24/09/2013 | Yazar: Tunca Özlen

Marx’ın felsefesi üzerine çalışmalarıyla tanınan Sean Sayers’in ‘Marksizm ve İnsan Doğası’ başlıklı çalışması, kabaca ‘İnsan doğası nedir?’ sorusu etrafında dolaşıyor.

Marx’ın felsefesi üzerine çalışmalarıyla tanınan Sean Sayers’in “Marksizm ve İnsan Doğası”[1] başlıklı çalışması, kabaca “İnsan doğası nedir?” sorusu etrafında dolaşıyor ve Marksizmin konuya dair yaklaşımını pek çok boyutuyla ele alıyor. İki bölümden oluşan kitabında yazar ilk olarak “Çalışma ve İnsan Doğası” meselesini irdeliyor, çalışmanın bir zorunluluk mu yoksa bir ihtiyaç mı olduğu sorusunu tartışıyor. İkinci bölümde ise, Marksizmin ele aldığı olgulara yaklaşımındaki tarihselcilik ve analitik yöntem üzerinde duruluyor. Yazar sık sık Hegel’e göndermeler yaparken, diğer taraftan Marksizmin Hegel felsefesini kapsayıp aştığı yönlere odaklanıyor.
 
Tarihsel olgular olarak insan doğası, çalışma biçimleri ve yabancılaşma
Marksizme göre insanlar, liberallerin varsaydığı gibi salt pasif, tüketici bireyler değildir. Aktif, toplumsal ve üretken varlıklardır. Üretken etkinliklerde bulunarak yalnızca doğa üzerinde değişiklikler yapmakla kalmazlar, toplumsal ilişkilerini ve kendi doğalarını da dönüşüme uğratırlar. İnsanlar kendi toplumsal etkinliklerinin hem öznesi, hem de nesnesidirler. İnsanlık tarihi, insanın bu öz yaratım sürecinin öyküsüdür. “Dünya tarihi denilen şeyin bütünü, insan emeği yoluyla insanın yaratılmasından başka bir şey değildir” (Marx: 1844).
 
Çalışma etkinliğine bu bağlamda yaklaşan Sayers, salt gereksinim sahibi varlıklar olduğumuz, çalışmayı sıkıntı verici bir zorunluluk olarak kabul ettiğimiz, elimizden gelse uzak duracağımız bir araç olarak gördüğümüz yönündeki liberal görüşe karşı çıkıyor ve aksine çalışmanın temel bir insan gereksinimi olduğunu savunuyor. Çalışma, insan doğasının üzerinde geliştiği temeldir ve potansiyel olarak insanın kendini gerçekleştirmesini sağlayan, özgürleştirici bir etkinliktir. Yazara göre üretici bireyler olarak içinde yer almaya çalıştığımız toplumu, özgür gelişimimizi sınırlayan ve kısıtlayan, yabancılaştırıcı bir olgu olarak kavramak oldukça yanlıştır. Aksine insan, doğuşundan itibaren toplumsal bir varlıktır. Doğamızı, yani bireyselliğimizi ve özgürlüğümüzü ancak topluma katılarak, toplumsal ilişkiler aracılığıyla geliştiririz. Sayer’e göre özgürlük, yalnızca kısıtlamaların olmaması durumunda var olmaz, salt negatif bir olgu değildir. Aynı zamanda güçlerimizi ve yeteneklerimizi somut olarak geliştirip kullanabileceğimiz toplumsal koşulların varlığını gerektirir.
 
Bununla birlikte kapitalizm koşullarında çalışmanın çoğu biçimi, Marx’ın vurguladığı gibi yabancılaştırıcı ve yıkıcıdır: “Köle emeği, serf emeği ve ücretli emek olarak tarihsel biçimleriyle emek her zaman itici, zorlamayla çalışma gibi görünür ve bunun aksine çalışmama, özgürlük ve mutluluk gibi görünür” (Marx: 1858).  Çalışmanın ve bu yolla kendini gerçekleştirmenin bir gereksinim olduğunda ısrar etmek, kapitalizmde bu gereksinimin yeterince karşılandığını söylemek değildir. Ancak gerekli koşullar oluştuğunda emek “özgürleştirici bir etkinlik” olabilir, “çalışma, bireyin kendini gerçekleştirmesi haline gelebilir” (Marx: 1858). Sayers, emek faaliyeti yoluyla insanların yeteneklerini geliştirdiklerini ve yeni gereksinimler yarattıklarını –çalışma da bunlar biridir- savunuyor. Devamında ise, bunun her zaman böyle olmadığına ve çalışmaya yönelik tutumların tarih boyunca büyük değişiklikler geçirdiğini ifade ediyor. Zira çalışmaya dair tutumlar ve alışkanlıklar, son tahlilde içinde oluştukları üretim biçiminin ürünü ve yansımasıdır, toplumsal ve tarihsel ürünlerdir. Tarihsel gelişmelerin akışı içinde yeni alışkanlıklar, tutumlar, gereksinimler yaratılmış ve eskileri bir yana atılmıştır. Böylece insan doğasının kendisi dönüşüme uğramıştır. Marx’ın dediği gibi, “Dış dünyayı etkileyerek ve değiştirerek, insan aynı zamanda kendi doğasını da değiştirir” (Marx: 1867).
 
Kapitalizm, bizatihi kendisinin var etmiş olduğu üretici güçleri, yani üretim araçlarını ve emek gücünü, bir evreden sonra etkili biçimde çalıştıramaz. Bizatihi kendisinin yaratmış olduğu gereksinimleri artık karşılayamaz. Öbür taraftan modern sanayinin insanın özgürleşmesi için taşıdığı potansiyel muazzamdır. Akılcı biçimde örgütlenmiş bir toplumda, bu potansiyel yalnızca temel gereksinimleri karşılamak için kullanılmakla kalmaz, çalışma saatlerinin kısaltılması da dâhil insanca çalışma koşulları yaratmak için de kullanılabilir. Çalışarak yalnızca mevcut gereksinimlerimizi karşılamakla kalmayız, aynı zamanda yeteneklerimizi kullanarak geliştiririz ve yeni gereksinimler yaratırız. Yeni gereksinimlerin yaratılması, ustaların sözleriyle söylersek “İlk tarihsel edim”dir (Marx, Engels: 1845). Bu sayede insan doğası, gereksinimlerimiz ve özgürlüğümüz, tarihsel olarak gelişir. Yeteneklerimiz geliştikçe yeni gereksinimler ortaya çıkar ve böylece yeteneklerin gelişmesi kamçılanır. Gereksinimler ve yetenekler insan doğasının iki zıt, olumlu ve olumsuz yanıdır, aralarında diyalektik bir ilişki vardır. Gereksinimler kısıtlanarak özgürlüğe ulaşılamaz. Özgürlük, tam da gereksinimlerin karşılanması ve insan doğasının gelişmesi sayesinde elde edilir.
 
Marx’ın görüşü, kapitalizmin çelişkili bir etkiye sahip olduğu yönündedir. Eğer kapitalizm yalnızca yıkıcı bir etkiye sahip olsaydı, sosyalizm için gerekli nesnel koşulların içinde gelişmesi olanaklı olmazdı. Sayers “yabancılaşma” kavramına bu bütünlüğü gözeterek yaklaşıyor ve yabancılaşmanın mutlak kötülük olarak görülemeyeceğini ileri sürüyor. Çalışma yabancılaştırıcı bir etkinlik olsa bile, aynı zamanda yabancılaşmayı alt etmeye yönelik de bir araçtır. Bir tarihsel uğrak olarak yabancılaşma, insanın çok yönlü gelişimi ve kendini gerçekleştirmesi sürecinde geçilmesi zorunlu bir aşamadır. 
 
Sayers’in tarihsel bağlamda ele aldığı bir diğer konu, boş zaman meselesi. Çalışmadan ayrı olarak bir boş zaman alanının gelişmesi, gerekli çalışmadan muaf olan sınıfların ve grupların ortaya çıkışıyla el ele gider. Bu gelişmenin iktisadi temeli, gerekli emek ile artı-değer arasındaki ayrımdır. Bu anlamda boş zaman, modern bir olgudur ve sanayi toplumunun ürünüdür. Sayers’e göre boş zaman, ancak çalışma bağlamında, çalışmanın bir tamamlayıcısı olarak değer taşır; çalışmadan koparıldığı zaman değerini yitirir. Boş zamanda yapılanlar (bahçe işleri, televizyon izlemek, sosyalleşmek vs.) çalışmanın yanı sıra yapılmadığında, başlı başına tatmin edici ve insanın kendini gerçekleştirmesini sağlayan etkinlikler olamaz.
 
İnsan doğası, çalışma, yabancılaşma ve boş zaman… “Marksizm ve İnsan Doğası” tüm bu başlıklarda tarihsel, bütünlüklü ve diyalektik bir bakış açısı ortaya koyarak, okurun zihnini açıyor.
 

[1] Marksizm ve İnsan Doğası, Sean Sayers, Yordam Kitap, Çeviren: Şükrü Alpagut 


Etiketler:
nefret