21/11/2013 | Yazar: Berk İnan

Hakir görüldüğüm, yıpratıldığım, zorlandığım, sinirlendiğim hatta çileden çıktığım, gururumun kırıldığı, incitildiğim onlarca olay yaşadım.

Bundan belki 8 sene önce annem, babam, ben, hepimiz mutfaktayız. Memleketin, dünyanın ahvali konuşmaları geçerken “herkes birbiri için yaşıyor, aslında ölmek güzel olurdu, ölüp kurtulmak var” dememle etrafa bir anlık sessizlik yayıldı. Annem, “ah bu ergenlik, bitti sanmıştık, hâlâ mı bitmedi” minvalinden hafif de ciddiye almaz bir kınama tavrıyla beraber; alttan alta da kaygılı, göz ucuyla beni kontrol etmekten kendini alamayan halini de benden saklayamadı. Nasıl etmesindi zaten… Daha iki haneli yaşlara gelmeden birkaç tane intihar notu yazmış, birkaç da teşebbüste bulunmuştum, birkaç kez de hasta olup ölümden dönmüştüm. Babamı incelemek için ona döndüm. Çok şaşkındı. “Niye öyle diyorsun? Hayat çok güzel!” dedi yılbaşı hediyelerini getirenin Noel baba olmadığını duyan bir çocuğun endişesiyle adeta. Tüm betliğimle “E tabii, nesi güzel?!” dedim. “Güzel değil ve zaman ilerledikçe de güzelleşmiyor.” Babam hiçbir argümanı olmaksızın, hayatın güzelliğinden bahsetti birkaç cümleyle, buna inandığına da hiç şüphe yoktu, ne var ki ben hiç öyle düşünmüyordum. İnsan hayatının değeri, kutsallığı bla bla… Çiçekler, böcekler, umutlar, çocuklar, çocuklarımız bla bla… Yaşam ne güzel bla bla… en temel hakkımız yaşam hakkı bla bla… gibi geliyordu bana tüm bu söylenenler; çünkü hayattaki karşılığını göremiyordum. Savaşlar vardı, sömürü vardı ve daha iyiye gitmiyordu. Ben büyüyordum, sürekli mücadele ediyordum; ama dertlerim küçülmüyordu. Basbayağı haklı buluyordum kendimi, hayat berbattı.

Bu konuşmadan 1 yıl sonra ağır bir trafik kazası geçirdik, yine ölmedim. O kaza bir şekilde kendimi sonunda kabul etmemde rol oynadı. “Hayat kısa” diye değil; hikâye bitmeden ömrün bitmeyeceğine inandığımdan… O kazadan 1,5 yıl sonra sonunda kendime açıktım; ama hastalığım yüzünden ameliyat olamayacağıma, cinsiyet değiştiremeyeceğime de o bedende yaşayamayacağıma da o kadar emindim ki “ya masada kalıcam ölücem ya bu bedende içten içe ölücem, her durumda ölücem, ben en iyisi öleyim” dedim. Evimde uyumakta olan 3 misafirime çaktırmadan, sabaha karşı, zavallıcık öğrenci evimde ne kadar ilacım varsa içtim, üstüne de bir şişe şarap! Ogh! Ertesi gün de motor ehliyeti direksiyon sınavım var üstelik. Şarap bitince vurdum kafayı uyudum, saat bile kurmadım, nasılsa uyanmayacaktım.

Sonra telefon sesini duydum, baktım ehliyet kursundan arkadaş arıyor, “Yolda mısın? Gecikme,” diyor. Çıkıyorum, dedim, İstanbul Kurtuluş’tan ta Kartal’a gideceğim, bir telaş giyinip çıktım; ama hem mahmurluk var, hem de şaşkınım: “Yahu ben nasıl ölmedim?!” Sürekli kendimi yokluyorum; “acaba 1 saat uyudum diye mi daha etki etmedi?” diyorum, ölmek istediğim halde sınava gidiyor olmaya yabancılaşıyorum bir yandan, otobüs sallandıkça midemde bir kramp başladı bir yandan “aha yoksa gidiyor muyum?! :) ” düşüncesi aklımda, “aman çıkarayım, rahatlayayım; nasılsa ölmedim” de demiyorum salak gibi… Hiçbir halt olmadı, 3-5 saat karın ağrısı çektim; fakat hazmetmek konusunda rüştünü çoktan hazmetmiş olan midem, bu vartayı da atlattı, ehliyet sınavını da geçtim üstelik.
 
Sonra aileme açıldım, arkadaşlarıma, akrabalarıma… Hakir görüldüğüm, yıpratıldığım, zorlandığım, sinirlendiğim hatta çileden çıktığım, gururumun kırıldığı, incitildiğim onlarca olay yaşadım. Ne akıl sağlığım kaldı masaya yatırılmadık ne de cinsel hayatımın muhtemel geleceği, ne iş, eş bulamayacak olmam. Onlarca işim aksi gitti, hastanede aylarım boşa tükendi. Karşılaştığım neredeyse her banka memuru, her noter memuru, barmene; çoğu özel güvenlik elemanı, polis, meraklıya cinsiyet kimliğimi açıklamak, “kadından erkeğe transseksüel” cümlesini algılamalarını beklemek, kimliğin çalıntı olmadığını ve bana ait olduğunu ispat etmek; yüzlerce insanın absürt meraklarını gidermek durumunda kaldım. Bazen öyle anlar oldu ki; “cesaret”imi takdir ettiğini söylerken küçümsediği bir şeyi lütfederek onayladığını hissettiğimde karşımdakinin onu paramparça edecek kadar sinirlendim; ama kılım kıpırdamadı. Bazen öyle anlar oldu ki LGBTİ (lezbiyen, gey, biseksüel, trans, interseks) cemaat içinde dahi trans erkek olduğum için başka tip önyargılarla yaftalandım… Bunların hiçbirinden şimdi de azade değilim. Ama açıldıktan sonra intihar etmeyi gerçekten bir daha hiç düşünmedim. Kendimle beraber, bunun benim hayatımın tamamlanması gereken hikâyesi olduğunu da kabul etmiştim.

Sonra 19 Kasım’ın ilk saatlerinde yayınlanmış bir video gördüm. Şüpheye yer bırakmayacak şekilde bir intihar notuydu. Nitekim trans erkekler Facebook grubunda da intihar ettiğini, durumunu duyup bilen olup olmadığını soruyordu arkadaşlar. Aradım, başka biri açtı, sordum. “Ailevi problemler yüzünden”, “60 tane hap, üstüne bira içmiş”… Adaşım üstelik, benzerliğe bak!

İkindi gibi, bir haber daha: “feribottan düşen genç kız…” Yooo! Trans erkek, bir gün önce konuştuk! “Ben her zaman buradayım, istediğini sor” demiştim… Atmış kendini sulara, yaşı 16, kim bilir ailesiyle mi derdi, âşık mı? Kurtulduğunu biliyoruz, gerisini öğrenemedik; çünkü Facebook’a girmedi daha hiç… Kim bilir ya hasta, ya ailesi başında…
 
İkisi de ölmedi kurtuldu; ama huzur bulmadım, içimde iki ses var susturamıyorum. Biri, “bizim çocuklar”a hem ah hem nasihat ediyor: “kendi sınavını vermedikçe tamamlanmıyor hayat, Ali’yi özlerken olmadı bu ettiğiniz” diye; biriyse aynı şeyleri tekrarlıyor:  “İnsan hayatının değeri, kutsallığı bla bla… Çicekler, böcekler, umutlar, çocuklar, çocuklarımız bla bla… Yaşam ne güzel bla bla… en temel hakkımız yaşam hakkı bla bla… Hani ulan hani hayattaki karşılığı?!” Dün 20 Kasım’dı (Nefret Mağduru Transları Anma Günü), hani lan hayattaki karşılığı… 

Etiketler:
nefret