmediği için bu kurumların hiç birine derdini dahi anlatamıyor. Gitse anlatamayacak ve sonra birileri soracak yine: “Bu Kürtler de ne istiyorlar canım, Kürt milletvekili bile var, daha ne istiyorlar? Ana dillerini de konuşmayıversinler, evlerinde konuşuyorlar zaten, devletin kurumunda Kürtçe mi konuşulurmuş hiç ama!” ve bu liste böyle uzar gider. Biz de bunun adına devletin kurumunda kendisine yer bulamayan tüm ötekiler listesi demekten alamayız kendimizi.

Bunlar dramatize etmek için yazılmıyor. Öyle de algılayabilirsiniz. Ama tabi bir de karşılaşılabilecek koşulları ve insanları düşündüğümüzde maalesef ama maalesef bunlar dramatize edilmek için yazılmıyor. Gerçeğin ta kendisi olduğu için yazılıyor. Bunu anlayabilirsiniz diye düşünüyorum.

Evet bütün bu süreci tamamlıyorsunuz ve tekrar adliyeye dönüyorsunuz. Sizi bir kurula alacaklarını söylüyorlar ve bu kurulda neden avukat istediğinizi, neler yaşadığınızı yeniden bir de kurula anlatıyorsunuz…

Kurul gününden bahsetmek istiyorum biraz da; kurul için gelen toplam 17 kişi vardı ve sadece 1 kişi erkekti. Tanıdığım, dinlediğim kadınların çoğunun derdi aynıydı: tabi ki koca zulmü! Bunun fiziksel olmasına gerek yok. Ruhsal olarak kadınları öylesine yıpratmışlar ki, oraya gelebilen kadınlar, cesaretini koruyabilen, bir yakınından güç alan, az çok bilgisi olan kadınlardı.

O kadınlarla avukatlar atandıktan sonra görüşemedim ne yazık ki! Ama yakınıma atanan avukattan bahsetmem gerekirse, o tam bir faciaydı…

Avukatın kim olduğunu öğrenmek için yine adliyeye gittik ve atanan avukatın ismi bir erkek ismiydi. Ön yargılı olmak istemedim. Olmamak için çok uğraştım ama önyargılarımda hiç yanılmadım maalesef!

Bizi savunacak o avukatla görüşmeye gittiğimizde, kurtulmak istenen erkekle aynı kafada bir kafa ile karşılaştık.

Bize bu işin barışarak çözülebileceğinden bahsediyor, peygamberlerin sözlerinden kesitler söylüyor, kocasının şiddetine katlanırsa cennetlik olacağını anlatıyordu.

O an tüylerim ürpermeye, kanlar beynime sıçramaya başladı. Nasıl cırladım nasıl cırladım şu an hatırlayamıyorum bile.

Baronun bir kadını savunması için atadığı avukat karşımızda bize din dersi veriyor, hukuktan tek kelime bahsetmiyordu.

Kadının dava açmaması için ikna etmeye çalışıyor, fiziksel bir belirti görmediği için kadının yalan söylediğini savunuyordu.

Evet evet, bu devletin bir kadını savunması için atadığı bir avukattı.

Şaşırdım mı? Hem şaşırdım, hem şaşırmadım.

Hani bir şeyi ne kadar kabullendiğinizi zannetseniz de, bir sonraki durumda yine şaşırır, yine şok olursunuz ya, o tuzağa düşmek istemezsiniz ama yine düşersiniz ya işte tam da öyle bir his içerisindeydim.

Ben kendisini uyarmaya çalıştıkça, o bize dinden dersler vermeye devam etti. Sanki bir avukatın değil de bir cami imamının yanına gitmiş gibiydik.

Kendi babasının, annesinin dizini kestiğini, annesinin buna katlandığı için cennetlik olacağını söylüyordu. Evet evet, bunları söyleyen biri çıkıp kadının hakkına sahip çıkacak ve kadını savunacaktı. Yani baro, devlet ve adalet sarayları buna inanıyordu.

Kim bilir kaç kadın böyle ikna ediliyor, böyle sindiriliyordu bu ülkede…

Bütün bunlara şahit olurken, bu güne kadar okuduğum tecavüz davaları ve o davalarda çıkan kararlar geldi aklıma birer birer. Düşündükçe tüylerim ürperdi yine. O kadınlardan neler neler istenmişti kim bilir!

Tecavüzü erkek beyinlere ispatlaması gereken kadınlar vardı bu ülkede. Bundan sonra kaç kadın daha bu uygulamalara maruz kalacaktı?

Facebook hesabımı isteyip, oradan kendisine “kız!” bulacağını söyleyen, din dersleri veren bir avukatla karşı karşıya kalmışken, kim bana bu ülkede umutlanmamı söyleyebilirdi ki?

Biliyorum, farkındayım, içinize korku tohumları ekiyorum. İçinizdeki umutları yok ediyorum yazdıklarımla belki. Hayır derdim bu değil aslında.

Bu süreçte şunu fark ettim: kadınlar birbirinden öylesine uzak ki, birbirlerinin yaşadıklarının aslında aynı şeyler olduğundan o kadar habersiz ki, aslında güçlerini birleştirdiklerinde neleri değiştirebileceklerinin farkında değiller.

Her farklılıktan kadınların birlikte örgütlenmeye ve birbirini daha çok anlamaya ihtiyacı var. O kadar çok ihtiyacı var ki buna, eğer kadınlar birbirine sahip çıkmazsa, hepimizi birer birer yok etmeye devam edecekler.

Ayaklanma, isyan etme, birbirimizle gerçekten ama gerçekten kenetlenip güçlerimizi birleştirme zamanımız çoktan geldi de geçiyor bile. 


Etiketler:
nefret