08/04/2013 | Yazar: Emre Korlu

Mesela, yanlışlıkla bir yeriniz kesilse acı hissetmeyecek hale geliyorsunuz. Üzülemiyorsunuz. Ağlayamıyorsunuz.

Bu katliam gerçekleşirken sesimizi kimse duymadı.
 
1992 yılından sonra bile, halen Srebrenitsa’nın güvenli bir yer olduğunu düşünüyoruz. Evimizin bahçesi kadar güvenli…
 
Annem, babama hamile kaldığını söylüyor. Babamın yüzünde garip bir ifade “olacak şey değil” dediğini duyuyorum. Annem, ağlayarak komşunun evine giriyor. “Seni bile okula gönderemiyorum; o bunu nasıl düşünemez?” diyor. “93 yılında bir okulun bahçesine atılan bombayı nasıl unutur? 105 çocuğun çığlıklarını… Onlar öldüler! Tek bir bomba atışıyla…”
 
***
 
Srebrenitsa, evimizin ve hayatımızın olduğu yer / Son bulduğu…
BM’nin koruduğu güvenli bölge / güya…
Bir şeyleri sonradan öğrenmek kötü / kötüydü.
 
9 Temmuz 1995’te kardeşim dünyaya geldi. Annemi sürekli beyaz bezlerle temizliyorlardı. Kanları görüyordum. Doğumu yaptıran kadınların sorularıma verdiği yanıtlar çelişkiliydi. O günden sonra geçecek günlerin farkında değildik. Küçük kardeşimin ağlamalarıyla uyandığımız iki geceyi geride bıraktık.
 
11 Temmuz 1995’te Sırp faşistleri şehre giriyordu. Sabahın erken saatleriydi. Evin içinde sıkışıp kaldık. Babam pijamasının üzerine pantolonunu giymeye çalışıyordu. Annem, endişeliydi. “Korkma sakın!” bu cümleyi sürekli tekrar ediyordu. "Biz onlara bir şey yapmadık; savaş çok geride kaldı. Birleşmiş Milletlere güvenmeliyiz. Onlar bizleri tehlikeye atamaz." 
  
Oysa daha yeni başlıyordu her şey… Birleşik  Milletlerin kuklası olacaktık. Başımıza bizleri koruması için diktikleri Hollandalı askerler, bizler katledildikten sonra savaşın bitişini içkilerin içine düşerek, danslar ederek kutlayacaklardı.
  
Evlerin kapılarını çalmadılar. Kırıp girdiler. Henüz bize sıra gelmemişti. Babam ellerini kardeşimin üzerine kapadı. Saklanmadım; çünkü önünde donakaldığım penceremizden dışarı bakarken, saklananların da kendi bahçelerinde katledildiklerine şahit olmuştum.
 
Bir insan kıyımı başlamıştı; pencereden gördüklerimi düşündüğünüzde 12 yaşındaki çocuğunuzun seyrettiği yanlış bir televizyon kanalını hızlıca kapadığınızı hayal edin. O kanalda korku filmini andıran görüntüler vardı. Aslında tam tanımını koyamadığım şeyler; şimdi "bize anlatır mısın?" dediklerinde "oradakiler; bize bunları yapanlar, birer asker üniforması giymiş şeytanlardı" diyorum.
 
O andan itibaren nefes aldığımız ve içinde 24 bin’i aşkın insanı barındıran kasabamız, bir cehennem yerine döndü. Koşmaya başladığımız da bizimle aynı yöne doğru koşan diğer Boşnakları görüyorduk. Kadınlı erkekli insanlar, yaşlılar, çocuklar... Bu bir hayatta kalma mücadelesiydi.
 
“Aslında bazen nasıl 29 yaşıma kadar gelip, 17 yılı geride bıraktığıma inanamıyorum. Mesela, yanlışlıkla bir yeriniz kesilse acı hissetmeyecek hale geliyorsunuz. Ruhunuz buna alışıyor. Sevgiliniz ya da arkadaşlarınız hatalı davranışlarıyla şaşırtamıyor sizi. Birçok şeye tepki vermemeye başlıyorsunuz. Üzülemiyorsunuz. Ağlayamıyorsunuz."
 
20 binden fazlaydık; Potoçari’deki ana Hollanda üssüne kaçıp sığınmak için koşmaktan başka şansımız yoktu. Sırp mevziilerinin attığı bombaların sesiyle irkilip durmamıza rağmen, kalabalığa yetişmeye çalışıyorduk. Kardeşim annemin sırtına bağlı bezde öylece sallanıyordu.
 
Potoçari kurtulduğumuz yer değildi. Sırp faşistleri sığındığımız tel örgülerin diğer tarafındaydılar. Onlara asker diyorlardı; buna inanmak öyle güçtü ki...
 
Orada bulunan binlerce kadın, şeytan askerlerin canları istediklerinde tecavüz edecekleri et parçası olacaklardı. Annem doğum yapalı yalnızca iki gün olmuştu.  Ona o halde tecavüz ettiklerini düşündükçe "neden o yıl 12 yaşından daha büyük değildim?" sorusu beynimi kemiriyor. Sanki babamın nasıl öldürüldüğünü duymamışım gibi...

İsmini telaffuz etmenin bile bana acı verdiği  o adamın, Sırp komutanı Ratko Mladiç’in, size ne kadar kötü güldüğünü anlatabilirim. Çocukları nasıl kandırdığını, nasıl albay Karremans’la kadeh tokuşturduğunu ve bizler için pazarlığa giriştiğini... Hollanda’nın bizleri koruyabileceği silahları Mladiç’e vermeyi kabul eden albay’ın daha önce görmediğimiz yüzünü...
 
Evet, biz o tel örgüyle sırp faşislerle aramıza bir kalkan oluşturduğumuzu düşünürken Karremans, Mladiç’in teklifini kabul etti.
 
Şimdi size sürüklendiğimiz sonu anlatacağım.
 
12 Temmuz 1995
Bu esnada; BM Genel Sekreteri Butros Gali Atina’da “barışa yaptığı katkılardan dolayı" yüreği hoş tutucu "Onasis" ödülünü almak üzereydi. Avrupa’da ise faşizme karşı zaferin 50. yıl kutlamaları yapılıyordu. Yani, kimsenin ekmek kırıntılarıyla kandırılan, oyuncak diye bombalara dokunan çocukların paramparça olduğundan haberi yoktu(!) Kimse, 12 Temmuz günü bölgeden tahliye edilen kadınlı çocuklu 23.000 kişinin gözlerindeki endişeyi görmüyordu. Kimse, Sırp faşistlerinin, 12 ile 77 yaş arası bütün erkekleri savaş suçlusu sanıkları bahanesiyle tek tek ayırmaya başlayıp kamyonlara ve depolara doldurmaya başladığından da haberdar değildi(!)
 
***
 
Babam da alıp götürülen adamlardan biriydi. Ona son kez baktığımızda bir otobüsün kirli camının ardındaydık. Annemle göz göze gelmemeye çalışıyordu. Ağladığını görmemizi istemiyordu. Onu ölüme götürüyorlardı. Size bunun nasıl bir duygu olduğunu anlatamam çünkü bir katliamın içinde kurban olmadıysanız; beni anlamanız mümkün değil.
 
O günden sonra babamı hiç görmedim. Bir fabrikada diri diri yakıldığını öğrenmemin dışında onunla ilgili herhangi bir bilgiye sahip olamadım. Bundan birkaç sene öncesine kadar mezarının nerede olduğunu bile bilmiyordum. Zaten şeytan askerler ,o yıllarda, Mladiç’in emrinde öldürdükleri insanları kazdıkları çukurlara gömüyorlardı ve bu mezarların yeri sürekli değiştiriliyordu.
Bizlere ölülerimizi bile çok gördüler.
 
Ben Susnjari’de toplanarak Tuzla’ya ulaşmak için Srebrenitsa’dan kaçan 15.000 kişinin içindeydim. Annem eğer kaçmazsan seni de öldürecekler demişti. Onunla en son toplama kampı gibi bir yerde konuştum.  Bizi Sırp faşistlerinin eline teslim eden Hollandalı albayın bindirdiği otobüsün içinde, aslında nereye götürüldüğümüzü biliyorduk. Üzerimizden çok büyük oyunlar oynandığını da...

***

Annem saatlerce yanımda uyudu. Kardeşim neredeyse hiç hareket etmiyordu. Onun böyle giderse öleceğini biliyorduk. Çünkü bize hiç kimse yiyecek herhangi bir şey vermiyordu. Annemden gelen süt kısa sürede kesilmişti ve kardeşim henüz beş günlüktü. Dayanamadı.

Biz, Sırp faşistlerinin elinde tahmin ettiğimiz her şeyle talan edildik. Kadınların çığlıklarını unutmam mümkün değil. Birçok askerin tecavüzüne uğruyorlardı ve artık dayanacak halleri kalmamıştı. O askerler Müslüman kadınları tecavüzler sonucu hamile bırakmak ve soylarını devam ettirmek istiyorlardı. Amaçları Boşnakların ve Srebrenitsa’da yaşayan diğer Müslümanların soyunu kurutmaktı.

Annemi götürmeye geldiklerin de ona diğerlerine yaptıklarını yapacaklarını anlamıştım. Annem, susmamı isteyerek kalkmıştı yattığı yerden... Gözlerinde korku vardı. Ona bunu yapmayın! diye bağırdım. Üzerime yürüyen iki askerden son bir hamleyle kurtulmaya yeltenip, küçücük bir barakada buldum kendimi... Nasıl koştuğumu hatırlamıyorum.

Annem kaçmam gerektiğini; iyi koştuğumu, cesur bir çocuk olduğumu,bunu başarabileceğimi söylemişti. Hiç olmazsa birimizden biri kurtulmalıydı. Ben ailemi orada bıraktım. Tuzla’ya kaçmaya çalışan o insanlara yetişmeye çalışarak yalnızca koştum. Siz bunu böyle hayal edin. Saklandığım yerlerden birinde dişlerimi kırıp bana tecavüz eden dört askerden bahsetmeyeceğim size. Bu olay canınızı yakabilir ve benimle aynı acıyı belki yaşayamazsınız diye susacağım.

Mladiç, binlerce kişinin katledilmesini sağlarken aynı zamanda; peşinde faşist Sırp kameramanlarla dolaşıp, kameralara kimseye bir şey yapmayacağını ve herkesin güvenle Srebrenitsa dışına çıkarılacağı garantisini veren sözler sarfediyordu.

Boşnaklar ve 95 yılından önce gerçekleşen savaşların sonrası  Srebrenitsa’ya sığınanlar, S ırp faşistleri tarafından Mladiç’in emriyle BM’nin bizi koruması için gönderdiği Hollandalı askerlerin gözü önünde kurşuna diziliyor; diri diri yakılıyordu.

Cesede doymayan bu insanlar; Müslümanların yüzlercesini bir mezara ölüp tehdidiyle dolduruyor ve ardından buldozerle diri diri gömüyorlardı.

Bu insan kıyımını kimse önlemedi. BM yalnızca , Hollandalı askerleri başımıza dikmekle yetindi ve o Hollandalı askerler kendi menfaatleri doğrultusunda birçoğumuzu Sırp askerlerin eline teslim etti. Bu bir insanlık pazarlığıydı. Hollandalı askerler bu sayede Sırp faşistlerinin esir aldığı 14 askerini geri alabilecekti. Aldı da...

***

Adım Damir. Bir Boşnak çocuğuyum. Daha düne kadar bir ailem vardı. Kardeşimin minicik elleri ve ayakları... Babamın çakır gözleri, annemin yuvarlak; bembeyaz yüzü... 12 yaşımda 11 Temmuz 1995 sabahı kasabamıza giren Çetnik faşistleri tarafından evlerimizden çıkmaya zorlandık. BM’nin yıllar önce güvenli bölge ilan ettiği Srebrenitsa’da cehennemle bile uyuşmayan bir yok edilişin kurbanları olduk.  Potoçari’ye sığınan ve Hollandalı askerler tarafından Mladiç’e teslim edilen 5000 Müslüman’dan biri de babamdı. O insanların hepsi öldürüldü; buna diri diri yakılarak öldürülen babam dahildi.

Susnjari’den Tuzla’ya kaçmakta olan gruba yetiştiğim de ağzımdan kanlar geliyordu. Pantolonumun yırtık paçası bacaklarımdaki yaraların acı şiddetini arttırıyordu. Zira hiç ağlamadım.
 
Kardeşimin ölümüne o annemin kucağında sessizce uyumaya başlayıp bir daha hiç uyanmayacağını anladığımda tanık oldum. Annem güçlü bir kadındı ve güçlü bir kadın olarak öldü.

Tecavüzler sonucu hamile kaldığını ve sonra Sırp faşistlerin tüm engelleyici yöntemlerine rağmen intihar ettiğini öğrendim.

***

16 Temmuz 1995

Tuzla’ya kaçarken içinde bulunduğum binlerce insan açlıktan ve hastalıktan öldü. Çetnik faşistlerin bombalarına ve kimyasal  silahlarına hedef olanlar da hayatlarını kaybettiler.

16 Temmuz, benim için özgür olmak değildi. Benim için bu tarih hiçbir şeysiz kalmaktı. Katliamdan hayatta kalanlar, bizler, Müslüman hakimiyetindeki bölgeye ulaştığımızda soykırım da ortaya çıkmış oldu. Düşünebiliyor musunuz? Öldük ve kimse duymadı (!) Mavi Kelebekler,  katliamdan sonra  Srebrenitsa’ya dönen ve ölen yakınlarının nerede gömülü olduğunu bulamayan insanlara yol gösterici oldular.
 
"Güvenli bölge ilan edilen bölgelerde BM’nin yetersizliğini gören Bosna Hersek Cumhurbaşkanı Aliya İzzetegoviç defaatle BM yetkililerini uyarmış ve sorumluluklarını yerine getirmeye davet etmişti. Merhum Aliya’nın, “Ya aldığınız kararlara sadık kalın, kararlarınıza uyun ve kararlarınızı tanımayıp saldırılarına devam eden Sırp çetnikleri durdurun yada Müslüman halkın elinden topladığınız silahları geri verin. Aksi halde meydana gelebilecek her türlü olaydan siz sorumlu olursunuz.” diyerek yaptığı bütün uyarılara karşı BM yetkilileri, gerekeni yaptıkları ve Sırpların güvenli bölgelere giremeyecekleri yönünde cevap vermekteydiler. Baştan sona olanlar ise verilen garantilerin arkasının hiçbir şekilde doldurulmadığını ve büyük bir ihmalin olduğunu gösterdi. Bu yüzden Sırpların kenti kuşatmaları ve kente girmeleri karşısında pasif kalan BM güçleri yapılanlardan sorumlu tutulmaktadır. Sırpların Srebrenica sokaklarında insanları toplayıp erkeklerini toplu katliam merkezlerine götürdüğü, kadınlarına tecavüz edip çocuklar ve yaşlılarla birlikte şehir dışına sürdüğü esnada BM sorumlusu Akashi, ellerinde yeterli bilgi olmadığını bahane ederek, “Fiziksel işkenceye dair izler yok. İnsanların kendi istekleriyle mi yoksa zorla mı yerlerinden edildiğini henüz bilmiyoruz.” demiştir. Birkaç gün sonra 4.000 sivilin kayıp olduğu kendisine sorulduğunda ise “verilerimizdeki büyük boşluklar” diyerek cevap vermiştir." Bu bilgiye TarihPortalı adlı sayfadan ulaşılmıştır.

    


Etiketler:
İstihdam