04/05/2016 | Yazar: Bora Şahinkara
O gölge, öyle veya böyle; ya dalga geçip utandırmaya çalışarak, ya tehdit edip korkutmaya çalışarak; onun da ırkçı, eril, homofobik, türcü, tüketken, hıphızlı, benmerkezci, kapitalizme, devletine, dinine ve sairelerine uygun bir birey olmasını isteyecek.
"Önceleri insanlara çarptığımda 'pardon' dedim, 'kolay gelsin' dedim, 'günaydın' dedim; karşılık gelmedikçe ben de dememeye başladım" demiş, İstanbul'a taşınan bir arkadaş. Birkaç ilçesini birkaç gün boyunca gezdiğim İstanbul'un günlük yaşamında, maalesef kapitalizmin [1] artık rayına oturmuş ve ilerlemiş, daha da tehlikelisi ilerlemeye de devam eden yaşam kültürünün bireylerin yaşamına sirayet etmişliğini gözlemledim. 'Durup' ince şeyleri anlamaya vakit ayırmaya çalışan insanların arkasında karanlık bir gölge "Hadi hadi, yolun ortasında durma, hepimizin acelesi var yaşamaya burada" diye itiyordu. O kaba gölge, sabah 6:00'da uyanmış, güvenlikli sitedeki 'konut'unun (evinin' değil) çelik kapısını açıp, önce apartmanın içine, sonra sitenin içine, sonra da sokağa çıkıp, hiçbir zaman 'bu mahallede bildiğiniz kiralık bir ev var mı uygun' diye soramayacağı marketin kimliksiz ve duygusuz kasiyerlerinden alışverişini yapmış, yolculuk süresinin uzunluğunu çoktan kanıksadığı bir buçuk saatlik otobüs yolculuğunu tamamlayıp, işine geç kalmamayı, akşam eve 'güvenlik içerisinde' dönmeyi düşünüyor. Önünde dürttüğü kişi de, müstakil bir evde, kapısını açtığında kendisini sokakta bulduğu bir mahallede büyümüş olan bu insanın kurşun geçirmez zırhlı nemrut yüz ifadesini takmadan evden çıkmış olmasına, tanımadığı bir insanla umumi ortamda kahkaha atarak bir şey konuşmasına, yolda yürürken ağırdan almasına şaşkın, kınar, küçümser bir kaş hareketi ile bakıyor karanlık gölge. Öyle veya böyle; ya dalga geçip utandırmaya çalışarak, ya tehdit edip korkutmaya çalışarak; onun da ırkçı, eril, homofobik, türcü, tüketken, hıphızlı, benmerkezci, kapitalizme, devletine, dinine ve sairelerine uygun bir birey olmasını isteyecek.
İşte ben İstanbul'da bol bol gezerken bu gölgeyi çok gördüm. Herkesin ensesine yapışmış. Kimi zaman metrobüs çıkışlarında kimlik sorguluyor 'güvenlik' argümanıyla, kimi zaman yine aynı 'güvenlik' argümanı ile insanların yollar yapacak ve belli bir alanda insan gruplarını denetimi altında tutacak olan devlete, mühendislerin çıkarlarına, AVM'lerin varlığına uygunsuz şekilde kendi yaptığı, kendi kimliğini, mahalle insanlarını, anılarını barındıran sokakta yaşamasını 'öyle veya böyle' engelleyip, Ağaoğlugillerin modern hapishanelerine tıkıştırıyor; kimi zaman da yeşermeye teşne umutların üzerine postalla basıyor o gölge.
Sadece İstanbul'da değil, genel olarak memlekette de vaziyet oldukça kötü. Ve biz de zaten tam da bu umutsuzluğun gri kasklarına elimizden geldiğince, en iyi yapabildiğimiz yolla birkaç kova renkli yağlı boyalar dökmek istedik. Gündemden ötürü, öncelikle 'yaşayabilmemiz' için en acil ortaklaşmamız gereken konulardan biri olan 'barış' için ritim tutmaya geleceğimizi duyurduk İstanbul'a, Ahura Ritim Topluluğu olarak.
30 Nisan 2016'da, Şişli Kent Kültür Merkezi'nde; rekabet kültürünün karşısında dayanışma kavramının yaygın bir norm olduğu dünyanın müziğini yapmaya çalışan insanlar olarak konsere İstanbul'da çalışmalarını sürdüren ve tıpkı bizim gibi bir def grubu olan 'Defjen' ile sahneye çıkarak konsere başladık. İlk olarak Ahura'nın bir çalışması olan ve İstanbul'da Defjen'in birkaç ay çalıştığı "Diriliş" adlı kompozisyonu; ikinci olarak da Defjen'in (Nusaibin ile) bir çalışması olan ve Ahura'nın da konsere gelmeden önce İzmir'de çalışıp, hazırlandığı "Zincir" adlı çalışmayı Ahura & Defjen olarak çaldık. Çok iyi bir şekilde hazırlanılsa da insani bir durum olarak ortaya çıkabilen aksaklıkları da gizlemeden anlatmak gerekirse; (daha sonra düzeltilmiş olan) ses dengesinde sorunlar yaşadığımız ve kendimizi yeterince iyi hissetmeden çaldığımız Drama Köprüsü'nün ardından, kopuzu ve İstanbul konseri süreci boyunca (ve çok daha öncesinden de) her zaman bize gösterdiği muazzam samimi arkadaşlığı ile Cem Erdost İleri sahnemizin önündeki konuk sanatçı sandalyesine oturdu ve Ervah-ı Ezelden'i icra ettik. Ardından, Ahura olarak birkaç aydır üzerinde çalıştıktan sonra ilk kez sahnede İstanbul'da çaldığımız parçalardan biri olan Kejawa'yı da çaldıktan sonra, bu sefer vokali ile kendisini dinleyen her arkadaşımın aklına kazanan ve bana 'o müzisyen kimdi? Farsça mı söylüyordu?' diye sordurtan, kendisinden de gitar çalma konusunda bir şeyler öğrenmekte olduğum sevgili arkadaşımız Mohammed Nooran sahneye geldi. Geçtiğimiz yılda yine konuk sanatçı olarak çıktığı Ahura konserinde 'Teriq' ile 'Gol Wenewşe' adlı eserlerini seslendiren ve o konseri İzmir'de izlemiş olan İstanbul'dan bir arkadışımın "Nooran'ı o konserde de harika bulmuştum ama bu sefer daha da beğendim!" dediği performansında, besteleri kendisine ait olan 'Teriq' ve 'Penhan'ı çaldık. Nooran'ın ardından, Ali Ekber Çiçek bestesi olan ve Sami Hosseini'nin her zamanki gibi progresif bir ritim kompozisyonu yazarak orijinalindeki bağlama ritimleri yerine def ve tömbek&bendir ritimleri yazdığı "Haydar"ı seslendirdikten sonra, ilk bölümün sonunda "Bugün Ayın Üçüdür" adlı Azerice bir parça ve Ruhat Kılıç ve Arzu Karaman'ın bu parça için hazırlandığı dansları ile konserin ilk bölümünü sonlandırdık.
Sistematiklerinin birey modeline komple uymayan ,azıcık uyan, uyup da 'feleğin çemberinden geçemeyen', 'en üst katmanlarda' yer almayan herkesi mutsuz birer insan haline getirmeye çalışan siyah gölgeye inat, ikinci bölümde enerjimizi en yükseğe çıkarmak üzere sahneye döndük. Konser arasında aldığımız bir kararla, ilk bölümdeki ses dengesi problemi sebebiyle tam anlamıyla müziğimizi ifade edemediğimizi düşündüğümüz ve iyi hissetmediğimiz Drama Köprüsü'nü, ses sorunları tamamen düzeltilmiş olan ikinci bölümün başında tekrar çalarak ve konserin başından bu yana almakta olduğumuz güzel seyirci enerjisini alarak ikinci bölüme başladık. Ve bu şehrin hay huyunu, keşmekeşini; ritimleri ve duygusu oldukça değişken olan "İstanbul" adlı kompozisyonuna yansıtmış olan Sami Hosseini'nin bu üretimini Ahura Ritim Topluluğu olarak İstanbul'da çalmasak biraz garip olurdu herhalde. İstanbul'dan sonra çaldığımız "Leyla" adlı Aram Tigran bestesini(n Ahura yorumunu), zaten İzmir dışındakilerin de internetteki kayıtlardan bildiğini ve en sevdiği parçalarımızdan biri olduğunu gözlemlemiş olduk, biz Leyla'yı çalarken halay çeken ve sonunda "bir daha bir daha" tezahüratları yapan seyirci reaksiyonuyla karşılaşınca. Sami Hocamız, mikrofona eğilip "Enerjinizi sona saklayın bence" dedi, konserin sonunda çalacağımız Kevokim'ı kastederek ve sıra kendi def solosuna geldiğinde, bu soloyu İran'da yaşayan ve özlediği kızı Kanî için çalacağını söyleyerek definin üzerinde kanat çırpan kelebekler gibi ellerini gezdirdi solo boyunca gözlerini kapatarak. Mamoste Sami'nin alnından düşen ter damlası yerde kurumadan, konserin son 4 parçasına gelmiştik bile. Titizlikle, mutlulukla, heyecanla müzik yapışından çok güzel bir enerji aldığımız çArşılı [2] arkadaşımız Hüseyin Kurtulmaz ve beraberinde kemanını keyifle dinlediğim arkadaşımız Gülşah Bulut ile Mecnunum Leylamı Gördüm'ü çaldık. Meraklısına not düşeyim, -internette video'su da mevcuttur- isterse araştırıp dinlesin diye: Bu parçanın def solosu bölümündeki ritimlere ayrıca mest olurum. Ve konserdeki son enstrümantal (sözsüz) def komzpozisyonu eseri olan "Kalabalık Kuytu", içerdiği def teknikleri, duygular ve ritimler arasında gezinişiyle, progresif yapısı ile def enstrümanını büyüleyici karakterini kulaklara sundu. Grubumuzun yapısı gereği, orijinalindeki melodikliği, ritimlerin daha ön planda ve komplike olduğu bir düzenlemeye dönüştürmemize ve bu sebeple o şarkıda gitarcı olarak daha basit bir işim olsa da kendisine gitar çalarak eşlik etmekten heyecan duyduğum arkadaşlarımdan biri olan Ruşen Alkar ile "Ey Şêrîn Yarê" yorumumuz vardı sırada ve şarkı listemizin son parçası "Kevokim & Desmal" ile izleyiciler ikinci kez halay için ayağa kalktı. Ardından yine "Leyla Leyla" diye tezahürat gelince Sami Hoca gülümseyerek "Leyla'yı unutmamışlar" dedi. Ve bis parçası olarak Leyla'yı ikinci kez çaldık.
Bir konserde çalınan tüm parçalardan sırayla bahsederek anlatmam sıkıcı geldi mi bilmem; ama her birine özen gösterdiğimiz parçaların yanı sıra, bu etkinliğin var olmasında katkısı olan kişi ve kurumların varlığı, böyle çok renkli ve barışçı bir tavrı olan etkinliğin böyle bir diktatörlük döneminde gerçekleşmesinin anlamı heyecan vericiydi. Konser öncesindeki günlerde dinlenirken bile müzik ürettiğimizden, konser dışında da Kadıköy'deki Ahali kahvesinde Cem Erdost İleri ile çaldığımızdan, yıllardır arkadaşım olan Zuhal aracılığıyla Vengda grubundan Sinan Serdaroğlu ile tanışmam, benim aracılığımla da Ahura'daski canlarımdan biri olan Farhood Khademi ile tanışmaları, evlerinde müzik yaptığımız, bizden bir gün önce konseri olan Vengda'ya konuk müzisyen olarak Farhood'un bu vesileyle çıkması, samimi muhabbetlerin, üretkenliğin nasıl yayılabildiğine, nasıl renkli boyaları gri dünyanın üzerine hızlıca bulaştırabileceğine dair ilham olsun isterim, geçirdiğimiz değerli vakitlerin. Haberdar olunsun isterim. Bu yüzden anlatıyorum.
Bizi, tanımadıklarımıza gülümseyerek 'kolay gelsin' demekten vazgeçen insanlar haline getiremeyecekler!
[1] Buradaki yaşayış formatını biçimlendiren sistematik elbette yalnızca kapitalizm değil; şu konuda yanlış anlaşılmak istemem: Ekonomik sınıfsal sorunun diğer tüm kimlik ve hak mücadeleleri kümeleri ile kesişen bir küme olduğunu ama diğer kümelerin bir 'üst kümesi' olmadığını düşünenlerdenim. "Ekonomik sınıfsal devrim her şeyi çözer. Senin o mevzuyu da devrimden sonra hallederiz"cilerden olmadığımı belirtmeden içim rahat etmedi.
[2] Beşiktaş taraftar grubu olan çArşı. Bu grubun logosundaki çember "A"yı, el yazısı olmayan yazılarda büyük harfle yazmak küçük bir gelenektir.
Etiketler: