17/02/2014 | Yazar: Rahmi Öğdül

İktidar bizi ufuksuz bırakıyor; kendisinin kodladığı yere, eve bağlamak, duvarlarını da kendi manzaralarıyla döşemek istiyor.

Ülke giderek Truman Show ile George Orwell’in 1984’ü arasına sıkıştırılmış bir mekâna dönüşüyor. Kapalı devre yayın yapan üç boyutlu bir simülasyon evrende yaşıyoruz, tıpkı Truman gibi. Yere bağımlı bir yaşam sürer, yerin sosyo-politik belirlenimlerini kabul edersek sorun yok gibi. Sınır mefhumunu dert etmediğimizde mutlu bir yaşam sürdüğümüz yanılsamasına kapılıyoruz kolaylıkla. İktidarın belirlediği kodları verili kabul ederek simülasyonun içine keyifle yerleştiriyoruz kendimizi. Sonra, nasıl oluyorsa birden ufuk çizgisi kışkırtıyor bizi; yerden kopmak, evden dışarı çıkmak, uzaklara gitmek isteği kabarıyor içimizde.

Çizginin ötesi kışkırtıcıdır. Evin boğucu havasından çıkmak, çizginin ötesine geçmek, başka sesleri işitmek arzusunu duyumsarız. Tam da Truman Show’un kahramanının duyumsadığı bir arzu. Ya da on iki ton müziğine nasıl ulaştıklarını anlatan Anton Von Webern’de rastladığımız türden bir kaçış: “Önceleri gene eninde sonunda eve, asıl tona dönülüyordu; ama yavaş yavaş öyle uzaklara gidilmeye başlandı ki artık temel tona dönmeyi gerektiren bir duygu kalmadı” (Yeni Müziğe Doğru, çev. Ali Bucak, Pan Yay.). Evin ya da yerin egemen havasını, hep aynının kılık değiştirerek kendini gösterdiğini fark ettiğimizde sorun başlıyor, boğulacak gibi oluyoruz ve gitmek istiyoruz. Ufuk çizgisine doğru yönelmek, yolculuğa çıkmak. Ufkun olmadığını, yaşadığımız yerin duvarlarla kapalı bir hapishane olduğunu fark edince ne yapacağız peki? Filmin sonlarında Truman yelkenlisiyle ufka doğru yöneldiğinde, tekne cıvadrasının ufka saplandığı ân filmin en etkileyici sahnesidir. Hayal kırıklığıyla iç içe geçmiş bir aydınlanma yaşar kahramanımız. Gösterinin sona erdiği ândır bu. Ufuk diye yıllardır kahramana yutturulan, duvarın üzerine boyanmış bir manzara resminden başka bir şey değildir. İktidar bizi ufuksuz bırakıyor; kendisinin kodladığı yere, eve bağlamak, duvarlarını da kendi manzaralarıyla döşemek istiyor.

Özgürlük bir sınır mefhumuyla ilişkili olmuştur her zaman. Soyut bir özgürlük kavramı, yerin kodlarını su ve balık ilişkisi gibi yaşayan biri için çok fazla şey ifade etmez. Ancak bir sınırla karşılaştığında ve bu sınırı aşma arzusu engellendiğinde derinlemesine duyumsar özgürlüğü. İktidarın belirlenimleriyle, kodlarıyla döşenmiş bir ortamı fark edip dışarı çıkmak, sınırları aşmak istediğimizde özgürlük somutlaşıyor. Bizden hep kaçan bir ufuk çizgisinin peşinden gitme isteği. Ulaşabildiğimiz, dokunabildiğimiz ufuk çizgisi iktidarın bir kandırmacasıdır, Truman Show’dan biliyoruz. Kahraman ufuk çizgisine dokunduğunda onun sahte olduğunu anlar. Oysa hakiki ufuk çizgisi hiçbir zaman ele geçmez, ona doğru yöneldikçe hep kaçar bizden ve hep kovalarız onu. Özgürlüğün tanımını, bizden kaçan ufuk çizgisiyle birlikte düşünmemiz gerekiyor. Aşırı belirlenmiş, hep aynının kılık değiştirerek kendini yinelediği bir yerden, beklenmedik şeylere doğru serüvene çıkmak. Sinemacı Robert Bresson’un ‘Sinematograf Üzerine Notlar’ındaki önerisi ufuk çizgisi için geçerli: “Beklenmedik şeylerin hepsini, sen gizlice bekliyor olmalısın” (çev. Nilüfer Güngörmüş, Nisan Yayınları). Beklenmedik şeyleri bekliyor olmak, ufuk çizgisine yönelmektir. Benzer öneriyi Lewis Caroll’un ‘Aynanın İçinden’ kitabında da okuyoruz; kraliçe Alice’e, olmadık şeylere inanması için alıştırma yapmasını öneriyordu: “Ben senin yaşındayken günde yarım saat temrin yapardım aksatmadan” der Kraliçe, “bazen, daha kahvaltıdan önce altı tane olmayacak şeye inandığım olurdu” (çev. Tomris Uyar, Can Yay.). Ufuk çizgisine yöneldikçe olmadık, beklenmedik şeylere gizlice hazırlamalıyız kendimizi.

İktidar ufuk çizgisi yanılsaması yaratmak için ülkenin duvarlarına kendi çizdiği manzara resimleriyle döşerken, özgürlük tanımını da hazırlamış bizim için: “Ülkemde kişisel özgürlüklerin teminatı olduk. Herkes istediği yerde istediği gibi geziyor, gezip tozuyor, yiyip içiyor”, yeter ki ufuk çizgisine yönelmesinler. İktidarın zihnindeki gezip tozma, yiyip içme özgürlüğünün gerçekleştiği mekânlar avm’lerdir haliyle. Yapay olarak iklimlendirilmiş, ışıklandırılmış simülasyonlar. Ülkeyi devasa bir avm gibi örgütlemek isteyen iktidar, her anı kurgulanmış bir Truman Show’un kahramanları yapmak istiyor bizleri. Ufkumuzda avm vitrinlerindeki meta manzaraları. Bu ufuk manzaralarının sahte olduğunu, duvarı fark ettiğimizde, birden duvarda büyük biraderin despot görüntüsü ve sesi beliriyor. Ama artık duvarı ve iktidarın bir hologram olduğunu fark ettik ve duvarın ötesinde bizden kaçmaya hazır bir ufuk çizgisini. Ülkeyi kör bir kuyuya çevirerek bizleri merdivensiz ve ufuksuz bırakacağını sanan iktidarın da her sabah kahvaltıdan önce kendini olmadık şeylere hazırlamasında fayda var. The Rage Against Machine’in ‘Voice of the Voiceless’ (Sessizlerin Sesi) parçasının uyarısını da dinlemeli: “Ve Orwell’in cehennemi, terör çağı gerçek oldu/ Fakat bu küçük birader de izliyor sizi.” Ufuk çizgisine doğru beklenmedik şeyler göreceksiniz, sakın şaşırmayın!


Etiketler:
nefret