16/02/2012 | Yazar: Remzi Altunpolat

Cins Cins Mekân; mekânın, toplumsal cinsiyet rejiminin ve toplumsal cinsiyet rollerinin birbirlerini nasıl yapılandırdıklarına ve yeniden ürettiklerine bir başka deyişle mekân ile cinsiyet hallerinin ilişkiselliğine dair bütünlüklü bir perspektif ortaya koyan, kuramsal olarak zengin ve önemli çalışmaların yer aldığı bir derleme.

Ayten Alkan (der.), Cins Cins Mekân, Varlık Yayınları, İstanbul, 2009, 327 ss.
Remzi ALTUNPOLAT*
Özet:
Cins Cins Mekân; mekânın, toplumsal cinsiyet rejiminin ve toplumsal cinsiyet rollerinin birbirlerini nasıl yapılandırdıklarına ve yeniden ürettiklerine bir başka deyişle mekân ile cinsiyet hallerinin ilişkiselliğine dair bütünlüklü bir perspektif ortaya koyan, kuramsal olarak zengin ve önemli çalışmaların yer aldığı bir derleme.
 
Anahtar Kelimeler: Mekân, Kadın, Toplumsal Cinsiyet, Erkeklik.
 
Mekânın, toplumsal cinsiyet rejiminin ve toplumsal cinsiyet rollerinin birbirlerini nasıl yapılandırdıklarına ve yeniden ürettiklerine bir başka deyişle mekân ile cinsiyetin ilişkiselliğine dair çalışmaların tarihi görece yenidir. Batı’da mekânı araştırma konusu yapan şehircilik, şehir planlama, mimarlık, coğrafya gibi disiplinlerin analizlerine toplumsal cinsiyet ilişkilerini dâhil etmeleri ancak 1980’lerde mümkün olmuştur. Aslında 1970’lerin başlarına kadar mekân çok büyük ölçüde mutlak, yansız, insani pratiklerden ve toplumsal süreçlerden bağımsız, apolitik ve teknik bir inceleme nesnesi olarak ele alınmıştır. Mekân fetişizmine dayalı hâkim paradigmayı eleştirerek mekânın toplumsalla ilişkisini kuranlar Yeni-Marksistler olmuş; Manuel Castells (1972), David Harvey (1973) ve Henri Lefebvre (1974) mekânı ideolojik, siyasal ve toplumsal süreçlerden bağımsız düşünülemeyecek toplumsal bir ürün olarak kavramayı önermişlerdir. Diğer yandan Marksist geleneğin dışında Michel Foucault  (1963, 1975) iktidarı gündelik yaşamın bütün düzlemlerinde yeniden tanımlayarak yani iktidarın her yerdeliğine vurgu yaparak mekânsal düzenlemelerle iktidarı ilişkilendirmiş; sosyal bilimlerin mekân körlüğünü yıkmada önemli bir rol oynamıştır. Mekânı ve mekânsal süreçleri toplumsal cinsiyet ilişkileri bağlamında tartışmaya açanlar ise 1980’li yıllarda Feminist kuramcılar olmuştur. Mekânı çalışma konusu edinen alanların hem eğitiminde hem mesleklerinde kadınların sayısal artışı, 1970’lerin ortalarından başlayarak eko-feminizmin zuhur edişi, 1990’lara gelindiğinde postmodernizm bağlamında mekân, zaman-mekân ilişkisi ve kimlik sorunu tartışmaları, mekâna yönelik Feminist ilginin gelişmesini sağlamıştır. Bu ilgi doğrultusunda “feminist coğrafya” akımı gelişmiş, kadınlar ve planlama hareketi ortaya çıkmış, antropolojik ve kültürlerarası Feminist araştırmalar, mekân boyutunu içermeye başlamıştır.
 
Türkiye’de ise, mekân ile cinsiyet arasındaki rabıtayı gören akademik literatürün oldukça zayıf olduğu söylenebilir. Yakın zamanlarda yayınlanan bir iki çalışma istisna tutulursa Ayten Alkan’ınçalışmaları bu alanda öncü rol oynamıştır. Akademik/teorik üretiminin temeline Serpil Sancar’ın “sosyal bilimlerin bütün disiplinlerinin kendi kavram ve yönteme dair araçlarını cinsiyet perspektifinden yeniden okumayı/kavramayı deneme” önerisini yerleştirerek kente ve feminizme metinler arası okumalar yapmış olan Alkan, yerel yönetimler ve cinsiyet üzerine kaleme aldığı doktora tezinde kadınların kentteki görünmez varlığını görünür kılma çabasına girişmiştir. Cins Cins Mekân (2009) ise, Alkan’ın söz konusu izleğin peşinden giderek bu sefer mekân ile cinsiyetin bütün halleri arasında ünsiyet kesbeden metinleri bir araya getirdiği teorik açıdan oldukça zengin ve özgün bir kitap.
 
On iki farklı çalışmanın yer aldığı Cins Cins Mekân’ın sunuş yazısında Alkan, bir yandan söz konusu metinleri birbiriyle ilişkilendirirken diğer taraftan mekân/kent çalışmaları ile feminist literatürü nasıl buluşturabildiğine ilişkin otobiyografisini anlatıyor. Aynı zamanda Türkiye’de akademik camiada kendisine yer bulamamış; fiziksel coğrafya bir yana toplusal ve davranışsal coğrafyanın da toplumsal cinsiyet karşısında yansız görünmekle birlikte erkekleri incelediğinden yola çıkan; kadınların haritaya yerleştirilerek görünür kılınmasını odak noktası olarak belirleyen ve coğrafi araştırmalarda kadınların gözden kaçırılmalarının nedenlerini sorgulayan “feminist coğrafya”nın teorik dinamiklerini ortaya koyuyor.
 
Kitabın ilk makalesi olan “Eril Kente Dönüş”(s.36-62)ile kitaptaki diğer metinlerin analizi için Ayten Alkan’dan sonra handiyse ikinci bir teorik bir çerçeve sunan Levent Şentürk bugüne kadar yapılmış mekân çalışmalarında cinsiyet denildiğinde asıl olarak kadının anlaşılmasını problematize ederek erkekliğin/erilliğin yol açtığı sorunların bir anlamda perdelendiğine vurgu yapıyor. 2007-2008 döneminde Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü öğrencileriyle birlikte yürüttüğü ve adını “eril kent” olarak belirledikleri bitirme projesinde, Eskişehir özelinden hareketle kentteki erillik yapılarını, “heteronormatif” düzeni, cinsiyetçi pratikleri ve toplumsal cinsiyet yapılarını görmeye yönelik çabalarının hikâyesini anlatıyor. Bu süreçte mimarlık öğrencilerinin mekânların cinsiyetlerini izlemekte nasıl bir makro körlükle davrandıklarını ortaya koyarken mimarlık pratiklerini ve mimarlığın militer kökenleriyle bağını erillik üzerinden sorguluyor. Mimarlık bağlamında epistemolojik süreklikte çatlakların ortaya çıkışını, bu çatlakların akademideki geleneksel iktidar örüntüleri içerisinde ne edenli tehditkâr olabileceğine dikkat çekiyor.
 
Aksu Bora, başlığını Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Her Şey Yerli Yerinde isimli şiirinin bir dizesinden alan “Rüyası Ömrümüzün Çünkü Eşyaya Siner”(s.63-75) makalesinde ev metaforu üzerinden cinsiyet-mekân ilişkisini tahlil etmeye yöneliyor. Ev ve evde olup bitenlere, oradaki sürekliliklere ve değişimlere dair feminist bir perspektif geliştirmeye çalışırken aile, ev/hane içi emek ve kamusal/özel ayrımın ötesinde neleri sorunsallaştırmak gerektiğini üzerinde duruyor. İnsanlık kültürünün tamamı bir ev kurma hikâyesi olarak kurulacaksa artık evin daha geniş bir anlamda ele alınması; Luce Irıgaray’ın yaptığına benzer bir biçimde pek çok yaratı, inanç, ideoloji, dil, kavram ve kuramla birlikte düşünülmesi gerektiğine vurgu yapıyor. Diğer taraftan evin Türkçe’nin duyguyla ve tarihle yüklü kavramlarından biri olmasından hareketle Samiha Ayverdi, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Peyami Safa gibi Cumhuriyetin ilk dönem yazarlarının yapıtları yardımıyla Türkiye’de modernleşme ve ulus inşası süreçlerine ışık tutuyor. Bu bağlamda evin tam da bu süreçleri yeniden kurgularken başvurulan tılsımlı bir kavram olarak yalnızca beşiğine yatırıldığımız ailemizin evini değil milletin evini de imlediğini vurgulayarak eve dönme-evden kaçış denkleminde Türk modernleşmesinin çatışkılarına değiniyor.
 
Serpil Çakır “Osmanlı’da Kadınların Mekânı, Sınırlar ve İhlaller”(s.76-101) başlıklı yazısında Osmanlı toplumsal cinsiyet rejiminin niteliğini İstanbul örneği üzerinden fiziksel mekânların izlerini sürerek ortaya koymaya çalışıyor. Sadece imparatorluk başkenti (pây-i taht) değil aynı zamanda modernleşme/batılılaşma sürecinde Osmanlı’daki dönüşümün hızını ve yönünü gösteren önemli bir laboratuar olarak İstanbul’da asayişi sağlamak üzere çıkarılan fermanlar aracılığıyla kadın bedeninin fiziksel/mekânsal sınırla(mala)r noktasında denetimine odaklanıyor. Kent içi kadınların ulaşım-dolaşım, giyim-kuşam, hal ve hareketlerine dair fermanların cinsiyete dayalı mekânsal sınırların nasıl yeniden ürettiğini, mekânsal ayrışmayı nasıl derinleştirmeye çalıştığını gözler önüne seriyor. Bu bağlamda Osmanlı’daki modernleşme sürecine paralel olarak dışarıya/kamusal mekânlara daha fazla çıkmaya başlayan kadınların tanımlanmış mekânsal konumlara yönelttikleri itirazları gösteriyor.
 
Yasemin İnce GüneyKonutta Mekânsal Organizasyon ve Toplumsal Cinsiyet: Yirminci Yüzyıl Ankara Apartmanları” (s.102-135) başlıklı makalesinde Türkiye’de modernleşme sürecinde zuhur eden girift dinamiklerin konut kültüründe meydana getirdiği sosyo–mekânsal değişmelere projektör tutuyor. Genç Cumhuriyet’in başkenti Ankara’daki değişimleri ülke sathındaki değişimlere model kabul ederek, Ankara apartman dairelerinin mekânsal organizasyonunda yaklaşık 80 yıl boyunca meydana gelen değişmeler üzerinden bir yandan cinsiyet rollerine ve ilişkilerine diğer yandan ev içi mahremiyet algılarındaki farklılaşmalara bakıyor. Apartman konutlarının gerek tasarım gerekse kullanımlarındaki değişimlerin sosyo-kültürel dönüşümlerin izlerini sürerken temel referanslardan biri olabileceğini belirtiyor.
 
Elif Ekin Akşit “Kadınların Hamamı ve Dönüşümü”(s. 136-167) adlı, kadınların yeni mekânlar tecrübe edebilmesi, yeni mekânlar yaratabilmesi açısından yeri değiştirilen ve devam edemez hale geldikleri eski mekânlara geri dönerek işe başlamaları gerektiği tespitiyle başlayan yazısında; yeni ve eski mekânlar ekseninde tarihî hamamların kadınların mekânlarla ilişkisinde sağladığı sürekliliği, hamamlara atfedilen yarı kamusal alan olma vasfını ve söz konusu kamusallığın neyi ifade ettiğini ortak mekân kullanım pratikleri ve sınıfsal/etnik farklılaşmalar üzerinden XVI. y.y.’dan kalma Ankara Ulus’taki Şengül Hamamı özelinde tartışmaya çalışıyor. Buradan hareketle eski ve yeni hamamları kadınların şehir kullanım haritalarının bir parçası olarak yeniden kodluyor.
 
Hülya Arık “Kahvehane’de Erkek Olmak: Kamusal Alanda Erkek Egemenliğin Antropolojisi”(s.168-201) başlığını taşıyan yazısında farklı sosyo-tarihsel düzlemlerde farklı sınıf ve kimliğe sahip erkeklerin uğrak yeri, gündelik hayatın içinde her zaman bir erkek mekânı olan kahvehaneleri mercek altına alıyor. Toplumsal cinsiyetin mekâna dair anlamlarının nasıl oluşturulduğunu, bu bağlamda kamusal alanda “hegemonik erkekliğin” nasıl kurulduğunu ve gücün nasıl müzakere edildiğini anlamak adına kahvehaneyi inceliyor. Arık, kahvehaneyi kahvehane yapan sosyal kurallar mevcut olduğunu, bunların başında da ‘kahvehanenin cinsiyeti’nin geldiğini vurguluyor. Diğer taraftan, kahvehanedeki erkekliğin, mekânın fiziksel sınırlarını aşarak hayatın diğer birçok alanında gerçekleştirilen erkek kimliklerine dönüştüğünü, kahvehanede erkek olmanın birçok başka alanda deneyimlenen ve sunulan erkek öznelliğinin devamı olduğunu kahvehane müdavimlerinin kendi anlatımlarından yola çıkarak anlatmaya çalışıyor. Bununla birlikte toplumsal cinsiyet kimliğinin salt hegemonik erkeklik değil kadınlık ve alternatif erkeklikler bazında da şekillendiği söylemsel bir alan olduğunu belirtiyor kahvehanenin.
 
Arzu Yılmaz, “Benim Adım Bayram, Herkes Bu Tezgâha Hayran: Kadın-Kent İlişkisinde Sosyete Pazarı Durağı” (s.202-216) adlı çalışmasında Türkiye’nin 1990’lı yılların başlarında tanıştığı, ünlü hazır giyim markalarının taklitlerini tüketiciye görece ucuz fiyata sunarak kısa sürede yaygınlaşan ve artık bir fenomen haline gelmiş bulunan “sosyete pazarları”nı ela alıyor. Bu fenomeni yaratanın sosyete pazarlarının müşteri profilinin neredeyse tamamını oluşturan kadınlar olduğunu belirtiyor. Ayrancı Ankara Sosyete Pazarı örneği çerçevesinde sosyete pazarlarının kadın-kent ilişkisi sorunsalından feminist bir perspektifle okunduğunda kadınların kamusal alandan dışlanmışlıklarına karşı alış-veriş yoluyla geliştirdikleri bir direnme pratiği olduğuna vurgu yapıyor. Diğer bir deyişle alış-veriş kadınlar için kent hayatına dâhil olma imkânı veren bir sosyalleşme biçimi Yılmaz’a göre. Kadınlar kendilerini özgür ve güvende hissettikleri zaman ve mekânda yeni bir toplumsallık inşa ediyor, verili toplumsal cinsiyet kodlarından arınmış bir ilişki kurma çabası deneyimliyorlar. Sosyete pazarlarında ne kadınlar edilgen ve görünmez ne de erkekler etkin ve baskılayıcı. Erkek satıcıların dişileşmesi, eril dilin parodileşmesi söz konusu.
 
Aslıcan Kalfa, Bilge Sevim Aytekin ve Zeynep Özge Dinç, “Kent İçi Ulaşımın Cinsiyeti: Ankara Örneği” (s.217-242) başlıklı ortak çalışmalarında kadınların kentteki hareketliliğinin imkân ve sınırlılıklarını belirleyen en önemli parametrelerden biri olan kent içi ulaşımın niteliğini odak alıyorlar. Yazarlar; güvenlik, ulaşım araçlarının tasarımı, güzergâh, zamanlama, fiyat tarifesi, bilgi ve yönlendirmenin kadınların kent içi ulaşım araçlarına erişimini etkileyen başlıca faktörler olduğunu; kadınların ulaşım araçlarını erkeklerden farklı amaçlar ve mekânlar için farklı zamanlarda kullandıklarını bakla bir deyişle toplumsal cinsiyet ilişkilerinin kadınların kent içi ulaşım gereksinimlerini ve beklentilerini farklılaştırdığını söylüyorlar. Buradan hareketle kentsel yapılanmalar içerisinde cinsiyet körü ulaşım örüntülerinin Ankara’da nasıl bir şekil aldığını toplumsal cinsiyet perspektifinden değerlendirmeye tabi tutuyorlar.
 
Hasan Üstün “Kadınların Tarihi, Erkeklerin Kararı: Antalya ‘Şeker Fabrikası’nın Anı Değeri” (s.243-263) başlığına sahip yazısında Antalya kent merkezinde 60 yıldan fazla kadınlara ve çocuklara mahsus hizmet üreten Doğumevi, İsmet İnönü Kız Enstitüsü ve İnönü İlköğretim Okulu binalarının yeraltı çarşısı ve otopark yapılmak üzere Antalya Büyükşehir Belediyesi’nce yıkımı öncesindeki karar süreçlerinde hâkim olan erkek egemen bakışa dikkat çekerek kent tarihi ile kadınların tarihinin iç içe geçişinin serencamını anlatıyor. Bir anlamda Antalya’daki mekâna/kentsel dokuya gömülü kadın modernleşmesi tarihini kayda geçiren Üstün, erken cumhuriyet döneminin aile, kadın ve çocuk sağlığı ve kadınların eğitimi politikalarına paralel olarak kentin merkezine inşa edilen bu yapıların kentsel dönüşüm temelinde rant üretimi ve dağıtımı amacıyla gözden çıkarılışına ayna tutuyor. Bu süreçte kadınların yerel siyasetin gerek formel gerekse enformel–klientalist mekanizmalarına etki edecek temsil ve baskı gücene sahip olamamaları, karar alma süreçlerinde yer alamamalarının birçok yerel ve yerel üstü dinamikle bir araya geldiğinde kadınların tarihinin mekândan silinmesiyle sonuçlandığını vurguluyor.
 
Aslı Zengin, “Devletin Cinsel Kıyıları: İstanbul’da Fuhşun Mekânları” (s.264-283) adını taşıyan yazısında “devletin kıyıları” kavramsallaştırmadan hareketle devletin, iktidarını ve bu iktidarın hedefi olan belli özneleri cinsellik ve mekân kesişiminde nasıl kurduğuna bakmaya çalışıyor. Bu bağlamda devletin fuhuş üzerinden oluşturduğu mekânsal düzenlemeleri baz alarak kendisine nasıl bir cinsel iktidar/tahakküm alanı inşa ettiğini gözler önüne seriyor. Devlet, fuhşa dair hukuksal düzenlemelerle seks işçilerinin bedenleri için belirli yerler tasarlayıp ve bu bedenleri o mahallere sürerken aynı zamanda mekân üzerinden sıkı bir denetim geliştiriyor. Seks işçilerinin yerlerinden edilme pratikleri eril cinselliğe yaslanan bir devlet iktidarına imkân yaratırken aynı zamanda devletin cinsel kıyılarını hudutlarını belirliyor.
 
Yasemin Öz, “ ‘Ahlâksızların’ Mekânsal Dışlanması” (s. 284-302) başlıklı yazısında 12 Eylül askerî rejiminde saçları kazınarak İstanbul’dan başka şehirlere sürülen erkek eşcinseller, travesti ve transseksüel kadınlardan ve yine aynı dönemde sahneye kadın kıyafetiyle çıkma yasağı getirilen ‘erkekler’den başlayarak, 1996 İstanbul Habitat-II İnsan Yerleşimleri Zirvesi’nde Ülker Sokak’ta, 2006 yılında ise Ankara Eryaman’da travesti ve transseksüellere yönelik saldırılara, Bursa’da gökkuşağı yürüyüşü yapmak isteyen LGBTT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti, Transseksüel)’lerin Bursasporlu taraftarlarca linç edilme girişimlerine; oradan nefret cinayetlerine, nihayet LGBTT hareketinin insan hakları mücadelesi, kurumsallaşma çabaları ve bu yolda karşılaştıkları hukuksal engellere kadar LGBTT’lerin tarihsel panoramasını çiziyor. LGBTT’lerin yersiz-yurtsuzluğuna, hayatın her alanında olduğu gibi mekânlardan da dışlanmışlığına vurgu yapıyor. Nitekim kitabın başında Ayten Alkan, LGBTT’lerin iktidarın salt nesnesi/kurbanı değil aynı zamanda dışlanma ve şiddete karşı yürüttükleri mekânsal ve hukuksal mücadelelerle bir öznellik konumu ürettiklerini; LGBTT hareketinin kadın hareketinin tarihinden farklı olarak yurttaşlık mücadelesiyle yerel mekânsal mücadeleyi birlikte yürütüyor olmasının önemli bir özellik olması hasebiyle üzerinde durmaya değer olduğunu söylüyor.
 
Sema Buz “Köken Ülke - Sığınılan Ülke Hattında Kadın Sığınmacılar ve ‘Geçicilik’” (s. 303-327) başlıklı makalesinde sığınma deneyimi ve mekân ilişkisini kadın sığınmacılar pratiği üzerinden irdelemeye çalışıyor. Buz, tek başına göç etmeleri ve hareketlilikleri ile ilgili kısıtlayıcı uygulamalar, sığındıkları ülkelerde kullandıkları ve görünür oldukları mekânların azlığı ve sığındıkları ülkelerin sığınmacıları özellikle de kadınları bütünleştirmeye yönelik politikalarının eksikliği nedeniyle evin daha çok bir kadın mekânı olarak konumlanmasına yol açtığını ifade ediyor. Sığınma deneyimi çerçevesinde mekânın değişebilirliğine ve geçiciliğine kadınlar veçhesinden bakarak göç, kadın göçü ve feminist kuramın göç sürecinde kadınların görünürlüğüne katkısı meselelerine odaklanıyor.
Sonuç olarak Cins Cins Mekân, bir yandan cinsiyet hallerinin mekân dolayımıyla ne şekilde kurulduğuna, öte yandan cinsiyetlendirilmiş mekânlarda karşılaşan bedenlerin nasıl bir kamusallık meydana getirdiklerine dair çarpıcı bir kitap.
 
 
NOTLAR
 
1.       Manuel CASTELLS, La Question Urbaine, François Maspero, Paris, 1972; David HARVEY, Social Justice and the City, Edward Arnold, London, 1973 (Sosyal Adalet ve Şehir, çev: Mehmet Moralı, Metis Yayınları, İstanbul, 2003); Henri LEFEBVRE, La Production de l’Espace, Editions Anthropos, Paris, 1974.
2.       Michel FOUCAULT, Naissance de la Clinique: Une Archéologie du Regard Médical, Presses Universitaires de France, Paris, 1963 (Kliniğin Doğuşu, çev: Temel Keşoğlu, Doruk Yayınları, İstanbul, 2002); Surveiller et Punir: Naissance de la Prison, Gallimard, Paris, 1975 (Hapishanenin Doğuşu, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, Ankara, 1992).
3.       Bülent DURU & Ayten ALKAN (der. ve çev.), 20. Yüzyıl Kenti, İmge Kitabevi, Ankara, 2002; Özgür Sevgi GÖRAL, “Ayten Alkan’la Söyleşi: ‘Dünyanın Bütün İşçileri, Çoraplarınızı Kim Yıkıyor?”, Mesele, sayı 38 (Şubat 2010).
4.       Gönül BAKAY/Ayşen AKPINAR/Handan DEDEHAYIR (ed). Kadın ve Mekân & Tutsaklık mı Sultanlık mı?,Turkuvaz Kitap, İstanbul, 2010; TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Cinsiyet ve Mimarlık, Dosya:19 (Nisan 2010).
5.       Serpil SANCAR, “Üniversite’de Feminizm? Bağlam, Gündem ve Olanaklar”,  Toplum ve Bilim, sayı: 97, 2003.
6.       Ayten ALKAN, Yerel Yönetimler ve Cinsiyet: Kadınların Kentte Görünmez Varlığı, Dipnot Yayınları, Ankara 2005
7.       Bu konuda yapılmış önemli bir derleme olarak bkz. Nazmiye ÖZGÜÇ, Kadınların Coğrafyası, Çantay Kitabevi, İstanbul, 1998.
8.       Heteronormativite; toplumu kadın-erkek dikotomisi çerçevesinde kurgulayarak, bir yandan cinsiyete özcü bir anlam atfeden, bu anlamda toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden üretimini ve pekiştirilmesini sağlayan, diğer yandan heteroseksüelliğin ‘normal’ ve ‘yegâne’ (var)oluş olduğu kabulünden hareketle cinsel pratiklerin salt karşı cinsten kimseler arasında mümkün olabileceğini iddia eden bir iktidar düzeneğidir.http://www.feminisite.net/news.php?act=details&nid=514 ,http://en.wikipedia.org/wiki/Heteronormativity
9.       Hegemonik Erkeklik; belli bir toplumsal/kültürel formasyon içerisinde kültürel olarak desteklenen, yüceltilen, örnek gösterilen ve mazur görülen cinsiyet pratiklerinin oluşturduğu, söz konusu formasyon içerisindeki diğer erkeklikleri az ya da çok etkileyebilen bir erkek olma biçimidir. Koşullara, zamana ve kültürel bağlama göre farklılıklar göstermesine rağmen, hegemonik erkekliğin temel unsurlarını değişken özellikleri değil, muhafaza edilenler belirler. Cinsiyetçilik, homofobi, ırkçılık/milliyetçilik ve bütün bunların dolayımlandığı bir alan olarak militarizm hegemonik erkekliğin oluşmasını ve pekişerek normal/normatif kılınmasını sağlayan unsurlardır. Bkz. Remzi ALTUNPOLAT, “Sürüne Sürüne Erkek Olmak ya da Türkiye’de Hegemonik Erkekliğin Azameti ve Sefaleti Üzerine”, İdea İnsan Bilimleri Dergisi, Sayı:1 (Bahar 2009).
10.     Devletin kıyıları (margins of the state) kavramı, devleti rasyonel bir yönetim tarzı/yönetimsellik üzerine kurulu siyasal bir düzenek olarak değil şiddet ve düzenleyici işlevler arasında sürekli ilişki kuran mutlak bir iktidar alanı olarak anlamayı önerir. Bu anlayış, devletin özel bazı hukuksal düzenlemeler aracılığıyla belirli bireyleri belli nüfuslara dönüştürmesi ve bu yolla onları bazı kayıtlamalara tabi tutmasıyla somutlaşır. Örneğin burada mevzuubahis olan seks işçileri ve fuhşa yönelik düzenlemeler gibi.  Veena DAS & Deborah POOL, Anthropology in the Margins of the State (2004)’den aktaran Aslı ZENGİN, Cins Cins Mekân, (der). Ayten Alkan, Varlık Yayınları, İstanbul, 2009, s. 266.

11.     Lezbiyen: Cinsel ya da duygusal anlamda kadınlara yönelimi olan kadın; kadın eşcinsel. 

Gey: Cinsel ya da duygusal anlamda erkeklere yönelimi olan erkek; erkek eşcinsel.

Biseksüel: Her iki cinse de cinsel ve/ veya duygusal yönelimi olan kadın ve ya erkek.

Travesti: Toplumsal anlamda, karşı cinse ait kıyafetlere, görünüme ve tavırlara bürünmekten hoşlanan kişi.  Genellikle, travesti dendiğinde daha çok kadın kılığındaki erkekler akla gelse de travesti kelimesi aslında hem erkek hem de kadın için geçerlidir.

Transseksüel: Doğuştan gelen biyolojik cinsiyetine karşın kendini karşı cinsiyete ait hisseden kişi. Hem erkek hem de kadın için geçerlidir. Yani kişi biyolojik olarak erkek olduğu halde kadın olmayı; biyolojik olarak kadın olduğu halde erkek olmayı isteyebilir. Kişinin davranışlarından çok iç dünyasında kendisini karşı cinsten biri gibi görmesi, hissetmesidir. Bu nedenle transseksüel kelimesi daha çok ruhsal eğilimler için belirleyicidir. LGBTT Hareketi Üzerine Sözlük Çalışması, (der.) Esra Aşan, http://www.feminisite.net/news.php?act=details&nid=514, erişim tarihi: 25.01.2010. 
12.    ALKAN, Cins Cins Mekân, s. 25.
 
 


* Eğitim Sen Ankara 5 No’lu Şube / raltunpolat@gmail.com

Etiketler:
nefret