29/08/2016 | Yazar: Gaye Özdemir

Gün sonu penceremi kapatırken de fark ettim ki, bu cânım insanlar (ve de ben ve de sen) kayıp ilanlarına düşmeden, intihara sürüklenmeden bir araya gelmeliyiz, karşılaşmayı beklemeden, söyleyeceklerimizi gündemden dolayı ertelemeden!

Bir haftadır kayıp olan Hande Kader'in yakılmış bulunması üzerine bir hafta boyunca ses çıkardık. Kimi arkadaşlar bireysel eylemler yaptılar, kimi arkadaşlar çokça yazdılar, kimi arkadaşlar vâkıf olduğu Facebook topluluklarını harekete geçirdi ve video hazırladılar; daha yetkin arkadaşlarımız meclise gittiler, Twitter’da hastagleme saatli kampanyalar oldu, ben de bu eylemleri kendi Facebook profilimden paylaşıp, derneklerce organize edilen eylem için çağrı/davet yapabildim ancak.

Bir yandan konu Facebook olunca veya Kaos GL’de yazı yazılınca hep biz bize bizi gösteriyormuşuz gibi hissediyorum... Zaten olması gerektiği gibi bir ulusal kanalın haberlerinde dönse, bir ana akım gazetede basılsa Hande Kader (hem de anti-fobik bir dille), nasıl huzur bulacağız, lütfetmişler gibi sevineceğiz sanki. Özgür Gündem'in kapatılması adı altındaki talan, yazarlarına ev baskınları, yine yeniden bombalanan şehirler, kovulan turistler, cinsel istismara maruz bırakılan bebekler derken gündemde boğulmamak için kenarda köşede birikmiş sağlam sinirlerimizi diri tutmaya çalıştığımıza eminim. Paylaşmak istediğimse gündemleşmemiz sırasında benim penceremden görünenler…

Eylem yerine gittiğimizde karşılaştığımız ilk manzara, polis bariyerlerini istifleyen belediye çalışanlarıydı. Gölge olduğu için karşısına denk düşmüştük bariyerlerin ama eğer gerçekten her tarafını kapatacaklardıysa “Hadi içine girelim bari çemberin” diyerek ilerledik. Tünel meydanının kalabalıklaşması bir dakikayı almadı. Son iki yürüyüştür göremediğimiz, oynaşamadığımız koca bayrağımız göründü, yere serildi. Basın açıklamasından evvel slogan atmaya başladık. Düdük satmaya çalışan amcalar da çemberin içindeki yerlerini almışlardı. Hazırlıksız gelenleri gözetip de döviz bastıran, dağıtan arkadaşlara teşekkür ederim. 

“Erkek vuruyor, devlet koruyor” sloganındaki kulak tırmalayıcı kelimeyi kritik ettik kendimizce, hani cinsiyet kimliğine dayalı ayrımcılıkla mücadele etmeye çalışıyoruz ya (mizojini, transfobi gibi kelimeler daha yeğ gibi idi)... Sonra “yaktığınız küllerden gökkuşağına renk oluruz” benzeri bir döviz görüp, “bayrakları bayrak yapan, üstündeki kandır” zihniyetine mesafesini ölçmeye çalıştık.

Megafondan duyabildiğimiz tek ses Ebru Kırancı'nındı. Basın açıklaması ve sonrasındaki milletvekillerinin seslenişleri bitip de tekrar slogan atmaya başladığımızda, neredeyse bir "tünel geleneği"ymişçesine ilk yapılan o silindir şeklindeki demir korkuluğa tırmanıp gökkuşağı bayrağı asmaca oldu. 

Dağılma aşamasına geldik. Dövizleri indirdik. Bariyerleri yavaş yavaş topladılar, biz de alkışlarla caddeye ilerlemeye başladık. Aramızda katılımın nicelliğini değerlendirdik. Zaten esas kortejin arkasında konuşlanmış ve kortej dağıldıktan sonra epey yavaş yürüyorken, tüm gökkuşağı bayraklarının arkasında olup o kalabalığın hala kalabalık halde caddeye ilerliyor oluşu çok tatlı bir manzaraydı. Onur Yürüyüşü’müzü özlediğimizi hatırlatmıştı manzara. Katılımın yeterince fazla olduğunu düşünen arkadaşlar, belki de Onur Yürüyüşü’nü  özleyişimiz ve ne kadardır eylemsiz bırakılmaktan böyle bir katılımın yakalanabildiğine işaret etti.

Birden, önden arkaya dalgalanarak ses çıkarmaca başladı, sonra da polisler ön taraflara koşmaya... Polisler aramızdan, önümüzden geçiyorken onların da önünde koşan bir kitle  vardı. Sanki birlikte koşuyorlarmışcasına! :)

Galatasaray Lisesi'ne yaklaşırken etten duvar ördü polis, çünkü gerçekten de Onur Yürüyüşü’ndeki gibi dağılmıştık; İstiklâl Caddesi'nin her yerini doldurmuştuk. Neler olduğunu anlamayan, oradan öylesine geçen, alışverişe çıkmışken kafasını kaldıran insanlar epey azınlıktı.

Polisin duvarıyla hedeflenen mesafe açmaca, başarılı bir şekilde sağlandı ve mesafeli mesafeli yürümeye devam ederken gene bir ses çıkarmaca oldu. Bu sefer caddenin kenarından darbuka eşliği duyuldu ve mesafeden istifa yayıla yayıla göbek attık. Gene etten duvar: “Müzik yok müzik yok, geçmek yok…”

Öyle karşı karşıya kalıp birkaç dakika bakıştık. Üstünde polise dair ne renk ne yazı olan bir araç, kalabalığın ortasında ilerleyip “Slogan atarsanız dağıtmak zorunda kalacağız” gibi bir seslenişte bulundu. Duvar olaysız dağıldı ve bizim dağılmalarımız da ara sokaklara vardı. O gün boyunca on dakikada bir, tanıdığa denk gelmeler, tanışmalar yaşandı ve birbirini tanımayan insanlardan “eski günlerdeki gibi” lafını epey duydum.

Gün sonu penceremi kapatırken de fark ettim ki, bu cânım insanlar (ve de ben ve de sen) kayıp ilanlarına düşmeden, intihara sürüklenmeden bir araya gelmeliyiz, karşılaşmayı beklemeden, söyleyeceklerimizi gündemden dolayı ertelemeden! Çünkü “Polis, trans el ele; birlikte güzel günlere” esprisini üreten o görselden evvel okumuştuk, başka memleketlerdeki Onur Yürüyüşü’nde sevgilisine evlenme teklifi eden eşcinsel polis haberini. 

Micheal Moore'un son belgeselinde de görmüştük (eğer şimdiye kadar görmediyseniz/izlemediyseniz lütfen şimdi görün/izleyin) insan onurunu gözeterek mesleğini yapan polisleri. 

Gerçekten bir kişi daha eksilmeden, kenarda köşede birikmiş sağlam sinirlerimizle, “kiminle birlikte”, “nasıl”, “günlere mi” diyerek pencerelerimizi açalım. Belli ki “eski günlerdeki gibi” denildiği kadar kopmayan bağlarımız, umutlarımız, taleplerimiz, (belki de Stonewall gibi Gezi gibi bir hareketi sadece LGBTİ+ kanadın yaşayacağı) “yeni günler” getirecek ve bu evrilişin izleyicisi değil, birer oyuncusu olabiliyoruz!


Etiketler:
nefret