15/06/2017 | Yazar: Umut Erdem

Beyoğlu Sineması’nın kapanacağı duyurusuna karşı çabalamaya, direnmeye devam etmemiz, İstanbul’un hâlâ bizlerin olduğunun bir resmi.

Beyoğlu Sineması'nın kapanacağı duyurusuna karşı çabalamaya, direnmeye devam etmemiz, İstanbul'un hâlâ bizlerin olduğunun bir resmi.

Sinema da sinefillik de festival takipçiliği de yabana atılacak şeyler değildir. Sadece bir boş zamanı değerlendirme etkinliği de değildir hiçbiri. Ciddi emek, uğraşı isteyen ve gerçekten tutkuyla ilgili meselelerdir. Sinema her “yiğidin” harcı değildir. Bunu sanırım genç, dinamik, yeni kan ve bağımsız sinema dilini kullanan ve bu paralelde ürünler ortaya koyan sinemacıların kendilerini var etme alanlarını gasp eden cinemaximum gibi sinema salonlarında en çok gördüğümüz filmlerden anlayabiliriz. Buraları, sinemayı tekelleştirmek için biçilmiş kaftan olarak gören para “baba”larının dümenini oluşturur. Rahat koltuklar, koskocaman ve son kalite ekranıyla, buradan yansıtılan 3D'nin artık old school kaldığı ve 4D'ye taşındığı filmleri gösteren bu sinema salonlarında, film festivali zamanı dışında asla bağımsız, deneysel filmleri görmeyiz. Muhakkak yapım sürecinde üzerine çok para akıtılabilmiş, sponsor olarak arkalarına sağlam isim ve kurumları alabilen, Kültür Bakanlığı'nın onay verdiği, destek attığı, film yapımına dair tek bir form dayatan film dağıtımcılarının gösterdiği filmlerdir. Genellikle yüksek bütçelilerdir. Toplumun diye yutturulmaya çalışılan iktidarın hassasiyetlerini okşadığı için omuzları kaçıncı virgüle kadar uzanan 0'lara sahip paralarla sıvazlanan...

Film izlemek güzeldir, sevgilinle, arkadaşınla, ailenle, yalnız gittiğin (araştırmalara göre neredeyse hiç bu şekilde gerçekleştirilmiyor olsa da) zamanını geçirdiğin bir etkinlik. Nizam Eren'in yaptığı araştırmaya göre televizyon yokken ülkede sinemaya gitmek bir yaşam biçimi. Televizyon hayatımıza girdikten sonra halkın yüzde 75'i planlayarak ve film seçerek sinemaya gidiyor. Fakat sinemaya en çok ayda ortalama 2 bin liralık geliri olanlar gidiyor. Yılda 400'ün üstünde yerli-yabancı filmin gösterime girdiği, 60 milyon biletin kesildiği Türkiye'de tahminen 6 milyon kişi film izliyor. Genellikle insanların evlerine yakın yerlerdeki sinema salonlarını tercih ettiğini hatırlatmak gerek.

"Türkiye'den sinemacıların bağımsız, politik, deneysel film yapma çabalarına karşı duruşa çok sert koşullar eşliğinde tanık oluyoruz. Kendi ülkesinden çıkmış filmleri en çok izleyen ülke olarak kayıtlara geçiyor Türkiye. Örnek vermek gerekirse, Türkiye'de geçtiğimiz yıl en çok izlenen filmlere baktığımızda şu filmleri görüyoruz: Dağ 2, Kardeşim Benim, Dedemin Fişi, Osman Pazarlama, Görümce, Kolpaçino 3. Devre, İkimizin Yerine, Kocan Kadar Konuş: Diriliş, Çakallarla Dans 4.

Bu filmlerin ortak özelliklerini tek bir kelimeyle açıklamak zor fakat yine heteroseksizmin, “normal” erkekliğin kutsandığı, stereotip kadın ve erkek rollerinin yaratıldığı, komedinin homo/bi/transfobiyle yaratılmaya çalışıldığı ve bu suçları meşrulaştırdığı, militarizmin kahramanlık destanını izlediğimiz, bize başka bir dünya tahayyülü pek vermeyen, gişeye oynayacağına kesin gözüyle bakılan filmler.

Peki, neden bu özelliklerin dışında art house diye tanımlayabileceğimiz, ana akımın dışında olarak tariflenen, bağımsız, daha çok festivallerde gösterilmesine alışık olduğumuz filmleri çoğunlukla festival harici beyazperdede göremiyoruz? Neden çok sinema salonunda, çok kopyayla vizyona giremiyor?

Beyoğlu sinemasının kapatılma süreci de tam burada devreye giriyor.

Ben İstanbul'a ayak bastığım ilk zamanları, pek çok filmi izleyeceğim, festivalden festivale koşarak geçireceğim şeklinde düşlemiştim. İstanbul'da yaşayan ve o zamanlar benim gibi sinefil olan kuzenimin heyecanla İstanbul’la ilgili kulağıma fısıldadığı, İstanbul'a yerleşmek için bende motivasyon kaynağı oluşturduğu gerçek buydu. 2009'da İstanbul'a geldiğimde gerçekten abartmıyorum, bunları yaşayacağım zamanları iple çekiyordum. Ama yalnız başıma gitmekten biraz çekiniyordum, anlarsınız beni, ilk defa İstanbul'a geliyorum, artık burada bir hayat kuracağım sonuçta. İnsan yalnız kalmayı savunmasızlık olarak görüyor o zamanlar, hiç tanımadığı bir şehrin karşısında. Bu sebeple kaçırdığım Film Ekimi sebebiyle de Emek sineması'nda asla film izleyememiş olmak içimde kalan bir ukte, kalbimde açılan bir yaradır. İstanbul'un en büyük ve bir o kadar da görkemli sinema salonuydu Emek. İstanbul Film Festivali'nin kaçınılmaz olarak açılışını yaptığı salon. 80'lerden sonra ilk kez 1 Mayıs'la ilgili etkinliğini yaptığı salon. Emek'in o zamanki aurasını, insanlara film izleten şeyi, kendisini bir kat yukarı çıkarmak suretiyle yerine Grand Pera'nın inşa edildiği şey karşılayamaz bana kalırsa. Çünkü o atmosfer bambaşka. Yani bu tür, müstakil olarak adlandırılan sinema salonlarında film izlemenin izlenilen filmin dokusuyla bütünleşmekle bir ilgisi var.  Benim için en azından öyleydi ve çok daha önemlisi bu konuda yalnız olmadığımı gayet iyi biliyorum. Emek'in yıkılma kararından itibaren 3 sene süren Emek direnişi kefilim. Belki Emek'te hiç film izleyemedim ama Yeşilçam'a gittim, Beyoğlu'na zaten gidiyordum, hatta en son yine Beyoğlu sineması'na gittim film izlemeye. Atlas özellikle film festivallerinde vazgeçilmezim ve İstiklal'deki henüz kapanmamış birkaç müstakil sinemalarla Kadıköy’deki Rexx'i de unutmamak lazım. Bu salonlarda film izlemek, filmle aranda film izleme “lüksü”nden çok daha öte bir şekilde filmle bir bağ kurarak filme dair bir hafıza yaratmış oluyorsun. Atlas'ın o balkonlu, amfiye benzeyen, o geçmişten kendisini koparmamış dokusuyla çepeçevre bir haldeki salonunu, orada izlediğim neredeyse hiçbir filmi, yaşadığım hiçbir anıyı unutmuyorum. Beyoğlu'ndaki sinema salonunun duvarlarındaki çizimlere dalıp gittiğimi, o tontiş amcanın bana yer göstermesini, samimiyetini... Oradan mısır almak bile başka bir iletişim yöntemi. Rexx'de koşarak filme yetişme çabamın oluşturduğu anın bile bir anlamı var. Film festivalleri benim için böyle salonlar arasında mekik dokuyarak film izlemekle daha keyifli ve çok daha anlamlı. Festivali festival yapan şey bu sinemalar. AVM içindeki salona film izlemek için gittiğimde biraz daha buruk oluyorum. Çünkü gerçekten klişe gibi gelecek olsa da anlatılmaz yaşanır bir tat var, saydığım müstakil, geleneksel tekli salona sahip sinema salonlarında film izlemenin. Sinemayı büyülü yapan şey de zaten bu değil mi?

İşte tekelleşmiş film endüstrisinde artık seyirciye sunulan ve kendilerinden beklenilen onların sinemayı büyüleyici bulması değil. Nasıl kolay yoldan para kazanırım sisteminin geliştirilmesi.

Türkiye'deki sinema endüstirisi ülkemizde nasıl bir gidişatla büyüyor ve seyirci çekiyor?

Şimdi şöyle ki Kapalı Gişe isimli belgeselde de anlatıldığı gibi üç büyük dağıtımcı şirket var, üçünün endüstri içindeki toplam payı % 70'ken bu üçü arasında başı çeken Mars Group payın % 50'sine TEK başına sahip. Bu ne demek? Bağımsız filmlerin hayatta kalmasına şans asla verilmiyor demek. Tamamen bir kişinin ya da bir kurumun tekelinde, düzenli bir denetim düzenleme sistemi ve ilkesi belirlenmeksizin ve buna uyulmaksızın GELİŞİGÜZEL, belirli bir ÇIKARA hizmet eder pozisyonda hangi filmlerin gösterime gireceği belirleniyor. Her şey bunu belirleyenin iki dudağının arasına bakıyor. Ülkede yeni film metodları deneyerek bir şeyler üretmeye çalışan, ana akım dışında hayatta kalmaya çalışan emekçilerin filmleri, izleyiciyle buluşmasının gerek olmadığı filmler kategorisine konuluyor ve bu filmlerin daha az kopyayla, çok çok daha az salonda, çok daha az zaman aralığı içinde gösterime girmesi uygun görülüyor. “Sen bu ağın dışındasın, FESTİVAL FİLMİSİN, bu yüzden filmini DAĞITMIYORUZ. AVM'lere, şu bölgelere girmiyoruz” diyorlar. Aslında koskocaman bir ihlâl var ortada, girişim özgürlüğüne, küçük üretici ve yaratıcının kendisini ifade etmesinin ihlali söz konusu. Sinema yapma, sinemacının kendini ifade etme özgürlüğünün değil, tahakkümün, bir para babasının sinemayı yönlendirici işlevde olduğuna tanıklık ediyoruz bu şekilde.

Pelin Esmer filmlerinin (11'e 10 Kala ve Gözetleme Kulesi) dağıtıma sokulmasının kendisine nasıl bir lütuf olarak aksettirildiğinin, yalvara yakara filmlerini gösterecek salon bulduklarının ama “şansa” buldukları salonlarda gösterilen filminin yeterli para kazandırmayacağı düşünülerek gösteriminin habersizce iptal edilip yerine dağıtımcının cebine daha çok para sokacağı düşünülen başka filmin hilekârlıkla, düzenbazlıkla gösterildiğini anlatıyor. Belgeselde Onur Ünlü'nün açıklaması ise durumu en naif ve kısa-öz bir biçimde tarifliyor: “Umurlarında değiliz, öyle böyle umurlarında değiliz değil. Dehşete düşüyorsun. Senin yaptığın filmin yurtdışında bilmem ne yapması, ödül almış olması, seyircinin o filmi talep ediyor olması falan. HAYIR! Bir bilet fazla satacaksa ‘Sevimli Civciv’ filmini koyar, seni almaz oraya.”

Bu tür filmlerin gösterimde kalmasını belirleyen şey, filmlerin ilk 2-3 günde çekebildiği izleyici sayısı. Bu, kendisinin GELİŞİGÜZEL belirlenen sınırın aşağısında kalırsa gösterim şansı bulamayacağı anlamına geliyor. Peki, ne oldu o kadar emeğe şimdi? Üstelik Sevil Demirci'nin belirttiği gibi dağıtımcının sanal kopya bedeli alma şartına karşılık olarak yapımcının ve filmin, gösterime giremeden borçlanma durumu ortaya çıkıyor. Kimin için film yapılıyor? Dağıtımcı şirket için mi? Salon sahibi için mi? Çünkü film hiç bilet satmasa bile bu süreçten kâr elde edip cebine para dolduran salon sahibi oluyor. Ülkede en çok sinema salonuna sahip şirketin hangisi olduğunu biliyor muyuz? Cinemaximum'un sahibi Mars Group Production. Hiç dikkatinizi çekti mi peki? Her taraf Cinemaximum'la çevrili neredeyse. Bu koşullar altında ülkede art house yapımlar nasıl gerçekleştirilecek, seyirciye ulaşacak ve hayatta kalacak? Ki kapanma sürecindeki Beyoğlu sineması art house yapımlardan oluşan özel bir seçkiyle seyircisini salona davet etmeyi alışkanlık haline getirmiş bir sinema. Peki, bu koşullar altında bu geleneksel sinema salonları nasıl ayakta kalacak ve hizmet verecek?

Sinemanın tekelleşmesi yanında bir de seyircinin film izlemeye gelmemesi durumu var. Beyoğlu Sineması'nın sahibi Baha Serter, Beyoğlu sinemasının kendini yenilemeye ihtiyacı olduğunu ama seyirci gelmediği için kendilerini yenileyemediğini, bunun da aslında kısır bir döngü olduğunu aktarıyor. “Yeni neslin sinemayla ilişkisi bizim gibi değil. Sinemanın formatı değişti çünkü, internetten izliyorlar çokça. Bir estetik ayrımı da yok, çamur gibi olsa da izliyorlar. VHS kasetler çıktığında da videodan izliyorlardı. Şimdi daha kalitesini izliyorlar tabii yine de. İlk Capitol açıldığında karşı tarafta Altunizade’de sinema mı olur dedik. Ondan sonra gördük ki orada yemek yeme, otoparkı olduğu için oraları tercih etme durumu başlamış. Yemeğini yiyor, filmini izliyor, arabasına binip evine dönüyor. Böyle bir profil var artık sinema izleyicisinde. İlla sosyal bir yanı var sinemaların. Beyoğlu’nda cafe yoktu, bizim buradaki cafede insanlar oturmaya yer bulamazdı. Ayakta beklerlerdi oturmak için. Ama şimdi boş…” İzleyicinin gelmemesiyle ilgili olarak Beyoğlu Sineması'nın ayakta kalması için genellikle yapımcılığı üstlendikleri daha az ticari, festival filmlerini orada da göstererek bir nevi kampanya gerçekleştiren Başka Sinema da filmlerin gör(eme)düğü talepten tasavvur ettikleri festival seyircisinin aslında olmadığı sonucunu çıkarttıklarını belirtiyor. Bu sürecin festival seyircisinin çoğunluğunu oluşturan bir kısmın festivalde bulunmak için festivale geldiklerini gösterdiğini belirtiyor. Festival zamanı seyirciyle dolup taşan filmin gösterim zamanı seyirci bulamadığı yaşanan bir gerçek. Bağımsız, deneysel, ana akım dışı filmlerle, sanat filmi olarak belirtilen filmlerle bu salonlar arasında birbirinden ayrılamaz bir bağ var görünen o ki. Genellikle AVM içi sinema salonlarına teşvikin yapılandırıldığı bir sistem mevcut, aksi olan hâl hayatta kalma savaşı vermenin çalışıldığı bir durum sadece. Tıpkı Beyoğlu Sineması'nın yaşadığı durum gibi.

Özellikle film festivalleri örgütleyicilerinin, büyük şirketlerin, iş insanlarının sponsor olduğu film festivallerinin bu konuda daha fazla sorumluluk alması gerekiyor. Film festivali yapabilmelerinde en büyük pay sahibi bu sinemalar, Beyoğlu sinemasının kendisi mesela. Konunun kendilerine hiç dokunulmadığı düşünülüyor, çok belli. Çünkü sesleri dahi çıkmıyor. Gerçekten hangi yüzle? Ekmeğini, emeğini borçlu olduğu bir yere bir vefa borcu olduğunu düşünmemek nasıl bir mantık ve nasıl sığabiliyor iş etiğine? Tabii ki de işin sorumluluğunda filmlere destek vermeyi KEYFİYET olarak gören, ideolojik sebeplerden KASTİ ayrımcılık ve fikir özgürlüğü ihlaline girişerek “birtakım” filmlere destek vermeyen hatta yine “birtakım” filmlere sansür uygulayan Kültür Bakanlığı'ndan tutalım, orayı kentsel dönüşüm yalanına alet ederek oranın üzerinden rant elde etmeye çalışan, toplumun iradesine bakmaksızın pek çok yerel, esnaf ve küçük işletmelerin kiralarının fahiş fiyatlara çıkmasına sebep olan fakat ne Beyoğlu'nun güvenliğini ne de altyapısını düzgünce kurup, koruyup, sağlayabilen Beyoğlu Belediyesi'nde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde, buradan binanın yarısının sahibi Borusan'da, sinema emekçileri ve üreticileri, biz sinefiller, festival takipçileri, izleyicilerde, hepimizde aslında. Bir kültür merkezinin yaşamına devam etmesinden hepimiz bir şekilde sorumluyuz. Bununla ilgili atılımlar ve gelişmeler de mevcut. Müzelerde olduğu gibi yıllık kart sistemi getirilmesi önerisinin yanında aşağıda konuyla ilgili son gelinen aşamayı Cem Altınsaray'ın açıklamasıyla paylaşıyorum. Beyoğlu Sineması'nın kapanacağını duyurduğu açıklamaya ellerimiz cebimizde ya da birbirine bağlı karşılamamamız, çabalamaya, direnmeye devam etmemiz umut verici, İstanbul'un hâlâ bizlerin olduğunun bir resmi, daha yapılacak çok iş olmasına rağmen!

Not: Yazımda bol bol referans olarak kullandığım “Kapalı Gişe”yi muhakkak izleyin.


Etiketler:
İstihdam