26/03/2012 | Yazar: Selçuk Candansayar

Mimleniyorsam önlem almalıyım fikri iç savaş demektir.

Mimleniyorsam önlem almalıyım fikri iç savaş demektir.
 
Ankara’da bir işyeri düşünün. Hangi alanda çalıştığının önemi yok. Düzenli müşterilerden biri son geldiğinde sohbetin bir anında işyerine sahibine özel bir soru sormak istediğini söyler. Ardından Nüfus cüzdanınızda din hanesi boş mu, diye sorar. İşyeri sahibi, soruyla yanıt verir; bunun ne önemi var? Benim ki boş, der müşteri. Benimki boş ve birkaç gün önce posta kutuma çarpı işareti konduğunu fark etmiştim. Çok düşündüm ve yeni olduğuna eminim, şimdi buraya geldiğimde sizin posta kutunuzda da çarpı işareti kazındığını gördüm, ondan soruyorum!

İşyeri sahibi garaj kapısından girdiğinden posta kutusuna pek bakmadığını fark eder. Akşam iş çıkışı baktığında, evet daha önce olduğunu hatırlamadığı, yeni yapılmışa benzeyen bir çarpı işareti vardır! Nüfus cüzdanında din hanesi doludur ama değiştirmek zor geldiği için doludur aslında ama iktidara muhalif olduğunu açık eden daha kesin kanıtlar ortalık yerdedir. Sakin kafayla düşünmeye çalışır. Rastlantı mı, şaka mı yoksa gerçekten de…

Bu gerçek bir hikâye ve artık önemli olan çarpı işaretleriyle mimleniyor olabilirim ruhunun yaygınlaşmaya başlaması.

Bu köşede daha önce defalarca Türkiye’nin, dünyadaki asıl öneminin, yeni ekonomik, siyasal ve kültürel dönüşümün laboratuarı olması olduğunu yazıp durdum. Sömürge ülkelerin seküler, modernleşen demokrasi süreci denilen ve tüm yirminci yüzyılı içeren devlet sistemlerinin, demodernizasyonun egemen olduğu, otoriter, dindar demokrasilere evrilmesinin laboratuarı.

Bu süreç yapısı gereği sömürge topraklarını kanla yıkayarak oluyor. Tıpkı modernleşme sürecinde yıkandığı gibi. En az otuz yıldır Türkiye de kan içinde geçiriyor bu dönüşümü.

Otoriter, dindar demokrasi çoğulculuğu değil tektipleşmeyi dayatıyor.

Etnik, dinsel isterse de politik düzeyde olsun tektipleşmeye karşı olan unsurlar dışlanma, yalıtılma, yalnızlaştırılma baskısı altında bırakılıyorlar.

Bu baskı herkes için görünür durumda ve herkes tarafından maruz kaldıkları uygulamaların onaylanabileceği noktadan başladı.

Otoriterleşmeyi meşrulaştırma süreci önce herkesin suçlu olduğuna hemfikir olacağı kişilere yapılan uygulamalarla başlar.

Bir toplum “katillere, hırsızlara” uygulanacak cezalandırma tarzını onayladığında en sıradan, masum politik muhalife uygulanacak cezalandırma tarzını da onaylamış olur. Fark nitelik değil, derece farkıdır çünkü.

Muhaliflerinin özgürlüğünün ve hayat hakkının sorumluluğunu üstlenmeyen yönetime ne ad verileceği de malumdur.

Önce Adıyaman’da Alevi evlerine işaret konması haberleriyle başlayan mimlenme ruhuna karşı iktidarın vurdumduymaz, ciddiye almaz tepkisi bu ruhun yaygınlaşmasına yol açıyor. Tek ortak noktaları iktidar karşıtlığı olanların hep aynı suçla (Ergenekon Terör Örgütü ya da PKK) suçlanması ve hep aynı kapatma, cezalandırma uygulamasına maruz bırakılması da süreci pekiştiriyor.

Böylece yumurta atmakla gerilla olmak arasında iktidar için fark olmadığı toplumun gözüne sokuluyor.

İşte bu sürecin doğal sonucu olarak öyle ya da böyle muhalif olmanın iktidar tarafından mimlenme ve cezalandırılmaya maruz kalınacağı algısı gelişiyor.Son zamanların en moda deyimi olan algı yönetimi tam da bu hali tanımlıyor.

Umarım bu algı yönetimi iktidarın bilinçli başarısı değil tersine istemediği ama beceremediği bir hal olsun. Çünkü, sokaktaki sıradan insanın kendisini güvende hissetmediği bir  ruh hali açık çatışmaları bir kibrit aleviyle patlayacak bombaya dönüştürür. Herkes sırtında ona doğrulmuş bir silah olduğu hissine kapılırsa, elinde pimini çekmeye hazır bir el bombasıyla dolaşmaya başlar. Mimleniyorsam önlem almalıyım fikri iç savaş demektir. 

Etiketler:
nefret