12/04/2017 | Yazar: Senem Alp

Kimin dost kimin düşman olduğunu bilmiyor. Sürekli çabalıyor, sürekli direniyor ama kime güvense sırtından vurulmuş. Hayır, Özcan Deniz dizisi değil, feminist hareketten bahsediyorum.

Konuya şöyle gireyim: Kimin dost kimin düşman olduğunu bilmiyor. Sürekli çabalıyor, sürekli direniyor ama kime güvense sırtından vurulmuş. Hala bir şekilde ayakta ve güçlü, yola devam ediyor. Engelleri aşa aşa. Hayır, Özcan Deniz dizisi değil, feminist hareketten bahsediyorum.

Bildiğiniz gibi, feministler her yerde. Sol örgütlerde, sistem partileri içerisinde, LGBTİ hareket içerisinde, veganizm mücadelesinde, sendikalarda, işçi direnişlerinde… Her hareketin içinde muhakkak henüz yıldırılmamış en az bir feminist mevcut. İşte “deli feminist” sanırım bu şekilde ortaya çıkıyor. Hani topluma ayak uyduramayan “deli” canınız ciğeriniz ya (Burada genelde Foucault alıntıları olsun, hack dizisi delisi övmeler, siyah tişörte çılgın tasarımlarla “sisteme karşı olana deli derler yo yo” tarzlarını falan kast ediyorum. Elbette katılıyorum ama biraz da bize yani), bu muhalif kanada uymayan “deli” de bizim canımız ciğerimiz bu sebepten.

Şimdi kendi küçük deneyimlerimden yola çıkıp bu hareketlerde ‘kadın’ olmanın zorluklarından bahsetmek istiyorum. Keza yazının amacı da bu zaten.

İzmir’de Kadifekale’den Basmane’ye doğru süzülüyoruz. (Bu yol na-trans erkekler için harika bir yoldur. Rum evleri, güzel sokaklar vesaire. Bizim için de belki yol iyidir ama çevresi kötüdür.) Basmane’ye yaklaşırken Türkiyeli esnafların ve Suriyeli seyyar satıcıların arasından geçiyoruz. Bir “shame” sahnesi diyebilirim bu kısmına. (Özcan Deniz’den Game of Thrones’a sıçradığım için ben de şoktayım) Bazen bir olay anında başka bir konuya odaklanana kadar sadece o stresi yaşamış oluyorsun. Fakat yaşadığın şey üzerine düşündüğün zaman durum hakikaten daha sarsıcı olabiliyor. Ve sarsıldım. Dönüp yanımdaki arkadaşıma “Hem sığınmacılarla dayanışıp hem onların çoğunda var olan kadın imgesiyle savaşmak zorundayız. Bu esnafla hem sınıfsal olarak ortaklaşıp hem de onlara karşı direnmek zorundayız. Bu ne kadar zor bir şey” minvalinde bi çığlık attım. Çünkü hiçbir yerde tam anlamıyla kimin elini tutarak mücadele ettiğini bilemiyorsun. Sen esnaflarla bir direniştesin ama o sırada oraya o kadar da “ait olmadığın” bir şekilde hissettiriliyor. Bundan şikayet eden bazılarımız halktan kopuk olmakla, sınıf temelli düşünmemekle ve hatta “zenginler taciz etmiyor mu canım” gibi abuk subuk argümanlarla boğuşmak zorunda kaldık. Bu tacizin, şiddetin sınıfsal boyutuna dikkat çektiğimiz anda parlayan “ama zenginler de şöyle” sıçramasının saçmalığından da hakikaten sıkıldık. Ben zaten “istemediğim” yerde neden nefes almaya çalışayım? Ben burada nefes almak istiyorum. İstiyorum da aldırtmadılar işte, hikaye bu zaten. Çoğu zaman “acaba ben feminizme sıkıştım mı” diye çok düşündüm. Sıkışmamışım ben. Ben kendimi feminist harekete bildiğin atmışım. Sıkışmamış, nefes alacak ferah bir alan bulmuşum. Tam da bu sebeplerden.

Sene bilmem kaç, bir seçim çalışmasındayım. O dönem sanırım bağımsız adaylar var, bir kısmı Kürt hareketinden bir kısmı sol hareketten. İzmir’in bir Kürt mahallesindeyiz, tek kadın benim. Milletvekili adayı geldi, mahalledeki pazar gezilecek. Etrafımda kendi arkadaşlarım var fakat biz beş kişiyiz. Geri kalan mahalleli. Seçim çalışması yapan mahalleli. Yürüyüş yüz kişiyi geçti ve mahalleden olmayan tek kadın benim. Yaşadığım taciz silsilesini anlatmak istemiyorum. Otobüse bindiğimde hüngür hüngür ağladım. Ertesi yıl o mahalleye gidileceğinde şort giymeyin dediler, mahalle ahlakı. Buraya acı acı gülen surat emojisi koymuşum gibi düşünün.

Bu defa seneyi hatırlıyorum, 2012. Bir yerde işçi direnişi var. Sabah 6’da gitmeli, mafyatik patronlar karşısında kendini riskten riske sürüklemeli büyük solcu işi. Yıllarca rakı masasında havası atılacak cinsten. Bu işçiler yavaş yavaş sendika kuracak, bilmem ne. Gittik. Bu defa ben dahil üç kadınız. Olayı çok detaylandırmayayım ama en son videomuzu çekiyorlardı. Bayağı videodan bahsediyorum.

Sonrasında içinde bulunduğum yapıda bin bir taciz, şiddet atraksiyonu. Korunan erkekler. Tek düşman devlet, selam uzaylı biz dostuz naraları. Buraya hiç analiz girmeye gerek yok çünkü yapılmışı var: “Sol, sosyalist devrim davası adına çoğu zaman tehlikeli gördüğü kadın hareketi konusunda her zaman muğlak tutum takınmıştır. Sol içindeki kadınların feminizmi benimsemeleri, solcu erkekler açısından kişisel olarak tehdit edici olabilir. Ayıca, elbette pek çok sol örgütlenme, kadın emeğinden yararlanmaktadır. Bu yüzden, pek çok sol analiz (gerek ilerici gerek geleneksel biçimler altında) kendisine hizmet etmektedir.” (Heidi Hartmann’ın Marxizm’le Feminizm’in Mutsuz Evliliği’nden)

Sonrasında, seçimlerde neden lezbiyen aday yok dediğimiz milletvekillerinden “toplum hazır değil” cevapları. Toplum bize hiçbir zaman hazır olmayacak halbuki. Toplum sana da hazır değildi örgütlendin kendini dayattın ablacım ne güzel…

Aylarca süren süreçler sonucu teşhir ettiğimiz tiyatrocuları onlardan daha fazla koruyan, bize “Kabataş’ta da kadının beyanı esastı, ne oldu sonra?” diyen canım kadınlar, kadınlarımız.

E işte biz böyle delirdik. Bu Senem’in insanlık için küçük kendisi için büyük çıldırmaları. Benim gibi kimi konuştursan benzer şeyleri anlatacaktır. Ancak feminist hareketin hangi dinamiklerle yalnızca feministlere açık olmayan alanlarda var olduğunu anlamak için şu küçücük örnekler bile yeter, anlamak isteyene. Çünkü artık dayanışma kavramı eskiye göre daha iyi olmak döngüsünü kırmalı. Şimdi dönüp bize “ama eskiden daha kötüydü, kendimizi geliştirdik” diyorlar. Eskiden dedikleri şu: “19. yüzyılın feministlerinin kendi üzerlerindeki baskının farkına erkek yoldaşlarından gördükleri davranışlar sayesinde vardıkları gibi, 20. yüzyılın radikal feministleri de kendi bilinçlerine ‘Yeni Sol’daki erkek radikallerin aşağılayıcı davranışlarına gösterdikleri tepkiyle eriştiler. Bu davranış, 1969’da, Washington’daki karşı-açılış töreni gösterisinde örneklendi. Feministler, gösteride kendi konumlarını anlatmaya kalkıştıklarında, seyirciler arasındaki erkekler yuhladılar, güldüler, ıslıkladılar ve ‘sahneden indirip düz onu’ türünden münevverce sloganlarla tempo tuttular.” (Josephine Donovan’ın Feminist Teori’sinden) Hakikaten eskiden, böyleydi. Ama üzgünüm, hala bir biçimde “böyle.”

Yüzyıllar boyu baki kalan şey partiarka. Patriarka sadece sürekli olarak şekil değiştirdi ve en önemlisi örgütlenme biçimlerini değiştirdi. Çoğu zaman esnekleşti. Metroseksüel erkek kavramının Türkiye’de hit olduğu dönemleri düşünün. Dizilerden reklamlara, gazetelere her yere yansıyan bir inceltme operasyonuydu adeta. Maço erkek artık kullanılabilir olmaktan çıkmışken, çok kritik bir hamleydi. Erkeklik başka bir kurguya oturtuldu ve bu yine ciddi bir eşitlik yanılsaması yarattı.  Muhalif hareket için de buna benzer şeyler söyleyebiliriz. İlginç bir şekilde ilerleme olarak gösterip alkış bekledikleri şey hala yukarıda verdiğim örnekten bir adım ilerisi. Yalnızca bir adım. Keza eskiden bu erilliği yalnızca na-trans erkeklerde arıyorduk. Artık hiç de öyle değil. Feminist alanlarda bunların yaşanması bir yana, yalnızca feminizmin örgütlenmediği alanlarda kişinin cinsiyetinin hiç fark etmediği bir erillik hakim. Bir şekilde patriarkaya karşı konumlandıysan karşında her bir cinsten, milletten bir sürü savaşçı görebilirsin.

Feministler için her yer eylem alanı, her yer bir direniş alanı. Kendi bedeninden, destek verdiği mücadele alanına, yanındaki dostundan karşısındaki düşmanına kadar. Bu koşullarda hala feministler için konforlu mücadelenin şirin çocuklarıymışız gibi bir imaj çizmek, bu dinamikler düşünüldüğünde oldukça komik. Hah, çok eğleniyoruz kabul. Bu da direnişin ‘o’ biçimi, üzgünüm. E siz de gelin, bekleriz.


Etiketler:
nefret