05/09/2012 | Yazar: Sarphan Uzunoğlu

Orta sahada oynanan ve yalnızca ulus devlet meselesi kaşındığında karışan bir futbol maçından bahsediyoruz sanki.

Orta sahada oynanan ve yalnızca ulus devlet meselesi kaşındığında karışan bir futbol maçından bahsediyoruz sanki. 

Güney Afrika ve Mandela örneği Türkiye’de uzun süredir aralıklarla gündeme gelen, hatta Mandela’yı Türkiyeli yurttaşların tanıdığı sayılı küresel figürler arasına sokan bir örnek. AKP’liler Erdoğan’ın hapis yatması dahil birçok faktörü göz önünde bulundurarak uzun süre bir Mandela benzetmesini oturtmak için çaba sarf ettiler. Hatta Erdoğan’ın monşerler gibi kimi söylemlerinde tutturduğu siyasal üslup ve birçok anlamda “yeter söz milletin” geleneğine yaslanması onun Kemalist elitle mücadele ettiği imajını yarattı. 
 
Erdoğan’la Mandela’yı benzeştirseniz bile bunun pek de olumlu bir şey olmadığını kanıtlamak zor değil. Neden mi? Gelin Mandela’nın Güney Afrikası’nın “bugünü” ve “uzlaştığı” beyazların bugünkü durumuna bakalım. 
 
Martin Plaut geçtiğimiz hafta The Africa Press’de “Güney Afrika’nın Beyaz Eliti: Havlamayan Köpek” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Plaut’un genel durum tespitinde, 1994’te gerçekleşen siyasal değişikliğin ve Mandela’nın serbest bırakılmasını sağlayan pazarlığın kilit noktasına da değiniliyor. Plaut’un aktarımına göre Nelson Mandela’nın serbest bırakılmasını ve ANC üzerindeki yasağın kaldırılmasını takip eden müzakerelerde, taraflar sözsüz bir anlaşma yaptılar. Bu anlaşmayla siyasi iktidar siyah çoğunluğa bırakılırken ekonomik iktidar beyazlarda kaldı. Aşamalı olarak daha eşit bir refah dengesine ulaşılması planları olsa da, beyazların varlıklarına el konmayacaktı.  
 
Kısacası imtiyaz beyazlarındı, dahası imtiyazlarını görünmez ama eksiksiz kılma şansını elde ettiler; büyük sermayenin sahipleri olarak siyah orta sınıfı yaratma rollerini üstlendiler. Siyah orta sınıfı borçlandırdılar, yarattıklarının aslında yükselişteki siyahların hiçbir zaman “vuslata” eremeyecek emelleri olduğunun farkındalardı elbet; bunun için ses çıkarmadılar; Aparteid rejiminin asıl zaferi de bu oldu. İmtiyazların susturuculu bir silah gibi kullanılageldiği Güney Afrika’da bugün Aparteid’i devirenler olarak bilinenlerin aslında Aparteid’e yeniden kendini doğurması için kan vermiş olabileceğini düşünmek ise komplo teorisi değil, açık bir ekonomik gerçeklik oluyor: zaten Plaut’un aktardığı üzere Başkan Zuma’nın ANC konferansında söylediği şu sözler bize kilit noktayı anlatıyor:
 
“Aparteid bittiğinde, ekonomik istikrarı ve güveni aynı anda korumak için ekonomiyi yeniden inşa etme konusunda dikkatli olmamız gerekiyordu. Bu nedenle aparteid döneminin ekonomik güç ilişkileri temelde değişmeden devam etti. Ekonominin mülkiyeti, her zaman olduğu gibi, halen esasen beyaz erkeklerin elinde.” 
 
Olayın çok uzak bir diyarda gerçekleşmesi hiçbir şeyi değiştirmiyor; aksine durumu çok daha yeni ve önemli bir çizgiye taşıyor: “Acaba nedir” diye soracak olursanız verilecek cevabın temel sınıf çelişkilerinde olduğu kadar siyasetin özellikle bu ülkede nasıl ve neye dayanarak yapılması gerektiğine dair önemli bir ipucu veriyor. Türkiye son on yılda “bambaşka” bir dönem yaşadı, yeni orta sınıf inanılmaz bir şekilde ortaya çıktı, kültürel ve sosyolojik olarak bilindik orta sınıf tanımını tarumar ederlerken, bir yandan da “karşıtı” olarak sunuldukları modernizmin ilk ürünü olan “orta sınıf”la benzeşmeye başladılar. Bir kısmı ciple Üsküdar’daki mekânlara giderken diğer kısmı aynı ciplerle Nişantaşı-Etiler hattını gidip gelmeye devam ediyorlar. Ayrı ayrı yerlerde gettolaşsalar da aynı ekmeği yiyorlar, aynı suyu içiyorlar ve aynı ekonomik adaletsizliğin “alanları” oluyorlar. Türkiye’deki “yeni orta sınıf” modelinin onca borçlanmayla patlayıp patlamayacağı belli değil, Merkez Bankası’nın yaptığı uçuştan otobüse dönüş hamlesi de dahil olmak üzere sıkı bir rüzgarın hele ki savaş ihtimalinde bizi beklediği ortada.  
 
Türkiye’nin yeni eski fark etmeksizin tüm orta sınıflarının AKP’ye bu kadar sarıldığı ve dahi herhangi bir ihtimale sırtını döndükleri bir aşamaya gelmemiz de tam da bunun sonucu. AKP 2002 yılından beri bu ülkede yoksayılanların partisi olarak lanse edilse de ayrımcılık ve zulmün asıl mağdurlarının, emek verenlerin asli sorunlarının sesi olamadı, bugün Türkiye’de CHP’nin, AKP’nin ya da MHP’nin özellikle Kürt ve Ermeni meselelerinde yahut başörtüsü gibi meselelerde ortaya koydukları vizyonlar üzerinden siyaseti yönlendirmeye çalışmaları biraz da bu ekonomik koalisyonun ürünü. Orta sahada oynanan ve yalnızca ulus devlet meselesi kaşındığında karışan bir futbol maçından bahsediyoruz sanki. 
 
Bu bağlamda eğer hükümet ya da ana akım muhalefet partileri hızla günlük hayatın politikasını yapmazsa Türkiye tarihinin en önemli ikinci siyasal boşluğuyla karşılaşabilir. Ecevitli son koalisyon hükümetinde yaşadığımız krizden devlet aklına göre daha da vahim olanı AKP formülünün artık denenmiş olması ve alternatifsiz yahut alternatiflerinden izole edilmiş halkın çareyi bu sefer sandıkta değil sokakta arayacak olmasıdır.   

Etiketler:
İstihdam