05/09/2011 | Yazar: Tunca Özlen

Sol açısından çıkmaz sokak, eşcinselliğin kökenini araştırmak, insanların neden eşcinsel oldukları sorusuna yanıt aramaktır.

Eski AKP’li bakan Aliye Kavaf’ın, “Eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inanıyorum. Tedavi edilmesi gereken bir şey bence” veciziyle yeniden gündeme gelen ve uzunca bir süredir çeşitli vesilelerle tartışılmaya devam edilen bir konu eşcinsellik. LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) toplumuna dair sürdürülen tartışmalara zaman zaman sol da müdahil oluyor ve bu tartışmalarda izlenen yollardan biri çıkmaz sokağa, diğeri ise ana yola varıyor.

Sol açısından çıkmaz sokak, eşcinselliğin kökenini araştırmak, insanların neden eşcinsel oldukları sorusuna yanıt aramaktır. Elbette birileri bu soruları soracak, yanıt bulmak ümidiyle antropoloji, arkeoloji, biyoloji, psikoloji gibi bilim dallarına, hatta mitolojiye başvuracaklardır. Sonuç ne olursa olsun bizim için defter kapanmış olmayacaktır.
 
Solu asıl ilgilendiren cinsel yönelim ayrımcılığı ve LGBT hareketinin yükselttiği eşitlik talebidir. Cinsel kimlikleri sürekli olarak aşağılanma konusu yapılan, hasta veya sapık ilan edilen, toplumsal hayattan ve üretim süreçlerinden dışlanan, bir kısmı öldürülmeleriyle sonuçlanan saldırılara maruz kalan LGBT bireylerin haklarını savunmak, eşit yurttaşlık taleplerini sahiplenmek ve her türlü cinsel yönelim ayrımcılığına karşı mücadele etmek, solun görevidir. Sol LGBT meselesini böyle kavrar ve gündemine alırsa ancak tartışmalar ana yola, tüm ezilenlerin kurtuluş bayrağı olan sosyalizme çıkabilir.
 
Konuya eğildiği nadir anlarda sol zamanının çoğunu, eşcinselliğin kökenini araştırmakla, insanların neden eşcinsel oldukları sorusuna yanıt aramakla harcamış görünüyor. Kısa bir süre önce okuduğum, konuya politik bir meseleden çok patolojik bir vaka gibi yaklaşan “Eşcinsellik ve Yabancılaşma” isimli çalışma[1], Doğu Perinçek’in çıkmaz sokakta geçirdiği zamanlarda tuttuğu bir günlüğü andırıyor.  
 
Kitabın eşcinselliğin kökenine ışık tutmak, insanların neden eşcinsel oldukları sorusuna yanıt bulmak gibi bir iddiası var. Yazar mütemadiyen aynı tez üzerinde duruyor: Eşcinselliğin kökeninde insanın karşı cinsine yabancılaşması vardır ve insanlar söz konusu yabancılaşma türüne zemin sunan toplumsal ilişkiler nedeniyle eşcinsel olurlar.

İlk bakışta tarihsel materyalist yöntemle ve Marksist jargonla kaleme alındığı izlenimi uyandıran kitabın temel çelişkisini, tezini mitolojiye dayanarak kanıtlamaya çalışması oluşturuyor. Perinçek kitabında sıklıkla atıfta bulunduğu mitolojik efsaneler üzerinden eşcinselliğin ekonomi-politiğini kaleme aldığını düşünürken, eşcinselliğin kökenine dair tutucu görüşleri sol adına yeniden üretmekten başka bir şey yapmış olmuyor. Kitapta eşcinselliğin kökeninde yatan olgunun yabancılaşma süreci olduğu öne sürülürken, bu iddianın altı yabancılaşma kavramının Marksist terminolojiye girdiği 19. yüzyıl ve sonrasından verilen örneklerle değil, milattan öncesine ait mitolojik efsanelerle doldurulmaya çalışılıyor. Perinçek de bu sakatlığın farkında olduğu için; “Marx kapitalizmin çürüme döneminde yaşamadı, eşcinselliğin bu denli yaygınlaştığını, sistem tarafından dayatıldığını ve yüceltildiğini görmedi” diyerek başvurduğu modern terminoloji ile incelediği çağ arasındaki uçurumu ört pas etmeye çalışıyor.
 
Tarihsel materyalist yöntemle yazılmadığı açıkça görülen kitabın tek çelişkisi bu değil. Perinçek kitabının “Giriş” bölümünde “Eşcinsellik esas olarak biyolojik ve genetik kökenli değildir” derken, kitabının ilerleyen bölümlerinde “Eşcinsellik ile genetik bozukluklar arasındaki bağlantı bilim adamlarınca saptanmıştır” iddiasını öne sürerek birbirine zıt iki tezi aynı çalışmada savunabilme becerisi göstermiştir. Bir çalışmada kullanılan yöntem bilimsel olmayınca, varılan sonuçların böyle olması zaten beklenemez.
 
**********
 
Perinçek kitabın ilk bölümünden başlayarak olguları egemenlerin yazılı tarihi üzerinden inceliyor ve ezilenlerin eşcinselliğini böylesi bir tarih okuması üzerinden yorumluyor. Örneğin ilkel toplumları incelediği bölümde bu toplumlarda eşcinselliğin görülmediğini, sınıflı topluma geçilmesiyle birlikte eşcinselliğin de ortaya çıktığını, tarihteki ilk eşcinsel ilişkinin köleler ile köle sahipleri veya soylular arasında yaşandığını öne sürüyor. Yunanistan’daki kent devletlerini yöneten köle sahibi soyluların bir sınıf olarak eşcinsel olmalarını, kadınların yurttaşlık haklarından mahrum olmalarına bağlıyor. Devamında eşcinselliğin ortaya çıkmasına köleci sistemin ve cinsler arası eşitsizliğin neden olduğunu öne sürüyor. Köleler ve kadınlar arasında gönüllü eşcinsel ilişkiler var mıydı bilmiyoruz çünkü onların bir resmi tarihi bulunmuyor.
 
Antik Yunan’da, Roma’da, Emeviler’de, Abbasiler’de ve Osmanlı’da eşcinselliğin sadece yönetici sınıflar arasında görüldüğünü öne süren Perinçek, sınıfsal bir kültür olarak biçimlenen eşcinselliğin “hâkim sınıfın dışına taşarak toplumdaki bütün sınıfların içine yayılmasının” emperyalizm çağına has bir olgu olduğunu iddia ediyor, fakat yanılıyor. Osmanlı tarihini biraz araştırınca, eşcinselliğin Perinçek’in iddia ettiği gibi saray kültürüne has bir olgu olmadığı, esnaf örgütlenmesinden medreselere, toplumsal hayatın pek çok alanında izlerinin görüldüğü ortaya çıkıyor.  
 
Örneğin Evliya Çelebi Seyahatname’nin birinci cildinde, 17. yüzyılda düzenlenen ve İstanbul esnafın katıldığı geçit törenini anlatırken eşcinsellerin geçişinden ayrıntılı olarak bahseder[2]. Daha geriye gidersek, 16. yüzyılda ekonomik durumun kötüleşmesi yüzünden medreselere başlayan akının toplumsal sonuçlarından biri de, medrese koşulları yüzünden isyan çıkaran medrese öğrencilerinin yerleşim yerlerine düzenledikleri baskınlarda genç kızların yanı sıra erkekleri de kaçırmaya başlamalarıdır. “Oğlan çekme” adı verilen bu olaylarda kaçırılanlara ise “sâderû” deniliyordu. Çoğaltılması mümkün bu örnekler eşcinselliğin emperyalizm çağından önce de yönetici sınıflara özgü bir ilişki biçimi olmadığını kanıtlamak için yeterli. .
 
**********
 
Perinçek eşcinselliğin ortaya çıkması ile kadının erkek karşısındaki eşitsizliği arasında neden-sonuç ilişkisi kuruyor. Bu mantığa göre kadın aşağılanırken, erkek değer verilecek yegâne cins olarak öne çıkmış, bu durum “biyolojik eşe” yabancılaşmanın ve erkek erkeğe ilişkinin, yani eşcinselliğin yolunu açmıştır.
 
Yukarıdaki tezle bağlantılı olarak kadın sorununa ve erkek egemen sisteme sıklıkla atıfta bulunan kitapta bir kavram kendine yer bulamamış: Heteroseksizm. Pek çoğumuzun aşina olmadığı heteroseksizm kavramına, Perinçek’in bilinçli bir tercihle uzak durduğuna inanıyorum. Zira hem kadınların, hem de eşcinsellerin maruz kaldıkları ayrımcılığın ideolojik ve yapısal boyutunu mitolojiler değil, tarihsel materyalist bir tarih okuması üzerinden inceleyeceksek, heteroseksizm kavramına başvurmak zorundayız:
 
“Heteroseksist toplumlarda üreme, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, arasında şöyle bir nedensellik zinciri kurulur: Kadınlarla erkekler arasındaki üreme işleviyle bağlantılı bazı temel anatomik farklılıklar, cinsiyet olarak, dışlayıcı bir ikili karşıtlık biçiminde kategorize edilir. Bu dışlayıcı karşıtlık ekseninin iki yanındaki ortaklıklar ise bastırılır. Bu iki kategori arasında geçişkenlik arz eden ve aslında bir yelpaze oluşturan farklılıkların tümünün de bu kategorilere bölüştürülmesiyle, salt doğallıktan ibaret olan ama ayrıntılı bir biçimde işlenmiş iki cinsiyetli bir yapı elde edilir.[3]”  
 
Söz konusu iki cinsiyetli yapı doğal ve durağan değildir; inşa edilmiştir ve egemen üretim tarzının, sermaye bikrim modelinin belirleyiciliği altındadır. Somutlaştırmak adına AKP’nin evlenmeyi özendiren, en az üç çocuk yapılmasını empoze eden, artık tek eşten oluşması şart koşulmayan burjuva aileyi kutsal ve dokunulmaz kılan söylemi örnek olarak gösterilebilir. Yeni sermaye birikim rejimi işçileri çok düşük ücretlerle çalıştırmaya ikna edebilmek için işsizler ordusuna, öbür taraftan tüketimin belirli bir düzeyde seyretmesine ihtiyaç duymaktadır. Çözüm: üç çocuk politikası. Çocuk doğurması mümkün olmayan eşcinsellerin tehdit ettikleri söylenen “aile değerleri” ile piyasanın ihtiyaçları bire bir örtüşmektedir.
 
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in “eşcinsellerin sorunları konusunda aile değerlerini sarsmadığı müddetçe her türlü desteği verebiliriz” açıklaması ise, LGBT bireylere heteroseksizmi dayatmaktan başka bir anlama gelmemektedir. Heteroseksizm kadını kategorik olarak biyolojik cinsiyetine indirgemekte, ona iş gücü yaratma görevi yüklemekte, öbür taraftan LGBT bireyleri “Türk aile yapısına” zarar vermemeleri, cinsel kimlikleriyle görünür olmamaları konusunda uyarmaktadır. Eşcinselliğin kadının ezilmesinin sonucu olarak ortaya çıktığına dair temelsiz ve idealist tez, kadınların ve LGBT bireylerin aynı mekanizma tarafından ezildikleri gerçeği karşısında hükümsüzdür.
 
Engels “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” kitabında, “İlk iş bölümü, erkekle kadın arasında, döl verme bakımından yapılan iş bölümüdür” der ve ekler “tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir.[4]
 
Heteroseksizm bir yanıyla, Engels’in sözünü ettiği kadın ile erkek arasındaki ilk sınıf çatışmasına zemin oluştururken, diğer yandan iş gücü üretimine katkı koymadıkları için “aile değerlerine” zarar veren eşcinsel görünürlüğünün toplumdan dışlanması gerektiğini salık verir. Meselenin sınıfsal çelişkilerle ve kapitalist üretim ilişkileriyle bağını örtemeye çalışan Perinçek, eşcinselliği bir cinsin diğer cinsin “rolüne” girmek olduğunu, eşcinselliğin “insan biyolojisini” zorladığını söylerken[5] hem mevcut sistemdeki toplumsal cinsiyet rollerini kutsamış, hem de insan doğasına ilişkin bilindik anti-Marksist tezleri yinelemiş oluyor.   
 
“Eşcinsellik, insanın kendi türünü üretmesine yabancılaşması halidir[6] derken, Perinçek kapitalizmin toplumsal yapısını taşıyan kolonlardan biri olan zorunlu heteroseksizmi yeniden üretmektedir. İnsan türünün üremesini, meta üretimi bağlamında ele alan Perinçek’in durumu, greve çıkan işçiler karşısında öfkelenen bir patrondan farksızdır. Üç çocuk yapmayan, yani yeni iş gücü üretemeyen, kutsal aile değerlerine ters düşen eşcinsellere Perinçek’in bakışı derin bir muhafazakârlığı ve homofobiyi içinde barındırmaktadır.   
 
Toplumsal cinsiyet ve her türlü yabancılaşma ilişkisini gerisinde bırakmış kişi demek olan “Yeni İnsan” konularına yazının ikinci bölümünde daha geniş yer vereceğim ve kitabın eleştirisine bu bağlamda devam edeceğim.


[1] Eşcinsellik ve Yabancılaşma, Doğu Perinçek, Kaynak Yayınları.
Benzer argümanlar için bkz: “Direnemeyen Çürüyor”, Yürüyüş Dergisi, 3 Ocak 2010.
[2] “Geyler eskiden esnaftan sayılır ve padişahın huzurunda yapılan resmigeçitlere bile katılırlardı”, Murat Bardakçı, 27 Ağustos 2006, Hürriyet.
[3] Gülnur Acar Savran, Beden Emek Tarih, syf. 238.
[4] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları.
[5] a.g.e. syf. 36
[6] a.g.e. syf. 54

Etiketler:
İstihdam