21/06/2011 | Yazar:
Burada, ana çizgilerinde Marinetti’nin başını çektiği fütürizmin ilkelerinden kısaca bahsettikten sonra, Faşizmin Doktrini’nin öngördüğü devletin karakteri ve onun temel kavramları üzerinde durarak bu yazıyı bitirmek niyetindeyim.
“Biz, Genç, Güçlü ve Yaşayan Fütüristler!”[1]
“Aktivizm: Yani ulusalcılık, fütürizm, faşizm.”
Benito Mussolini, “Faşizmin Doktrini ve Kurumları”.[2]
Antonio Sant’Elia, Pan İtalya hareketi Italia irredenta’nın, yani yayılmacı büyük İtalya hareketinin gönüllüsü olarak katıldığı Birinci Dünya Savaşında otuzunu göremeden 1916’da öldürülür.
Irredenta, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllara özgüdür ve yolu da tarihsel veya etnik bir kurgu uyarınca, komşuların toprakları üzerinde şu veya bu nedenle hak iddia ederek o topraklarda egemen olma hayalinden geçer. Peşi sıra gelen Büyük Almanya ideali de, Alman ulusunu azami toprak egemenliğini hak eden muktedir bir ırk olarak tanımlamış ve nasyonal sosyalizm onları Hitler önderliğinde bu ideal etrafında birleştirmiştir.
Sant’Elia, Lombardi, Como doğumludur (1888). 1912’de Milan’da açtığı bir mimarlık bürosuyla fütürist harekete dahil olur. Etkileyici kent perspektiflerinde, Otto Wagner ve Adolf Loos’un etkisi okunaklı olsa da, gerçek ivmenin fütürist ideallerden geldiğini söylemek daha yerinde olur. Città Nouva’nın [Yeni Şehir] mimari kompozisyonunda, fütürist manifestoların paralelinde, endüstriyel anıtsalcılık ve muktedir olma arzusu kendini ham malzemeyle ve sert renklerle duyurur. Elia’nın mimarlığının tarihsel olarak ister istemez fetihçi militarist imgelemin repertuarına katıldığı söylenebilir.
Fütürist kurucu Marinetti’nin Mussolini ile olan yakın kişisel ilişkisine karşın bir dandy olarak ilerleyen aşamalarda duçe tarafından faşist mangaların dışına itildiği ve gerçekte kan dökmeyecek kadar entelektüel düzeyde bir şiddeti arzuladığı tartışmaları, kanımca birer apoloji olmanın ötesine gitmezler. Bütün bu kriminolojik tashihler, fütürist hareketin, yazının başında alıntılanan ifadenin birinci elden gösterdiği üzere, faşizmle kucak kucağa olduğu gerçeğini örtemez ve fütürist akım, sanat tarihi uzmanlarının ‘rolleri vardı, yoktu’ polemiğiyle kolay kolay temize çıkacak gibi değildir.
Fütürist ideolojinin pre-faşist bir düşünme yolu olduğu, aralarından su sızmadığı gerçeğinin ayrıntılarını ele almaya elbette bu yazının sınırları yetmez. 1922-1943 yılları arasında iktidarda kalarak dehşet saçan İtalyan Faşizminin büyük f ile yazılmasının nedeni, arkasından gelen başka ulusalcılıklara model olmasıdır. Nazizm, Almanya’da ancak 1933’de iktidarı ele geçirdiğinden, İtalyan Faşizminin çırağı sayılmalıdır. Nitekim, Faşizmin Doktrini’nin yazılmasından sadece bir yıl sonra Hitler’in iktidara gelmiş olmasını elbette rastlantı saymak zordur.
Burada, ana çizgilerinde Marinetti’nin başını çektiği fütürizmin ilkelerinden kısaca bahsettikten sonra, Faşizmin Doktrini’nin öngördüğü devletin karakteri ve onun temel kavramları üzerinde durarak bu yazıyı bitirmek niyetindeyim.
F. T. Marinetti’nin 1909 tarihli Fütürist Manifesto’da sıraladığı inciler arasında, “bir makineli tüfek ateşi gibi giden, gürleyen bir otomobil motoru” (madde 4) gibi, endüstriyel üretimden başı dönmüş, ilerleme idealine hayranlık içeren ifadeler kadar, belki o ifadelerden de fazla, açık şiddete pervasızca yer verilir. Şiir, Marinetti’nin ve ona katılan diğer fütüristlerin gözünde, “bilinmeyenin güçleri karşısında şiddetli bir saldırı olmalıdır” (madde 7). Hıza duyulan hayranlık, sadece bir metropoliten gözlem değildir. Aksine hız, tapınılan, geçmişi silmekte kullanılacak, yıkıcı faşist gücün mutlak silahıdır: “Zaman ve mekân dün öldü. Hali hazırda mutlak olanda yaşıyoruz, çünkü kadiri mutlak, ebedi hızı yarattık.” (madde 8) Hızdan, hareketten anlaşılan, yirmi birinci yüzyılda yaşayan bizlerin anladığından çok daha farklı, saldırgan ve çıplak bir şiddet felsefesidir. Çünkü hız demek, irredenta’nın ideallerine uygun biçimde, durmaksızın savaşmak demektir. Hız, orduların yeni topraklar fethederek ülkeyi büyütme idealine uygun debide kan dökmesi, talan ve yıkım yapması demektir. Aksi, yani kendi topraklarına kapanıp kalmak faşistleri kesmez, ille de yeni yerler almalıdır, yoksa çürüme başlayacaktır. Kısaca hız, savaşın diğer adıdır: “Dünya için tek şifa olan Savaşı, militarizmi, yurtseverliği, anarşistlerin yıkıcı jestini, öldüren güzel fikirleri, ve kadınları aşağılamayı yüceltmek istiyoruz.” (madde 9). İşte Marinetti’nin zarafeti (!). Fütüristler, düşünsel anlamda bir savaş açmakla gerçek bir savaş açmak arasında fark yaratan anlam kaymasını, mecazi anlamları değil, en çıplak kan dökme ideallerini, savaşın yıkıcı gücünü manifestolarına taşıyarak büyük sükse yaratırlar: “Müzeleri ve kütüphaneleri yerle bir etmek, ahlakla, feminizmle, ve tüm fırsatçı ve araçsalcı korkaklıkla savaşmak istiyoruz.” (madde 10). Yirminci yüzyılın manifesto dili için çok da yeni sayılmayacak bu arınma hayallerinin militarizmin dilini çekincesizce kullanması, günümüzden bakılınca, örneğin Türkiye’deki aşırı milliyetçi söylemlerin yapısıyla büyük bir benzerliğe sahiptir. Ama günümüzdekilerin tek farkı, fütüristlerin sanat yapmalarından hız alarak sergiledikleri açık sözlülüğe sahip olmamaları ve kendilerini betoncu ifadelerini örterek söylemeye mecbur hissetmeleridir. Fütüristler, hızın mutlak şimdisinden bakarak geçmişin yükünü silmek ve kendilerine gelecekte sınırsız bir meşruiyet elde etmek için enerjiyle doluydular. İfadelerindeki çarpıcılık, kamusal ve sivil hayatın tüm bileşenlerini unufak etmek için besledikleri kinden kaynaklanır. Bunu istemenin ne anlama geldiğini, Faşizmin Doktrini bağlamında ele almaya çalışacağım.
Fütürizmi kuranlar, militarist bir politik programın sanat alanındaki yazarları, sözcüleriydiler. Şöyle diyorlardı: “Bugün fütürizmi kuruyoruz, çünkü İtalya’yı profesörlerin, arkeologların, turist rehberlerinin yol açtığı kangrenden kurtarmak istiyoruz.” Akademizme, kurumlaşmış bilime, yabancılara su katılmadık bir düşmanlıkla yıkanmış bu sözler, bir avuç gencin kaynayan kanından sökün eden, kabına sığmayan ifadeler midir yalnızca? Onlar, yani genç fütüristler, kendilerine öylesine güveniyorlardı ki, bir sonraki kuşağın onları vandal bir biçimde alaşağı etmesine bir diyeceklerinin olmadığını ilan ediyorlardı. “En yaşlımız”, diyordu Marinetti, “otuzunda bile değil: Görevimizi tamamlamak için, bu yüzden en az bir on yılımız var. Kırkımıza gelince, bizden genç ve güçlü erkekler, bizleri işe yaramaz manüskriler gibi çöp sepetine fırlatıp atsın!” Ve ekliyorlardı: “Bize bakın! Nefesimiz tükenmedi, yüreklerimiz azıcık olsun yorgun değil. Çünkü ateş, nefret ve hızla beslendiler”.
Prefaşist İtalya’da fütürizm ile faşist yapılaşma arasındaki ilişkiler öylesine dolaşıktır ki, sadece Marinetti’nin ve arkadaşlarının yazdığı bir manifestoya indirgenemez. 1920’de Mussolini ile yollarını ayırmış olmakla beraber, daha bir yıl öncesinde faşizmin kurulmasında bizzat görev aldığı, 1922 yılında ise, faşizmin fütürist programın asgari taleplerini gerçekleştirdiğini ilan ettiği unutulmamalıdır. Nitekim Marinetti, sonraları faşist rejim içinde kaçınılmaz biçimde dışlansa da, 1944’deki ölümüne dek liderine sadık kalacaktır.
Fütürizmde bulunacak son şeyin masum bir gelecekçilik olduğu açıktır. O kadar ki, fütürizmin tarihsel işlevinin faşizmin yatağını sanat aracılığıyla genişleterek içinden ölüm saçan taburların akacağı yılları hazırlamak olduğu bile iddia edilebilir. Benedetto Croce’nin eleştirisinin bu çizgide olduğunu, faşizmin ideolojik köklerini fütürizmde gördüğünü ifade eden Richard Jensen, bu türden bir eleştirel çizgiyi aşırı bulduğunu ifade eder. Jensen, James Gregor’u da örnek verir. Gregor, politik olarak Mussolini’nin ‘başarısının’ fütürist politikada yattığını ifade ederek Jensen’e göre bir aşırı yorumda bulunmaktadır.[3] Halbuki fütürist kent sahnesi, faşizmin kitlesellik silahının en değerli cephanesidir. Hem organizasyon, hem de mobilize edicilik bakımından fütürizmin faşizm için ne derecede işlevsel olduğu yorumunu aşırı bulmanın kendisi pek de anlaşılır görünmüyor. Fütüristleri ‘affetme’nin ne işe yarayabileceğini sormak da bir o kadar anlamlı görünmektedir. Sanatı politikadan ari görmeyi istemek, başlı başına problemli bir tutum gibi görünmektedir.
Avandgarde Paris çevresiyle bağlantılı milyoner Marinetti, çekici bir adam, bir şovmen, bir sanat lideri, bir şair olmakla kalmayıp, kararlı bir kampanya organizatörüdür de. 1909’da bir akşam fütürist dostlarını evine kapatacak ve gece boyu onlardan bir manifesto yazmalarını isteyecektir. Sonradan bu manifestoyu Le Figaro’da baş sayfadan yayınlatacak güce de sahiptir. Hız ve eylem, çatışma ve şiddet talebi, gençliğe vurgu, geçmişe isyan, ulusal kültürel durgunluktan tiksinti, endüstriyel ilerleme ideolojisine sadakatle at başı giden ulusalcı emperyalist beklentiler bu manifestonun harcını oluşturur. Marinetti 1912’de Libya’nın işgal edilmesine alkış tutanlar arasındadır, 1914’de fütüristler Marinetti sayesinde devleti pasiflikle suçlayan ilk grup olur, savaşa girme taraftarları arasında da yine ön saflardadır, 1918’de fütürist hareketten kopuk bir fütürist partinin kurucusudur. Programının aşırı olması nedeniyle yaygınlık kazanamayan parti, aşırılıkçı Arditi grubunu bünyesine alır. Nihayet 1919’da Marinetti, Mussolini ve 100 kadar kişi bir araya gelerek faşist hareketi kurar ama yolları erken ayrılır ve faşist cinayet mangalarının eylemleriyle aynı safta yer almaktan böylece ‘kurtulmuş’ olur.
Faşist ideoloji, korporatizm, ulusalcılık ve militarizmle birleşir, öbür taraftan da, liberalizm, demokrasi ve komünizm karşıtlığıyla ifadesini bulur. Varsılerkine de aynı biçimde düşmandır; Fransa ve İngiltere gibi ülkeleri baş düşmanlar olarak hedef alır. “Ölüm sen çok yaşa!” [“Viva la morte!”] sloganı ne kadar ünlüyse, tüfek ve kitap bileşiminin ideal faşisti verdiği de bir o kadar ünlüdür. “Umurumda değil” [“Me ne frego”] sözü, şiddetin kitlesel meşruiyet zemininden yükselerek gelir ve ahlaki sınırları ortadan kaldırır. İtaatkâr, savaşkan ve inançlı bir bireyi hedefleyen faşist doktrin, özel bir devletçi katılığı da titizlikle formüle eder. Devlet mutlak ve aşkın varlık olarak sıkı sıkıya tanımlanmıştır. Devlet bedenlerin arzularını, tanımlı ruhani değer ve kurallar aracılığıyla yöneten ve yoğuran bir otorite olmakla kalmaz, aynı zamanda büyümeyi güdüleyen saf iktidar olarak dışarıya, yani öteki halkların varolma hakkına yönelmiş doğallaştırılmış bir saldırganlık hakkının öznesidir de. Devletin aşkın varlığı demek, içindeki birey veya grupların görece önemsizlikleri, fanilikleri ve vazgeçilebilirlikleri demektir. Faşizm, devletin haklarının restorasyonu projesi olarak sunulurken, bireyin esas özünün devlette yattığına dair bir temel sav da ortaya konur. Faşist doktrinde bugün anılmaya değer pek bir şey yoktur ama hakların her türünün devletin aşkınlığı karşısında nasıl iptal edildiğini izlemek bakımından, yürütülen polemik bir tür zihinsel eğlence olarak izlenebilir elbette. Öte yandan, benzer argümanların günümüzde gündelik politik pratikler bağlamında Türkiye’de dolaşımda oluşlarında eğlenceli hiçbir şey yoktur. Olsa olsa, bu argümanların aslına rücu etmekte oluşlarına dehşetle tanık olunabilir.
Faşist doktrin metninde birçok şey tanımlanır. Sözgelimi faşizm bir demokrasi olarak tanımlanır ama nasıl: “Faşizm, organize, merkezi, otoriter demokrasidir.” Kısacası içinden demokratik olan her şeyin çıkarıldığı bir demokrasiye faşizm denebilir, tersinden gidilirse.
Özgürlük için de benzer bir negatif polemik vardır: “Faşizm özgürlüğü destekler, hem de sahip olmaya değecek tek özgürlüğü, devletin özgürlüğünü ve bireyin devlet içindeki özgürlüğünü. Faşist Devlet kavramı kuşatıcıdır, onun dışında hiçbir insani ya da ruhsal değer varolamaz, ne de bir değeri olabilir. Böyle anlaşıldığında faşizm totaliterdir ve tüm değerleri içine alan bir birim ve bir sentez olan Faşist Devlet, tüm halkın hayatını yorumlar, geliştirir ve hayatına hükmeder.” Bu açıklama, görüldüğü üzere, özgürlükler adına ne varsa tasfiye etmektedir.
Keza demokrasi faşizmin hakkında en çok kaygı duyduğu başlıklar arasında başta gelir: “Faşizm bu nedenle bir ulusu çoğunlukla eşitleyen, onu en büyük sayı seviyesine indiren demokrasi biçimine karşı koyar, eğer ulus olması gerektiği gibi, nicelik değil nitelik olarak görülüyorsa, …en saf demokrasi biçimidir.” Ernest Renan’ı bir prefaşist olarak selamlayan Mussolini, onun demokratik rejimin varacağı ‘korkunç’ noktayı tanımlayışına dikkat çekerek, demokrasiyi “vülger hazların peşinden giden dejenere bir kitle rejimi” olarak tanımlar. Faşizmin katlanamayacağı bir şey varsa o da heterojenliktir. Zaten aynı nedenle demokraside bir kralın yokluğuna karşın birçok tiranın varolduğu söylenir. Nitekim doktrin metninde şu ifadelere yer verilir: “[Faşist] Devlet yurttaşlarına sivil eğitim verir, görevlerinin farkına vardırır, onları birliğe davet eder; adaleti onların ayrı ayrı ilgilerini uyumlandırır; …erilinsanları ilkel kabile hayatından, insan iktidarının en yüksek ifadesine, emperyal düzene yükseltir. …Ne zaman ki devlete saygı azalır ve birey ve grupların ayrılıkçı ve merkezkaç eğilimleri baskın çıkar, o zaman uluslar çürümeye başlar.” Güçlü, organik, uyanık, kendinde bir devlet fikri popüler desteği de temel alır. Bireyin varlığını korumak konusundaki tutum ise, hiç de şaşırtıcı olmayan militer bir mecazla belli edilir: “Bireyi yok etmek bir yana, Faşist Devlet, tıpkı bir alaydaki bir askerin yok olmayıp öteki asker arkadaşlarının sayısıyla çoğaldığı gibi, enerjilerini katlar.” Çünkü faşizm için tekil bir halk vardır ve bu halk tarihsel olarak kaderini tekrarlayıp durmak içindir; devlet işte bu tekrarın öznesi, kişiliği, ruhu, üstün niteliğinin özüdür. Faşistin komşu sevgisi, komşusunu sürekli gözlemek ve ilgilerini kaydetmekle sınırlı polisiye bir ‘sevgi’dir. En ufak bir yanlışını, itaatsizliğini veya hayra yorulmak istenmeyecek bir jestini arayıp bulmak için ‘sevilen’ mutlak ötekidir komşu.
Mussolini, faşist ülkünün ocağını harlayacak aktivizmin zinde gücünü ulusçu, fütürist ve faşist eylemde tanımlamıştır. Antonio Sant’Elia bir beş yıl daha yaşasa Albert Speer’in Nazi Almanyasındaki tahtına İtalya’da oturacak mıydı, bilinmez.
“Biz, Genç, Güçlü ve Yaşayan Fütüristler” MD Mimarlık & Dekorasyon Dergisi, “Fütürizm” dosyası içinde, Sayı: 167, 2007/8, s. 56-59, İstanbul.
[2] Faşist Hükümet Yayını Ardita Yayıncılık, s. 7-42, Roma, 1935. Metin 1932 yılında Giovanni Gentile tarafından kaleme alınmış ve sonradan Mussolini’ye mal edilmiştir.
[3] Jensen, R., (1995), “Futurism and Fascism”, History Today, Kasım 1995, ss. 35-41.
Kaos GL
Etiketler: