04/04/2014 | Yazar: Emre Dursun

Herkes, kendisinden daha ‘radikali’ türeyene, bulunana, uydurulana kadar bir tehlike, sonrasında ise alelade bir şakadır çünkü bu ülkede.

Türk futbolunda kriz zamanlarında akla gelen kimi isimler vardır. Milli Takım ya da Galatasaray sıkıntıya düştüğünde Fatih Terim’dir bu. Türk takımlarından herhangi biri sendelediğinde de yerli-yabancı seçenekler bellidir: Mustafa Denizli, Daum ya da Lucescu. Bir dönem (tükenmez bir dönem!) siyasette de aynı işlevi kesinlikle Süleyman Demirel görmüştü.
 
Uzun zaman sağın “birleştirici gücü” vasfını başarıyla taşıyan, şarkılara konu olan bu özelliği; onu iktidara yakın ya da iktidarda görür görmez kıpırdanmaya başlayan ordunun ve Kemalistlerin de teşrifleriyle sonunda kendisine cumhurbaşkanlığı yolunu bile açtı. Herkes, kendisinden daha “radikali” türeyene, bulunana, uydurulana kadar bir tehlike, sonrasında ise alelade bir şakadır çünkü bu ülkede.
 
AKP iktidar olduktan bir süre sonra; vakti evvelinde yine Kemalist taifenin, Menderes’in varisi olarak görülmesi nedeniyle Demirel üzerinden hortlattığı “şeriat” paranoyasını bu kez bizzat kendisi, Tayyip Erdoğan ve şürekâsına referansla vahyetti. (İki örnekte de öngörü veya paranoyaların ağırlığını sorgulamıyorum şu an.) Sonra bir ara hatırlamadığım ve hatırlamak da istemediğim bir meselede ombudsman olması düşünüldü vs.: Keline merhemi olmayandan arabulucu yaratan karanlık!
 
Süleyman Demirel, Türk siyasetinin Fatih Terim’iydi yani. Belki de bu yüzden Yıldırım Türker onun için, “Demirel nicedir bir kişi değil. Bir fikir. Dolayısıyla ondan kurtulabilme imkânımız yok.”1 diye yazmıştı.
 
*
 
Türkiye’deki lider kültü, üstelik tam da bu yazıya konu olan Mustafa Sarıgül gibi, her şeyden çok kendisine hayran olan, masaya ya da insana (!) yumruğunu vuran, racon kesebilen lider kültü hemen her alanda belirleyici olmuştur. Olumlu ya da olumsuz anlamda. Kutsalları seviyoruz. O kutsalları daha da kutsallaştırdığına inandığımız neferlerimizi de. Sarıgül’ün açığı da tam olarak burada başlıyor işte: Hiçbir şeyi, hiç kimse için normalde olduğundan daha çekici hale getiremiyor çünkü.
 
Artık her kesimin sosyal ve siyasal projelerde öne çıkaracağı figürler üzerine de kafa yorduğu, çaba harcadığı bir hakikat. Üstelik, bunu olumlamayanlarımızın bile en azından anlaşılabilir gördüğü bir hakikat. “Evet, ortada iyi-kötü bir proje var ama kim sunacak bunu?” sorusu hemen hepimizin aklına düşüyor belli durumlarda. Bu noktada da tayin edilen figürden, “kafalaması” için onu servis edeceğimiz kesimlerden evvel bizi tatmin etmesini bekliyoruz. Tecrübeli olmalı, bilgili olmalı, kararlı, özgüvenli olmalı, karizmatik olmalı. Mustafa Sarıgül? E, olmadı! İnternette, kendi ağzındanmış gibi yapılan o espri eşliğinde zar zor çıkabildi karar: “Arkadaşlar, valla beni ben de sevmiyorum ama yapacak bi şey yok, basıp geçicez!” Kampanyanın mayası da aslında ciddi ciddi tuttuğu halde, iktidarına vesile olamadı.
 
*
 
Her zaman başaramasam da, insanların şahsi zaafları üzerine çok fazla konuşmayı, onları bu yönleriyle eleştirmeyi sevmiyorum. Kusursuzluk kimsenin harcı değil. Kamuya açıldıkları, topluma mal oldukları noktada ise baĞzı şeyleri onların şahsi zaaflarından ziyade hemhal oldukları kültürdeki yerleşik zihniyetlerin, pratiklerin, silsilelerin tezahürleri olarak okumaya çalışıyorum. Sonuçta ortaya çıkan da, temsili bir Türkiye siluetinden başka bir şey olmuyor. Tıpkı Fatih Terim’de, Süleyman Demirel’de, Emre Belözoğlu’nda, Acun Ilıcalı’da, Yılmaz Özdil’de olduğu gibi…
 
Sarıgül’ün, siyasetten farklı bir şey olan Türk Siyaseti’ne (adaletten farklı bir şey olan Türk Adaleti gibi) katkısını en fazla “dört nikâh bir cenaze” diye özetleyebiliriz herhalde. Gerçek bir hoşgörü üzerinde temellendirilmiş tutarlılığa teğet geçerek, “nabza göre şerbet” politikasının tam ortasına atlayan eyleyiş. Bu yüzden Sarıgül’de her daim, kankalarından olduğu kadar bütün rakiplerinden de bir iz vardı: Baykal’dan, Erdoğan’dan, Topbaş’tan…
 
Hitabet yönünden bütün hayatının en berbat performansını gösterdiği CHP kurultayında, bir zamanların ateşli hatiplerinden de olan Baykal, onu zar zor geçebilmişti. Sarıgül bundan bahsederken, bir diğer aday olan Umut Oran’ın aldığı “13 oyu” doladı diline. Kendisi kazanmaya bu kadar yaklaşmıştı, demek ki bir hüneri vardı, işte diğer adayın hali ortadaydı! Pek sevdiği parmaklarıyla her katıldığı programda söz buradan açılır açılmaz üşenmeden saydı 13’ü. CHP kadrosu tarafından tercih edilmemek o kadar da kötü bir şey miydi? Sanmıyorum. Zaten birbiriyle kıyasıya yarışan iki adayın profiline bakınca, bunun üzerinde uzun süre duracak dermanı da bulamıyorsunuz.
 
Gezi Direnişi esnasında kelimenin tam anlamıyla gidip gidip geldi Sarıgül. Ben, fazla ayak altında dolanmamasına ne Sırrı Süreyya Önder gibi “korkaklık” diyebiliyorum, ne de kendisinin ifade ettiği “nemalanıyor demesinler diye” söylemini sahici buluyorum. O, “her şeyden biraz”dır çünkü hep, attığı ve tuttuğu zarfların içeriği değil şekli şemali, albenisi mühimdir, vitrin sever, refakatten çok ziyaret insanıdır, itiraz ettiği nemalanmalardan müteşekkil bir belediye canlısıdır. Bütün bu süreçte de en iyi bildiği şeyi yine yaptı zaten: Gönderdi! Direnişçilere selam gönderdi, hükümete ve kentteki yönetici “abilerine” mesaj gönderdi, direnişçiler o abilere haklı olarak cephe aldıklarında “Abime öyle demeyin” diye sitem gönderdi, güzelim esprilerin arasında sinir bozucu bir şekilde sırıtan “Çare Sarıgül” motifini duvarlara nakşetsinler diye eleman gönderdi, parkta sabahlayanlara yemek gönderdi ve sağ olsun bunu da hiç saklamadı: “Sarıgül ne yaptı Gezi esnasında?” diye kendine sordu, “O parktaki direnişçilere yemek gönderdi” diye kendine cevap gönderdi. Ne diyelim, ziyade olsun…
 
Ve tabii seçim süreci yaklaşıp da, adaylar üzerinde düşünülmeye başlandığında, “nicedir bir kişi değil, fikir olan” Sarıgül ismi CHP’yi yönetenlerin aklına düşüverdi hiç sekmeden. Üstelik bu fikrin çok orijinal olduğunu teslim edip kendilerini alkışlamamızı beklerlerken de enikonu bir sessizlik oldu. Fıkrasına gülünmeyen CHP’nin, ortama tekrar adapte olmasını sabırla bekledik.
 
Sonunda oldular. Mazideki kapışmalar, ithamlar, ihbarlar, dosyalar, kırgınlıklar unutuldu ve hemen propaganda çalışmalarına başlandı böylece. Twitter da artık daha sık olarak yurttaşlarına seslendiği bir platformdu Sarıgül için. Adaylığının resmen belli olduğu ilk günlerde, bizleri kendi algılarımızda boğan tweet’leri tereddüt bile etmeden, ardı ardına gönderdi acımasızca: Atatürk’le başladı, Türkçe Olimpiyatları üzerinden pike yaparak cemaati selamladı ve taraftarlara güzelce “üçlü” çektiktirten sonra “Allah’ın izniyle” gayrimüslim vatandaşlarımızın hassasiyet pistine indi. Hepimiz şoke olduk ama o, yılların tecrübesiyle yine yarasız, beresizdi.
 
Sözleri arasında “özgür internet”, “Gezi Parkı’nın ve meydanların halka açılması” da vardı. En aklı başında bildiğimiz insanların dahi karşısında büyülendiği bu vaatlerin, belediye başkanlarının yetki alanlarında olmadığı ayrıntısı çok az dillendirildi. Bunları belirtenler şiddetle kınandı hatta. “Adam ne güzel şeyler söylüyor”du, “şimdi bu eleştirilerin yeri miydi”! Ona mecburen oy vereceklerini söyleyenlerin değil ama gerçek seçmenlerinin çığlıklarını her duyduğumda, Yıldız Tilbe’nin Grammy Ödül Töreni yorumu geldi aklıma: “Ne kadar çok oh my god diyorlar ortada bişe de yok.”
 
Aslında Sarıgül’ün samimiyet, tutarlılık ve şeffaflık bağlamında kredisinin kalmadığı konusunda çoğunluk mutabıktı tabii. Deva sayılan yöntem açısından benzer düşünmesem de, hissiyat olarak zaman zaman hak verdiğim “kimse AKP’den kötü değil” bezginliğinin etrafında birleşenler için tek çare gibi göründü yine de. Üstelik bunda karar kılarken, oy vermekten caymamak için evvela onu dinlememeye, izlememeye gayret gösterenler oldu. Çare değildi yani, çaresizliğin en güçlü adayıydı Sarıgül. Ve belki de bulunabilecek en itici güç yani umarsızlığın örgütlediği bu kalabalık bile yetmedi kazanması için.
 
Sonuçlar kesinleşmeye başladığında ortadan kayboldu. Memleketin her köşesinden hile haberleri yayılırken, reddedilmiş âşık benzeri bütün dünyaya küseceği tuttu. Gönülsüz seçmenlerinin bile kendilerini zorlayarak oluşturdukları sinerjiye bir an bile cevaz vermedi. Sus payı verilmiş bir suç ortağı gibi sessizliğe gömdü kendini.
 
Kampanya süresince kendisi bir sinerji yaratmak istediğinde ise klasik liderlere çok benzer bir şekilde, en fazla, kuru gürültünün sözde iş bitiriciliğine iman etti, “tenekeden duranları” azarladı, memnun olması gereken bir kalabalıkta rahat yürüyemediği için önünden giden yardımcısını iteledi. “Berkinimize” kahroldu, aynı katiller 10 yaşındaki Mehmet Ezer’in canına kastettiğinde “çocukları sokaklara sürenlere” çıkıştı. Harika bir demokrat portresi çizdi kısacası, kampanya biraz daha uzasa twitter’da birine küfrü basması ya da rastgele bir seçmeni dövmesi işten bile olmayacaktı.
 
“Kazanamayacağım seçime girmem” demişti sandık öncesi ve ne yazık ki sonunda, umudunu ona bağlamış insanların çoğundaki hissiyatın içerdiği üzere kaybedilen şey, iktidara karşı gösterilen bir dayanışma, mücadele falan olmadı onun nazarında. Kaybeden, onun da kendisini tanımladığı gibi, “Mustafa Sarıgül”dü. O kadar. Dünyada bundan daha kötü ne vardı?
 
Bundan sonra da, muhtemelen ölünceye dek gözümüzün önünden uzak kalmayacak. (Uzun ömürler dilerim elbette, mevzu o değil ki.) Sayısız takım elbiseleri sayesinde her zaman ambalajından yeni çıkmış gibi kafamızı şişirmeye, her makam için şansını zorlamaya, tiz bir öpücük sesiyle kulağımızı tırmalamaya devam edecek… CHP Genel Başkanlığı söylentileri dolaşıyor, yetmez, Cumhurbaşkanlığına adaylık için bile şimdiden hesap yapmaya başladığına bahse girerim.
 
Velhasıl, bu koşullarda sandıktan çıkacak en iyi sonuç, Recep Tayyip Erdoğan’dan kötü, Mustafa Sarıgül’den iyi olmayacak bizim için. Yeni bir yol arayan ya da zaten geçtiğimiz Haziran’da açılan yolu işaret eden insanların anlatmak istediği buydu zaten.
 
*
 
O zaman, 5 Nisan’da, tıpkı geçen sene başladığı gibi başlasın sokağın müziği! 17.30’da, Yeşilçam Sokağı’na Emek Sineması inşaatını durdurmaya gidiyoruz. Baharı bilemenin zamanıdır: Ve sonra da, “Mayıs’ı havalandır, gerisi Hazirandır…”2
 
1) “Benim Babam Değil!” – Yıldırım Türker, Türkiye Sizinle Gurur Duyuyor (Metis)
2) Haydar Ergülen 

Etiketler:
İstihdam