28/06/2016 | Yazar: Leman Sevda

Pazar günü bu tarihi yazan, her neresinden ne şekilde olursa olsun şehre dağılan, arzusunu kuşanan, bedenini politikası yapan herkese teşekkürler. Şu günlerde kendimi çaresiz, güçsüz, başarısız hissetmekten delice korkuyordum, şimdiyse beraber ne güçlüyüz, ne güzeliz diyorum.

Esasen bu seneki yürüyüşü konuşmaya 2015'te yürüyemememizin hemen ardından başlamıştık. Yürüyememek heteroseksizmin dışındaki arzularımıza, bedenlerimize toplumsal alanda bir yer verilmeyeceğinin bir kere daha onaylanmasıydı. Yürüyememek arkadaşlarımızın, sevgililerimizin, kolilerimizin... cinayetlerinin, intiharlarının suçlusu olan toplumsal ahlak ve eril düzenin ve onlarla işbirliği içindeki adalet sisteminin bizden büyük, bizden önemli olduğunun bir kere daha gösterilmesiydi. Yürüyememek nefretin ve muhafazakarlığın daha da yayılacağının sinyalini verilmesiydi. İlk Onur Yürüyüşü'nün yapılmaya çalışıldığı (ve polis şiddeti nedeniyle gerçekleşememiş) 93'e geri dönmekti yürüyememek ve bu, 93'ten bu yana sürdürdüğümüz mücadeleyi de, yürüyebildiğimiz ilk yıl olan 2002'ten beri her sene iki katı çoğalarak insan sayısınca farklı arzu ve bedenle bir ülkenin sermaye başkentinin göbeğini, İstiklal Caddesi'ni ibne, dönme bir yaşamın kalbi haline getirdiğimiz direnişimizi de geride bırakmak demekti. Çaresizlik, umutsuzluk, güçsüzlük hissi diz boyu, sıkıştığımız Cihangir'de sinirden ve üzüntüden ağlamıştım. Yollarını gözlediğimiz güzelim yürüyüşümüzün olmaması ben ve tanıdığım bir dolu tüm ibne ve dönme için bu ülkeyle ilişkisini, bağlarını değiştirmiş, burada bir gelecek artık daha kasvetli bir konuya dönüşmüştü. Çünkü Türkiye'de yaşayan bir lubunya için (burada lubunyayı sadece gey erkek ve trans kadını değil, bir şemsiye terim olarak LGBTİ+'yı imler şekilde kullanıyorum) Onur Yürüyüşü, ilkokul üçüncü sınıftaki bir çocuğun karne günü tadındadır, bütün sene beklenilen, heyecanıyla geri kalan birçok şeyin çekilirleştiği “o gün”dür her sene haziranın son pazarı. Ve bunun polis şiddetiyle engellenmesi demek zamanla ve mekanla kurulan ilişkinin değişmesi demektir. Onur Yürüyüşü'yle yazın gelişini anlarız bizler mesela ya da Onur Yürüyüşü'yle norm dışı sevişmelerimizin, arzularımızın, bedenlerimizin güzelliğini kutlarken hayal ettiğimiz dünyayı kente yayar, kenti bizim yaparız. Olamayan bir Onur Yürüyüşü ise zamansal takvimde bir zemin kayması, kentle ve toplumla ilişkide daha da mesafedir. 2015 haziranını geçmiş 13 yılın aksine bu hisler ve düşüncelerle kapamıştım.

Sonra, 7 Eylül 2015'te komüniteden epey bir insan için çok şey ifade eden bir şey oldu. Canlarımız Boysan, Zeliş ve Mert'i bir trafik kazasında kaybettik. Yeni yeni tanıdığımız güzel Mert sosyallikten uzak bir hayat yaşar, felsefe ve hayvan haklarıyla ilgilenirdi. Boysan ve Zeliş ise yıllarını harekete vermiş, hareket ve hayatları arasındaki sınırı ayırd etmenin zor olduğu insanlardandı. Açılmaları, açılma sonrası süreçleri, aşkları, travesti olmaları, sikmeleri, siktirmeleri... konularında cesaret verdikleri sayısız lubunya onları yalnızca emekçi aktivistler olmanın ötesinde anne, can, dost, dert ortağı yapan şeylerdi. Sanırım cenazenin ertesi akşamıydı bu sene onlar için yürümemiz gerektiğinden bahsediyorduk gözyaşlarıyla.

Ve sonra geride bırakmış olmamızı delice istediğim şu geçen iğrenç kış geldi. Kürdistan devlet eliyle katledilirken ülkenin batısı da IŞİD ile katlediliyordu. Bombalar, korku, paranoya ve çaresizlik, güçsüzlük. Şubatta rakı masalarında, Alt Leyla'da, Mis Sokak'ta, Kurtuluş'ta... başladı konuşmalar ve hazirana kadar gitgide artarak sürdü. “Nasıl yürüyeceğiz, yürüyebilecek miyiz, patlar mıyız, yapabilirler/yapamazlar, neden yapamasınlar, can güvenliğimizden emin olamadığımız bu koşullarda insanları yürüyüşe çağırabilecek mi organizasyon ekibi, neler olacak?”... gibi haziran yaklaştıkça daha yüksek bir gerilimi taşıyan sayısız sorular içindeyken Orlando katliamının acısı yaşamlarımıza yönelik tehdidi hissettirmediği bir an olmayan ülke politikasıyla birleşerek ben ve bir kısım insanda Trans Onur Yürüyüşü ya da LGBTİ+ Onur Yürüyüşü'ne olabilecek bir saldırıya dair sonsuz bir paranoya ve korku cehennemi yarattı.

Ve Orlando'yla başlayan kabus pazara kadar valinin her iki yürüyüşü de yasaklamasıyla, Alperenlerin Müslüman Anadolu gençliklerinin tehdit ve linç çağrılarıyla her gün el yükselterek devam etti. Trans Onur Yürüyüşü valinin yasağı üzerine bunu tanımadıklarını ve yürüyüşü gerçekleştireceklerini açıkladılar. Cumartesiden barikatlar kuruldu tüm Taksim'e, pazar binlerce polis her sokağın başını tutuyordu. Üzerimdeki gerginlik organizasyon komitesiyle olan avukatların polisle pazarlığını “yürüyüşü yapmayacağız, tek kişi bile zarar görsün istemiyoruz, güvenliğimizi sağla, basın açıklamamızı okuyup dağılalım”la başlamasıyla azaldı keza insanların son anda ilan edilen bir noktada bir araya gelmesi saldırı ihtimalini azaltıyordu. Sonuç olarak polis verdiği söze sadık kalmayarak basın açıklaması sırasında önce açıklamayı okuyan Kıvılcım'a saldırdı ardından kitleyi dağıttı. Sonrası polis şiddeti; gaz, plastik mermi, gözaltı, etrafta dolanan müslüman faşist grupların bir kısmı gözaltına alınırken bir kısmının ise gacılara ve bazı lubunyalara saldırdığı söyleniyordu. Bütün bu olan biten facebookta kişisel hesaplar ve alternatif web haberciliği yapan kuruluşlar tarafından canlı yayınlanıyordu, böylece tek bir kişinin yaptığı en ufak bir şey dahi “kitleye ulaşıyordu”. Gezi'den sonra bir daha sosyal medya ve direniş bu kadar birbirlerine eklenmişler miydi, ben hatırlamıyorum. Akşam olduğunda okunamayan basın açıklaması metni yine sosyal medya üzerinden çoktan dolaşımdaydı, gözaltılar serbestti ve şükür ki herkes iyiydi.

                                      Foto: Ateş Alpar / Kaos GL, 26 Haziran 2016

Ertesi gün LGBTİ+ Onur Haftası başladığında kiminle denk gelsek tedirginliğimizden bahsediyorduk, “şu iki haftayı sağ salim atlatma” temennisini bu kadar çok hiç duymamıştım. Bir gey barda çalışan güvenliklerle konuşulmuştu, olası saldırılara karşı etkinliklere gidip gelip lubunyalara göz kulak oluyorlardı, polis hafta boyu etkinlik mekanlarının çevresinde birer ikişer olup etrafı kolaçan ediyordu. Kazasız belasız pazara varırken Organizasyon Komitesi önce Trans Onur'da yaşanan polis şiddetine ve yürüyüşlerin yasaklanmasına dair bir kınama açıklaması yaptı, ardından yürüyüşün valilik tarafından yasaklaması ve emniyet güçlerinin güvenliğimizi sağlamayacağı nedeniyle yürüyüşün yapılmayacağı duyurusu yapıldı. Lakin bu duyuru Taksim'den çekilmek, evlerimize kapanmak ve bu yenilgi de böylece kabul etmek yönünde değil, Trans Onur'da polisin kitleye seslendiği “Dağılın, hayatı normal akışına döndürün!” çağrısından hareketle Taksim'in ve kentin her yanına “dağılmak” yönündeydi. Yapılan çağrı üzerine hareket ve komünite alınan kararı onaylayanlar/onaylamayanlar, bunun saldırı ihtimalini azalttığını düşünerek biraz olsun rahatlayanlar/rahatlayamayanlar gibi ikiliklere bölündü, Organizasyon Komitesi yürüyüşü başaramayan, 14 yıllık İstanbul LGBTİ+ Onur Yürüyüşü tarihinin en zararlı komitesi olarak dahi ilan edildi.

“Gün geldi”. Her taraf üniformalı ve sivil polis ve lubunya. Zırıllar, çıtırlar, butchlar, androjenler, sert kızlar, oğlansılar, erkek güzelleri, kız yakışıklıları, trans oğlanlar, gacılar... Sokaklarda bir libido kokusu, her karşılaşmada yandan bakışmalar, küçük selamlaşmalar, saklı gülüşmeler. Gökkuşağı bandanalar, kravatlar, bandanalar, papyonlar... Her karşılaşmada biraz daha güçlü hissetmek. Her karşılaşmada daha az yalnız, daha az korkulu hissetmek. Daha saat 5 olmadan dört arkadaşımızı gözaltına almışlardı, her sokağın başını tutmuşlar, girilebilir her noktaya gözaltı otosu koymuşlardı; on bin belki üstü polis ve kim bilir kaç yüz otoyla (sadece Taksim meydanında 64 araç vardı) bizi bekliyorlardı. Günü hepimizin gözaltında bitireceği açık gibiydi. Saat 5 itibariyle basın açıklaması metnimiz her yanda okunmaya başladı, Tel Sokak, İstiklal Caddesi, Firuzağa Meydanı, Mis Sokak, Nevizade, Hasnun Galip Sokak, Kemer Hatun Sokak, Kadıköy, Kurtuluş, Kadıköy Karaköy vapuru... Her boşlukta, yapılabilir her noktada basın açıklamamızı okuyor, facebookta kişisel hesaplardan ya da Onur Haftası'nın hesabından canlı yayınlanıyordu. Bir orada bir burada polisle koşturmaca oynuyorduk. Siyasi parti binalarının dokunulmazlığını kullanarak oralardan koca gökkuşağı bayrakları sallıyor, simler, gül yaprakları atıyorduk İstiklal'e. Lezbiyenler önce ellerinde rengarenk boyalarla İstiklal'i gökkuşağına boyuyor sonra Galatasaray'da konfetiler patlatıyor, bir lubunya Mis Sokak'ta birden bir “nerdesin aşkım?” nirası atıyor, bir başkası İstiklal'de gökkuşağı şemsiyesiyle polisin üstüne yürüyerek “ben bu kimlik için kaç yıl mücadele ettim, sana bırakır mıyım?” diye bağrınıyor, bir başkası gözaltına alınırken kameralara öpücükler yağdırıp seksi pozlar veriyor, bir başkası tavşan kılıkları ve çaydanlıklarıyla gözaltı araçlarında beklerken facebooktan iyi olduklarının haberlerini veriyor, bir gacı “senin allahın benimkinden farklı mı?” diye polislerden hesap soruyor, seks shoplarda canlı yayın basın açıklamaları okunuyor, gencecik kızlar oğlanlar gözaltı aracında lubunya şarkıları söyleyerek, gökkuşağı bayrağını camdan göstererek facebook canlı yayınlarına devam ediyorlardı. Taksim neresinden ne çıkacağı belli olmayan koca bir arzu şenliğine dönüşmüştü. Artık her an daha büyüyor, daha kalabalıklaşıyor, daha şenlikleniyor, daha güzelleşiyorduk. Yürüyüşümüzün yasaklandığı nokta daha güçlendiğimiz, daha önüne geçilmez, daha kestirilmez olduğumuz nokta olmuştu ve on bin polise ve tüm şiddet araçlarına rağmen sokakları ele geçiriyor, beklenmeyen anlarda, beklenmeyen yerlerde küçük “kriz”ler yaratıyorduk. Dağılmak alınabilecek en iyi karar olmuştu ve biz öyle güzel dağılmıştık ki direnişimizin tacı olmuştu bu.

Evlerimize, bize ayrılan üç beş kafeye, bara, beyaz ve “insan haklarına duyarlı” semtlere sıkışarak değil, şehrin her yanından taşarak Stonewall'u, varoluşumuzu, bedenlerimizi, sevişmelerimizi, norm dışı dünyayı kutladık şehre dağılarak. Direnişin erkekçe, ortodoks bir sol politika alışkanlıklarından gelen inatla, “delikanlıca” olmak zorunda olmadığını, yaşamlarımızdan değerli hiçbir şeyin olmadığını ama bunun anlamının korkuyla evlere tıkılmak, kendimizi bastırmak, sesimizi kesmek değil, sesimize sesler katarak, çoğalarak, merkezsizleşerek, yaşamın, gündeliğin kendisine karışarak, şehre dağılarak yeni yollar, yeni diller, yeni biçimler yaratmak olduğunu gösterdik hep beraber. Yaratmaya çalıştıkları korku imparatorluğuna rağmen ve korkularımızı, yaralarımızı reddetmeden bilmediğimiz bir şeyin içine arzularımız için, kolilerimiz, aşklarımız, bedenlerimizin bize ait olması için attık kendimizi, onların korku yaymak ve can yakmak için kullandığı şiddet araçlarına karşı birbirimize, kendimize, arzularımıza inandık. Silahlarına karşı konfetiler, gazlarına karşı simler, mermilerine karşı gül yaprakları ve emir komuta zincirlerine karşı dayanışmayı kullandık. Güçlüyüz ve bunu gördükçe daha da güçlendik. Engellenemeyiz ve bunu gördükçe daha da engellenemez olduk.

Başka dünya biziz ve her yerdeyiz.

Pazar günü bu tarihi yazan, her neresinden ne şekilde olursa olsun şehre dağılan, arzusunu kuşanan, bedenini politikası yapan herkese teşekkürler. Şu günlerde kendimi çaresiz, güçsüz, başarısız hissetmekten delice korkuyordum, şimdiyse beraber ne güçlüyüz, ne güzeliz diyorum.


Etiketler:
nefret