06/07/2015 | Yazar: Armağan Kilci

Sizi bir Kemal Sunal labirentine davet ediyorum. Bakalım ne kadar başarıyla sonuca varacağız ya da varacak mıyız?

 Son yıllarda, bir tartışma alanı olarak “toplumsal cinsiyet”in kabul gören bir düşünsel alan yaratmasıyla birlikte, birer birer okumalar yapmaya başladık. Zeki Müren, Bülent Ersoy gibi kült figürler hakkında olumlu/olumsuz eleştiriler ana akım medyada da alternatif medyada da yaygınlaşmaya başladı. Zeki Müren’in etek giyip sahneye çıkmış olmasını ben de destekliyorum. Bu “bellek oluşturma” alanını değerli de buluyorum. Fakat heteroseksist sistemde geniş çaplı kabul gören, heteroseksüelliği ve heteronormatifliği tescillenmiş bir “adam”ı, bir toplumsal cinsiyet ve “normallik” analizine sokarak sorunsallaştırdığımızda elde ettiğimiz resmi de önemsiyorum. Bu yazıyla, normallik hakkında düşünürken “normal” olanın içindeki boşluklardan hareket etmeyi deniyorum. Sizi bir Kemal Sunal labirentine davet ediyorum. Bakalım ne kadar başarıyla sonuca varacağız ya da varacak mıyız?

Kemal Sunal, Türkiye kültürünün yapıtaşlarından biri. Türk halkı onu öylesine çok sevdi ki, 2012 yılına dek, hukuk önünde “icracı sanatçı” olmasına rağmen telif hakları ihlal edilen filmlerini peş peşe, gece gündüz televizyondan izledi.[i] Bu filmlerle gündelik yaşamının stresini “sıfırladı”, kişisel tarihini “tazeledi” ve benliğini kurdu... Hatta betonarme bir kendilik ve Kemal Sunal sevicilik inşa etti. Onu sevmemek çoğu zaman “çokbilmişlik" ile özdeşleştirildi. Tamam, ama kim bu tanıdığımıza emin olduğumuz Kemal Sunal?
 
Dün, 15. ölüm yıldönümünde, onunla olan çaresiz ilişkim üzerinden celalli bir yazı yazmaya karar verdim. Geçen seneler boyunca, belleğime aldığım tüm Kemal Sunal filmlerini temize çekmek, onu yeniden yorumlamayı denemek, Kemal Sunal ile bir Türkiye portresi çizmek istedim. Belki de Dorian Gray’in Portresi’nin tam tersi olacaktı. Kemal Sunal’ı öldürdükçe ben doğacaktım. Ama nafile. Yazdıkça onu daha çok sevdim. Kısacası, Kemal Sunal’ı istediğim gibi doğuramadım.
 
Onu “sevmenin” ya da “sevmemenin” dışında, onunla “enseye şaplak” bir ilişki kurmanın ya da düşmancılık oynamanın ötesinde; Kemal Sunal’ın, kendimizi ve çevremizi anlamlandırmak için işlevsel, güncel bir realite olduğunu iddia ediyorum. Yaşadığımız gerçekliğin yansımalarını görebileceğimiz, toplumumuzun kodlarını çözümleyebileceğimiz bir somutluğu var. Dolayısıyla, bu yazı, elbette, izlenimci ve yamuk yumuk bir portre olacak ama alışılanın aksine bir Kemal güzellemesi ya da itibarsızlaştırması değil. Ve tam da bu yüzden, yetkin ya da taraf olmadığım için onun hakkında yazma cüretini gösteriyorum.[ii]
 
Karmaşık ama hoş bir tip!

Benzerlik ilişkisi üzerinden Chaplin, Fernandel, Nasrettin Hoca ve Keloğlan[iii]’a benzetilen Sunal’ın, Türk sinemasının profesyonel, eleştirel seyircisi tarafından, “daha iyi-daha kötü” ekseninde Şener Şen ile karşılaştırıldığı da oluyor. “Hayır, komedyen değil; o bir “komik”tir” diyen dil eksperleri de var. Benim açımdan, Barış Manço’ya ve Sezen Aksu’ya ve demli çaya da benziyor. Yani bizim bir fikrimiz var onun hakkında.
 
Çoğu zaman “büyük usta” denilerek tanımlandığı bir koruma alanının içinde tutuluyor. Bir “Kemal Sunal Mitolojisi” yaratılıp; onu, dokunulmaz kılmak için ahkâm kesen bir kültürel dinamonun işlediğini gözlemleyebiliriz.

İşin ilginci, oğluna da ilk adını veren Ali Kemal Sunal’ın asla bir “baba” olmaması. Ne bileyim bir Orhan Baba, Müslüm Baba, hatta biraz zorlamayla İbo Baba, Barış Baba, Cem Baba falan değil… Gerçi, aklıma gelen örneklere bakılırsa, sinemamız bu yüz yılda yeterince baba üretmemiş de olabilir. Belki bir “Kadir Baba”ları var, biraz da “Cüneyt Abi”leri. “Yılmaz Abi/Baba”, “Tuncel Abi/Baba” da “adam gibi adamlar” olarak, yeniden üretilen kadın-erkek dikatomisi kapsamında anı defterimize eklenebilir. Neyse, bu babalık davasından kurtulup, adı ve soyadı ve yüzü ile çoğu zaman cinsellik dışı (seks-negatif) ama illa ki “adam” olarak algılanan Kemal Sunal’a dönelim:
 
“Şen dul” gibi kadınlara atfedilen bir sıfatı “Şaban” kimliğinin altında erittiğini anımsayalım. “kılıbık” erkekliği, yani karısının sözünü dinleyen, erkeklik iktidarından ödün veren erkeğin düştüğü trajikomik dramı, tüm sorunlarıyla yeniden üretse de, konuşulabilir bir alana çektiğini hatırlayalım. 
 
Ve yazının beklenen yerine geldik! Ya da tek bekleyen ben miyim? Ne bileyim…

Heteroseksüelliği kamuca tescillenmiş bir erkek olarak, Türkiye’nin ilk solo travesti başrolü olduğunu anımsayalım (daha önce Sadrı Alışık ve çeşitli oyuncularla, defalarca tekrarı çekilen - sanırım Türkiye’yi anlamak “tekrar”ı da anlamak demek – “Bazıları Sıcak Sever” yerelleştirmesinde gördüğümüz travestilikten ayrışan yanı, bence, Şabaniye’nin (Şaban’a eklemlense de) bir birey olarak ortaya çıkışı. Toplumda kadın rolünü performe etmeye başlamadan önceki durumunun aksine, şarkıcılıktaki yükselişi “travesti” olduktan sonra gerçekleşiyor. Elbette, tarih yazıcılığının henüz “normaller”den yana işlediği gerçeği, Şabaniye ile temsil edilen travestiliğin güçlendirici veya sorunlu yanlarından bahseden metinlerin ortaya çıkmasını geciktirdi)
 Bu filmde, heteroseksüel (“normal”) erkeğin, “mecburiyetten kadın kılığına girmesi” senaryosu sürdürülürken, bu kez bu “zoraki dönüşüm” operasyonunun fikir mimarı, Şaban’ın, oğlunu korumak isteyen annesidir. Filmin ilham kaynağı Tootsie’yi düşünürsek, bu epey işbilir bir manevra. “Ailemizin korunaklı alanının sanatçısı” unvanını verebildiğim Kemal Sunal’ın (bu filmde Şaban’ın/Şabaniye’nin) performatif travestiliği (belki bir açıdan Huysuz Virjin’inkine benzeyen, bir açıdansa benzemeyen travestiliği), annesi tarafından icat edilmiştir. Böylece, Kemal Sunal’ın aileyi rencide etmeyen travestiliği de, bulunduğu sistemin içinde anlamlı kalmış olur. Şahsi yanılsamam mı bilmiyorum ama Kemal Sunal bu filmde, “kadın kılığına” girdiği için komik değil. Kadın olarak algılanan bir heteroseksüel erkek olarak, geriye kalanlarla ilişkilenmelerindeki abukluklar nedeniyle “güldürürken kaşındırıyor, kaşındırırken düşündürüyor”.

“Kadın kılığına” girdiği andan itibaren uğradığı tacizlerin vurgulanması, bir yüzleşme ve iyileşme imkânı mı sağlıyor; yoksa erkek tacizini mi normalleştiriyor? Maalesef bu analizi layıkıyla ifa edecek kadar da yetkin değilim. Sizce nedir?

Ancak, teknik olarak bakıldığında, özellikle makyaj sahnelerindeki close-up estetizasyonlarda, erotize edilen “travestileşmenin” kapitalist sistem içerisinden de olsa, olumlandığını iddia edebilirim.
 
Yukarıda saydığım ve aşağıda saydıracağım tüm bu erkeklik kırılmalarının, “komiklik” çatısı altında toplanıp, hâkim sistemdeki algı tarafından daha kolay başa çıkılabilen ve söylemsel olarak eriyen bir halinin olduğunu da unutmayalım. Her durumda, bizi “onurlandıran” ve “olumlayan” kim? Bu soruları sormamız gerekir.

Şabaniye’deki (1984) şu diyaloğu mercek altına alalım:

- Abim haklı galiba… İlahi Şabaniye Abla…
- Peki, söyle bakayım ablana. Nasıl bir erkeğin olsun isterdin? Yani rüyalarındaki prens nasıldır?
- Hiç düşünmedim. Ama olsaydı, bana sahip olacak erkek vurduğunu deviren, açık sözlü, sevdiğini pat diye söyleyen, istediği anda çekip öpen, sevmesini dövmesini bilen biri olmalı.
- [iç ses] Kıza bak be! Oğlum Şaban, sen bu kızla baş edemezsin.

Erkek egemen bir yapının dar sınırları ve kuşatması altında, Şabaniye, bir gender-bender olarak işlevsel olabilir mi? Bu noktada her birimizin yorumu ve deneyimi kıymetlidir. Belki, hâlâ bir özgürleştirme işlevi olabilir.

Kemal Sunal “adam gibi adam” alt başlığına sahipken, bilindik manada “erkek” olamadığı ölçüde komiktir. Belki de tam da bu nedenle, klişe bir baba olmadığından, “büyüksün baba” deyişindeki gibi bir kurtarıcı olmadığı için, en çok babalar ve baba olmak isteyenler sever Kemal Sunal’ı. Acaba Kemal Sunal kaçınızın babasının “anti kahramanı” oldu? Babaların, sorumluluk sahibi olmalarının ve güçlü duruş sergilemelerinin talep edildiği bir dünyada, “salak erkekler de vardır” diyen bir rahatlama alanı olabilir mi Kemal Sunal?

Ayşen Gruda, Kemal Sunal hakkındaki bir belgeselde şöyle diyor: “Kemal Sunal, öncelikle bir surat”[iv]. Elbette, haklı. Hatta Kemal Sunal’ın bir erkek suratı olduğu da söylenebilir (belki de söylenemez, "erkek suratı" ne demek?) Tipsizlerin tipi midir Kemal Sunal? Komik bir çirkin kral mıdır? Cidden? (ki kendisini hiç çirkin bulmamakla birlikte, fiziksel güzelliği ve yadsınamaz ayrıksılığını etkileyici bulurum; dünyayla ve kendiyle ilgilenen şahsiyetiyle birlikte çekici, “charming” olduğunu söyleyebilirim).

Bir erkek olarak Kemal Sunal: Aşırı “Bizden”, “Bizim Kadar Sıradan” Bir Adam. Kim bu "BİZ"?
 
Benim baktığım yerden, androjen dursa da...

Kemal Sunal, güncelliğini hâlâ koruduğuna inandığım bir erkeklik kurgusunun yeniden üretimini besleyen bir idoldür. Yüze yakın (82 ve belki de kayıp deneysel kısa çekimleri ve filmleriyle birlikte yüzü aşkındır… “resmî” kaynaklara ne kadar güvenebiliriz ki?) filmde rol alan bu adam, nasıl erkeklikler, kadınlıklar ve totalde bir “erkeklik”/“kadınlık” öneriyor bize? Benim açımdan, daha da mühimi, orada burada karşımıza çıkan hayranları, bizi (beni) nasıl bir erkeklik yinelemesine maruz bırakıyor?
 
Bir anomali kucaklayıcısı olarak Kemal Sunal: “Normalsin sen, normal kal”ın dışında kalanlar

Afşar Timuçin, “gülmek bir çelişkiyi onaylamaktır” diyor[v]. “Normallik”, çelişkilerin yadsınmasıyla inşa edilir. Dolayısıyla, çok öznel bir “normallik” inşa etmemişsek, toplumun normal bulduğuna gülemeyiz. Gelgelelim anormallik, sistemin içindeki çelişkilerin göründüğü, gösterildiği an başlar. Bu, başlı başına bir yazının konusu.
 
Ama, Gülen Adam’da, “doğarken ağlarız” bilgisini tersine çevirerek birey-toplum uyumsuzluğuna, sosyalizasyon sorununa değindiğini söyleyebiliriz. Bu anomali (doğarken gülmek ve hep gülmek) film boyunca bir hüzne dönüşür.

“Modern” ve “normal” insanın zıttı Hanzo’da ise bir yaratık-adam ile karşılaşıyoruz. Gündelik dilde, çatal-bıçak kullanmayı bilmemek bile bizi “hanzo” kılabilir. Kısmî dikkatsizlikle, sınıfımızdan bağımsız olarak kolayca dahil olabildiğimiz bir aşağılama kategorisi olan “hanzoluk”, bir modernizm eleştirisi ve ilkel-modern çatışmasından doğan bir güldürü olarak okunabilir mi? Ben, okuyorum.

Şehirleşmenin konforunda yer bulamayan, “yeterince gelişememiş” anormaller, kültürel olarak yadsınan, kodları nedeniyle utandırılan köylülerle ve köylülükle ilgili Davaro ve Salako gibi filmlerde de; şehirden doğaya dönüşü/dönemeyişi konu edinen “Tarzan Rıfkı” gibi filmlerle de, Kemal Sunal filmlerinin modern-premodern-remodern-neomodern-postmodern “normallikler”i eğretileyerek de olsa görünür kıldığını söyleyebiliriz. Yani Kemal Sunal, “bizden” biri olduğu kadar, anormalliğin vücut bulmuş hali olarak da kıymetli. Kemal Sunal, “bizim” anormalliğimizin sistem için, şiddete uğramaksızın görünür olabilecek kadarını temsil ediyor. Ne de olsa “bizler” anormallik ve de-normallik denizinin balıklarıyız. Ve belki de bizim özgürleşmemiz, ölümünden on beş yıl sonra da olsa, Kemal Sunal’ı da “normallikten” ve “normallerden” özgürleştirmemizle ilgilidir? Kemal Sunal, biz “normal olamayanlar”ın da Kemal Sunal’ı olabilir.
 
Bir deşarj aracı olarak Kemal Sunal: Gülelim, gevşeyelim, hatırlarken unutalım
 
Kim bu “ezilen küçük insanlar”? Hülya Koçyiğit’in Beşiktaş Belediyesi Kemal Sunal’ı Anma Gecesi’nde beyan ettiği “ezilen küçük insanları canlandırmıştır” fikrinden yola çıkarak bunu soruyorum. “Küçük insan” ne demek? Az parası olan mı yoksa birey olamadığı için cesareti yığınlaşmada bulan, kitlece hareket eden mi? Yaratıcı olmayan mı? Üniversiteye gidememiş kişiler mi? Yoksa ünsüzler mi?
 
““Saflığı, iyi niyeti, sempatisi ve zekasıyla sonunda hep kazanan o olmuştur. Onun için halkla özdeşleşmiştir onun filmleri. Günümüz koşullarında biz halk onun filmlerini rahatlamak için veya sorunlardan kaçış için seyrediyoruz. Kemal Sunal filmleri, çoğu zaman isyan etme noktasına gelen halkımızı güldürmüştür” dedi” diyor Hülya Koçyiğit’in açıklamalarını paylaşıma sokan bülten. Bence ne isyan ne de gülmek, sorunların çözümü için alan açmıyor. İletişim kurabildiğimiz ve başka yorumlara açılabildiğimiz ölçüde zenginleşiyoruz… küçük, büyüğe dönüşürken; büyük de sorunsallaştırılabiliyor.

Bir kutsal değer olarak Kemal Sunal: Kemal Sunal’ı, sevenlerinden arındırmak

KemalSunal’a tapınmak (eleştirilemez bir konuma yerleştirmek), kültürümüzün, dipte çalışan -kâh kahkahalı kâh boğucu- mekanizmalarından, belki de önemli bir tanesi. Bir genel kültür bilgisi olarak, Kemal Sunal, “dev bir oyuncu”, “en/tek ulusal star”, “gerçeği yüzümüze tokat gibi çarpan”, “güldürürken düşündüren”, “halkın sesi” bir dışavurumcu… Sahiden, Kemal Sunal bu kadar mıdır? Ağlarken küfrettirmiyor, donmuşken boş boş baktırmıyor mu, intihar ettirmiyor mu ve hamileyken anne karnındaki bebeklere Mozart yerine dinletilemez/hissettirilemez mi?

Kemal Sunal filmlerinin tüketimi, normallerin kendi kutsallıklarını yaratmalarında, varlıklarını anlamlandırmalarında önemli bir işlev görüyor. Peki, Kemal Sunal’a bitmek bilmez saygılarımızı sunmamız, bizim terbiyemize dair ne söyler? Kemal Sunal’ı eleştiren ve beğenmeyen birileriyle karşılaştıklarında asabileşen “herifçil” adam ve kadınlar, kendi “erkeklikleri” eleştirilmişçesine saldırganlaşıyorsa… “olsun, bir de onlar vursun” deyip sineye mi çekeceğiz? Elbette, “ahlaklı” ya da “ahlaksız”, bu da bir pozisyondur. Ama bir kanaat önderi her zaman incelenmeye ve normatif ideolojilerden temizlenmeye lâyıktır.

Söyleme göre, onun, gerçek hayatında hiç gülmemesi bile kutsaldır. “Ağır” adam, “soğuk” adam, “az ama öz konuşan” adam… Yani bir “adam”, hatta “adam gibi adam”dır Kemal Sunal. Ama sanırım “aslan gibi”, “kodu mu oturtan”, “filinta gibi” bir adam değil. Her mahallede, sitede birkaç kişi ve medyayla yaratılan kamusal alanda halka seslenen ünlüler onu bu şekilde tanımlıyor: “Bizden biri” olan adam. Yani? Bizden biri ama Şabaniye’ye rağmen, o “kadın gibi de bir adam” değil. Daha az resmi, anonim yazılabilen, dışavurumcu İnternet sayfalarında ise, “Kemal Sunal’ı sevmeyen ibneler…”den, “…orospu çocuklarından” falan bahsediliyor.[vi] Onun hakkında fikir belirtilen sayfalarda cinsiyetçilik meşru, hatta fora. Kemal Sunal’a emek verdikçe, “onu sevmeyen olsa olsa ibnedir” diyenlerden acilen ayrıştırılması gerektiğini fark ettim.
 
Sokağa çıktığımız andan itibaren, televizé bellek daha çok önem kazanıyor. Beş yüzüncü Kemal Sunal filmini izlemiş adamların ve kadınların istediği şey ne? Nasıl insanlar bunlar? “Eşşoğlueşşek”, “Çay Yok Bok İçin”, “hortumu yanlış tarafa sokma” gibi, filmlerinden kesilmiş 30-40 saniyelik videolar rekor kırıyor mu bilmiyorum. Ama tirajları hâlâ epey yüksek. Küfür nostaljisi ile kendini var eden bir mizaha “ergen” ya da “çocuk kalmış” diyerek, derin meselelerle ilgilenen ergenlere ve çocuklara haksızlık edemem. Hatta, duruma göre kırık, bi’ değişik, anormal ve çok pişmiş bir muhallebi çocuğu olmayı göze alarak, bence bir sözlü şiddet eylemi olan küfretmeyi yücelten ve bu konu hakkında eleştirmeyi kıymetsizleştiren kafa yapısını “tiynetsiz” bulduğumu söyleyebilirim.
 
Kemal Sunal bir küfür savunucusu ve “sokarım”cı ideolojinin katalizörü mü?
 
Bıçkın filminde, yapısal olarak acayip bir şey olmuş. Kemal Sunal, Kemal Sunal’ı (ve kendisine çok benzeyen Ali adlı bir genci) oynuyor –ki Kemal Sunal’ın gerçek hayattaki ilk ismi de Ali. Bir referans noktası olarak 1988’i alıp, artık Kemal Sunal’ın, halkın güvendiği bir marka olarak, kendi hakkında film çekebildiği bir pozisyonda olduğunu söyleyebiliriz. Filmde, Kemal Sunal, Kemal Sunal’a benzemediği için beğenilmeyen, “halktan” bir adamı oynuyor. Kendine yeterince benzeyemeyen bir Kemal Sunal, bize ne söylüyor? Metin epey oyunsal. Birincisi çıtayı, imgeyi çok yükseğe çekmiş oluyor; ikincisi, “Ali” olan personasının “Kemal Sunal” olmasının imkânsızlığını hatırlatıyor. “Bizim Kemal Sunal’dan ne farkımız var oğlum?” repliğini alıntılayarak ile kendi ile olan bölünmesini özetleyebiliriz.
 
Gülen Adam ve Abuk Sabuk Bir Film adlı, güldürmeyi amaçlarken gülme eyleminin kendisini sorunsal hale getiren filmleri de ilgimi çekti. Meta-metin oluşturan bu filmler, bir “Ahhh Belinda” kadar olmasa da absürde yaklaşıyor. “Halkın sesi” olmanın dışında bir düşünce alanı yaratan Kemal Sunal’a hakkını kim teslim edecek? Sanırım, bunu da kendi kendine hallediyor.
 
1992’de kendini konu edindiği tezini yazıyor.[vii] Ve hak ettiğine inandığı değeri kendine, kendisi teslim ediyor. Bir yanıyla kapalı bir kutu bu Kemal Sunal. Belki de bir “Kemal Sunal tarikati” var. Bu tezi, henüz okumadım.
 
Bir masum, aptal, salak(o) ve gerzek ama dürüst, uyanık, kurnaz, isabetçi köylü olarak Kemal Sunal: Ne güzel “biz”din sen Kemal Sunal!
 
Kültürel Çalışmaların ana kabullerinden biri şöyle der: “Hiçbir şey masum değildir”.
Bir önceki cümlede, K’yı ve Ç’yi büyük yazmam bile bir anlam ima eder.
Mevlana ise şöyle der: “Anlatabileceğin, karşındakinin anlayabildiği kadardır”. Bense Mevlevi bir Kültürel Çalışmacı değilim sanırım. Ama ne Kemal Sunal ne de bu yazdıklarım ne masumdur ne de anlaşılabilecek şeylerin ta kendisidir.

Halkın sevgilisi olmanın aslında kocaman bir boş gösteren olduğuna inanıyorum. Ona dair oluşturulan mitolojinin dili, “sinemanın duayeni”, “milyonların sevgilisi” gibi tekrar tekrar tekrarlanan, “bak-geç” şeklinde okunan bomboş ifadelerle yeterince kirletiliyor. Kemal Sunal’la ilgili metinsel içerikler de benzeri bir sığlık gösteriyor.
 
Kemal Sunal’ın, ana akımdan beslenen, kutsal bir imgeyle tasvir ve hatta temsil ettiği kitleyi, yani “bunlar derin mevzular” diyerek entelektüel uğraşları hükümsüzleştiren, itişip kakışan, kucaklaşmak yerine dürterek seven, aşağılayarak cilveleşen, “kısayolcu”, gülerken hakaret edip, hakaret edince sesli sırıtan, duygularının ve düşüncelerinin ifadesini bulamadığı için sıkışan, yan yollara sapan ve bunu samimiyet olarak tanımlayan, işine gelmediğinde “höthöt”e başvuran ve cinsiyetçi küfürlerle rahatlayabilen bir kitleyi, sanırım Kemal Sunal’ın da “ilk dönemi”nde çakılıp kalmış kendinden emin bir kitle olarak tanımlayabiliriz.

Sınırları gayet transparan ve geçirgen bu teorileştirmeme göre, ikinci dönemindeyse, kendini sorgulayan bir Kemal Sunal’ın politik kimliği altında birleşen bir hayran kitlesi var. Dünya sinemasından haberdar, metin çözümlemesine/okumasına aşina; yine de, Kemal Sunal filmlerini çözümlemeye pek vakit ayırmayan ve onu, önkabullerle bir yere oturtan bir algıyı temsil ediyorlar. Türkiye’deki sinemanın ilk onunda, Türkiye’de güldürü alanındaysa ilk üçte yer alması muhtemel bu örtük (görevini çaktırmadan yerine getiren) rol modeli hakkında bir avucuma sığabilecek bir tartışma ortamı ya var ya yok.

Sözün özü ya da özlü söz: İktidar, birilerine bir şey yaptırabilme erkidir[viii]. Mesela, benim bu yazıya başlamadan önce “Bergson[ix]’dan alıntı yapmam lazım” diye düşünmem, iktidarın ta kendisidir. Kemal Sunal, elli yıl içinde ancak meraklı arşivcilerin konu edindiği uçucu bir figür mü olacak, yoksa sonsuza armağan ettiğimiz bir “usta” mı, bilmiyorum. Bugün içinse, bence iktidarı, normalliği, “olması gereken”i hem dönüştüren hem de sabitleyen biri.
 
Bir panelde yaptığı gibi, sadece gülerek insanları güldürebilmesi bile beni filmlerinden daha çok heyecanlandırıyor. Sözün mesajlarla yüklü dilinden sıyrılıp çıkan, kahkahasıyla kitlesel bir iyileşme sağlayan bir iktidarı takdir ediyorum. Hatta, heteronormatif sistemle uzlaşmaktan doğan tüm kusurlarına rağmen, kutsamakla ilgili hiçbir problemi olmayan ve hatta kutsamaktan keyif alan biri olarak, açtığı alan adına Kemal Sunal’ı kutsuyorum ve bu yazıyı bitiriyorum. Yaptığı neredeyse her şey, halk tarafından “tutulmuş” ve hâlâ “tutulan” bu sanatçının bana hala mistik gelen iktidarının sorgulanmaya da takdir edilmeye de açık olduğunu unutmayalım. Ya da unutalım. Akışına bırakalım. Ölür müyüz? R.I.P. Sevgili Kemal Sunal.
 

[i] Sunal ailesi için bu telif meselesi hala süren bir mücadele alanı olmasına rağmen neyse ki ailenin lehine işlemeye başladı. http://www.gunlukgundem.com/m/magazin/kemal-sunal-in-ailesi-actigi-telif-hakki-davasini-kazandi-h1598.html
 
[ii] Hakkında bir ansiklopedi yazılabilecek kitlesel bir “kahraman”la ilgili bu kısacık ve dağınık yazıyı yazan ben, bir yazıdaki saçmalama payımı olabildiğince esnek tutmaktan da keyif duydum. Kemal Sunal’ı araştırmaya, ömrümü adamayı reddettiğim aşikar; ama o, bunu –yani kendisini anlatmayı- meta-anlatısal bir düzlemde de yapmış. Son dönemlerinde, Kemal Sunal’ın “Kemal Sunal olmak” hakkında filmler çektiğini, hatta kendisinin hakkında “Televizyon ve Sinema’da Kemal Sunal Güldürüsü” adlı bir tez yazdığını görüyoruz. Zaten çocukluğumun ve ilk gençliğimin bir kısmı, İnternet’in “icadı”ndan önce, bedavaya eğlendirildiğimiz filmleriyle yani onun yarattığı bellek ile şekillendiğinden; geri kalan yılları kurtarmak adına bu malzemeye epey sınırlı ve olabildiğince öznel yaklaşacağım. Kemal Sunal hakkında bir mutlağa erişmek, bir nutuğa girişmek, “Kemal Sunal ancak böyle yorumlanır” gibi komik iddialara kapılmak gibi dertlerim yok. İstemeden, benim talebim olmaksızın, benliğimin bir parçası haline getirilmiş olan bu adamı (ve bir arada var olmaktan kaçınamadığım topluma etkisini) yeniden kurmak, yeniden anlamlandırmak çabasından öteye gitmeyeceğim. Lütfen, bunu aklınızda bulundurun.
 
[iii] Gözde Sunal’ın “Kemal Sunal” ile ilgili makalesine bakabilirsiniz. http://acikerisim.iticu.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/11467/663/M00488.pdf?sequence=1&isAllowed=y
 
[iv] Hayatim Roman - Kemal Sunal Belgeselini de izleyebilirsiniz. https://www.youtube.com/watch?v=VKc0VwZdhE8
 
[v] Afşar Timuçin’in yazısına bakmak isterseniz, https://eksisozluk.com/gulmenin-mantigi-ve-felsefesi--3295680
 
[vii] Tv ve Sinemada Kemal Sunal Güldürüsü, adlı tezi çeşitli kitapçılarsa bulabilirsiniz.
 
[viii] Sizce?
 
[ix] Henri Bergson, Gülmek hakkındaki kitabını yazdıktan sonra, ciddiye alınmak isteyen kişilerce defalarca alıntılanmıştır.

  


Etiketler:
İstihdam