31/07/2017 | Yazar: Ali Özbaş

Aslında kimse arafta değil; herkesin yaşayıp duracağı, çıkmaya uğraşsa da tıkılıp kalacağı dünyası bu.

Aslında kimse arafta değil; herkesin yaşayıp duracağı, çıkmaya uğraşsa da tıkılıp kalacağı dünyası bu.

N’olduysa bana en sıkıcı denilen filmleri bile nirvanaya erişerek izleyen ben uzun zamandır bir filmi adından, anlattığı konudan dolayı sıkıcıdır, afakanlar basar diye izlemekten kaçınır oldum. Geçen günlerde izlediğim ve yazdığım "Abluka" film gibi “Araf” filmi de benzer şekilde DVD rafımda bekler dururdu benzer düşüncemden dolayı. Sanırım bu dünyada her gün içimizi karartan şeyleri görmekten, duymaktan, sevinir-mutlu olmaya utanır olmaktan iyice karamsar oldum. Kendi elimle seçip izleyeceğim filmlerin de beni iyice depresif ruh haline iteleyeceğinden korkar oldum. Ya da ne bileyim yaşlılık hali işte, iyice her şeye söylenmekten, beğenmeyip burun kıvırmaktan dolayıdır bu ruh halim. Gerçi düzenli okuyanlar fark etmişlerdir, filmleri çok da eleştirip, kötüleyen biri değilim. Çünkü başlı başına film izlemeyi, sinemayı seven biri olarak kötüsünün de bende uyandırdığı iyi hisler filmlere pozitif baktırıyor. Kare kare kötülük aramaktansa iyi olanları, iyi hissettirdikleri üzerinden anmayı daha çok seviyorum. Şüphesiz benim de kırmızı çizgilerim var ve izlemeyeceğim filmler kadar izleyip iyi yorum yapamayacağım filmler de az değil. Yazdığım filmler içinde de kötü bulduğum ve sevmediğim kimi filmler yer alıyor. Genelde her izlediğim film hakkında yazmadığımı da göz önünde bulunduraram daha çok beğendiğim filmleri yazdığımı da söylemeliyim.

Yeşim Ustaoğlu filmlerini beğendiğim bir yönetmen olduğundan DVD’sini hevesle almaktan çekinmemiştim. Ama yukarıda da belirttiğim gibi izlemeyi geciktirdikçe geciktirmiştim. Nihayetinde sevgilimle izlemek istememe rağmen onun kolay sıkılan biri olarak onlarca filmi izlemeyi terk edip günlük rutinine dönmesini de dikkate alarak “gel izleyelim, beğenmezsen bırakırsın izlemeyi” diyerek play tuşuna bastım. Ne o ne ben ne de bence herhangi bir seyirci izlerken sıkılmamıştır. İki saat aktı gitti. Bir ara bayağı bir durgunlaştı gibiyse de gayet seyirlikti. Hatta sonda diyeceğimi başta söyleyeyim; keşke bir on beş dakika daha sürseydi de bitişi ani ve bayağı bir boşluk içeriyor olmasaydı.

Evet, bir iki küçük sahne olmasa da olurdu, hatta “keşke olmasaydı” dedirtmedi de değil. Örneğin Nihal Yalçın’ın parladığı, ama zaten bilenlerin bildiği, çok iyi bir oyuncu olduğu için bu sahneye ihtiyacı olmadığı, doğurduğunda başkasına vermek zorunda kaldığı bebek için ağladığı sahne. Sonuçta filmin önemli bir noktası ana karakter Zehra’nın çocuğu ne yapacağı üstüne olduğundan önemsiz bir sahne değil gibi duruyor ama ben işin içinde çocuk olduğunda iğreti oluyorum. Bir ebeveynin çocuğunu kaybetmesi kadar acı bir olay yoktur, hiçbir anne baba çocuğundan önce ölmemelidir eyvallah da çocukla ilgili bir sebepten karaktere acımamız sağlandığında, karakteri daha “kutsal” hale getirdiğini düşünme ve benzeri şeyler beni çok rahatsız ediyor. Uzak zamandan “Irréversible-Dönüş Yok” filminde en nefret ettiğim olay buydu. Geriye sararak ilerleyen film bize tecavüze uğrayan kadının bir de hamile olduğunu yeşil doğa, mis gibi masmavi gökyüzü, parıldayan güneş ile gözümüze sokmaya çalıştığında çok sinirlenmiştim. O kadının tecavüze uğraması benim için yeterliydi mağduriyetini anlamam ve uğradığı şiddeti lanetlemem için. “Ay bi de hamileymiş” diyerek içi cız etmemiş kişilere “ama bak bi de bu var” mı demeye çalışıyor, yoksa daha da kötü gibi saçma salak bir duygu mu yaratmaya oynuyordu yönetmen-senarist? Yaşanan şey kötüdür, bunu bir tık daha kötü olması için evlat sahibi olmaya, evladının elinden alınmasına gerek yoktur.

Her otobüs yolcuğumda mola verilen, şehrin uzağındaki lokanta, market, benzinciden oluşan dinlenme tesislerinde hissettiğim duygudur; burada işçilerin, koşturan çalışanların sanki buraya bırakılmış gibi olma halleri. Yakınında mesaisini bitirip gideceği bir evi, burada geçen saatler dışında yaşamını devam ettireceği yerleri yokmuş gibi tuhaf bir hisse kapılırım. Yolculukta olmanın da etkisi ile olsa gerek, evden uzak olmanın duyurduğu bir tuhaf his sanırım. Bu hissin vuku bulmuş hali filmdeki karakterlerde vardı. Elbette servisle döndükleri evleri, katıldıkları düğünleri, eğlendikleri disko-kulüp benzeri mekânları vardı. Ama yaşamları bu otobandaki dinlenme tesisine hapsolmuş, oradan kurtuldukları zamansa küçük şehirlerinde kıstırılmış gibiydi. Çırpınmaya güçleri yok, çırpınmaya kalksalar da battıkça batıyorlar.

Zehra, Derya ve Olgun aynı tesiste çalışan üç kişi. Derya diğerlerinden daha bağımsız ve dik durmayı başarmış gibi. Ama sadece “gibi” olduğunu, çok kolay dağıldığını, en çok göze batan olduğunu ve ilk suçlanacak kişi olduğunu görüyoruz.

Kamyon ile taşımacılık yapan Mahur’u, önemli bir karakter olmasına rağmen geçmişini, o anki durumunu ve sonrasını tanıyamıyoruz. Ortadan kaybolduğunda kaçtığını mı, başına bir şey mi geldiğini, aslında zaten evli bir adam olduğundan dolayı kaybolduğunu mu bilemiyoruz. Ama bu eleştiri değil, bence olması gerektiği gibi işlenmiş.

Karadeniz’in bu küçük şehrinden gidilse nereye gidilecek, başka şehre gitmek başarılırsa ne değişecek bilinmez elbette ama buradan kurtulmak istiyor her biri. Fakat bunun yerine üçüncü sayfa haberlerinde sıkça duyduğumuz, belki de okudukça “daha neler” dediğimiz, olmaz sandığımız şeyler başlarına geliyor. Her biri çevremizden bir karakter, zamanında tanıdığımız bir delikanlı, pazar çantasıyla gördüğümüz bir teyze, selamlaştığımız bir esnaf. Çocukluğumuzda ya da bir ziyaretimizde oturduğumuz divanların birinde çaresizce uzanırken Zehra, koltukların eskimesin, kirlenmesin diye gizlendiği koltuk örtülerinin koruyamadığı dağılıp giden ailesine ağlıyor Olgun. Sahi hiçbirini gerçek hayatınızda görmemiş olmanız mümkün mü?

Mahur’un Zehra’yı kurtulmak istediği bu şehirden alıp, “Selvi Boylum Al Yazmalım”daki gibi kamyonuna atacağı ve kurtaracağı da boşa kurulmuş bir hayal.

Derya’nın gittiği şehre yerleşip Zehra’yı da yanına alacak olması iyi niyetli başka bir hayal sadece.

Olgun’un Acun abisinin kendisini keşfetmesi için çektiği videolarda tökezlemesi gibi, hayatında tutunmaya çalıştığı kızın da “yüklü” olması ile tutacağı tek şeyin hapishanenin demir kapıları olması gidilecek bir yer olmadığını göstermiyorsa eğer, aceleye geldiğini düşündüğüm finalin geçtiği mekân yeterli cevabı veriyor olsa gerek. Aslında kimse arafta değil. Herkesin yaşayıp duracağı, çıkmaya uğraşsa da tıkılıp kalacağı dünyası bu. Ya da hepimiz araftayız. Sıkıştık kaldık!

Ali Özbaş'ın sinema yazılarının tamamına ulaşmak için burayı ziyaret edebilirsiniz.


Etiketler:
İstihdam