07/12/2012 | Yazar: Doğancan Özsel

Genel ahlak, muhafazakâr düşüncede esas gücünü içeriğinden değil işlevinden alır. Bir diğer ifadeyle genel ahlakı değerli ve önemli kılan öncelikli şey içeriğinin doğru ve isabetli olması değil, varlığının gerekli olmasıdır.

Muhafazakâr düşünce eşcinselliği mahkûm ederken, onu öncelikle toplumsal anlamda bir hastalık olarak imler. Eşcinselliğin tıbbi anlamda da bir hastalık olduğuna dair muhafazakâr iddia aslında ikincil önemdedir ve muhafazakâr konuma bilimsellik kalkanı sağlamak üzere dillendirilir.
 
Genel ahlak, muhafazakâr düşüncede esas gücünü içeriğinden değil işlevinden alır. Bir diğer ifadeyle genel ahlakı değerli ve önemli kılan öncelikli şey içeriğinin doğru ve isabetli olması değil, varlığının gerekli olmasıdır.
 
Hatırlarsınız, 2010 yılının Mart ayında dönemin Kadın ve Aileden Sorumlu –ve bu sıfatı dahi sorunlu– Bakanı Aliye Kavaf eşcinselliğin bir hastalık olduğunu ifade etmişti(1). Buna benzer görüşleri, kendisini muhafazakâr olarak niteleyen bir partinin temsilcisinden duymanın şaşırtıcı bir tarafı yok. Daha önce de muhafazakâr kesimin öne çıkan isimlerinden Ali Bulaç da Zaman gazetesindeki köşe yazısında “Eşcinsellik bir hastalıktır. Bir virüs gibi yaygınlaşıyor ve toplumu tehdit ediyor. Bu ahlak dışı davranışı domuzlar hariç hayvanlar bile yapmıyor." açıklamasında bulunan Hollandalı imam Halil El Mumni’ye övgüler düzmüştü(2).
 
Bu açıklamalara verilen tepkiler ise çeşitli psikiyatrların görüşlerini almakla ve eşcinselliğin hastalık olduğuna dair hiç bir tıbbi bulgunun olmadığını hatırlatmakla sınırlı kaldı. Oysa muhafazakâr düşünce eşcinselliği mahkûm ederken, onu öncelikle toplumsal anlamda bir hastalık olarak imler. Eşcinselliğin tıbbi anlamda da bir hastalık olduğuna dair muhafazakâr iddia aslında ikincil önemdedir ve muhafazakâr konuma bilimsellik kalkanı sağlamak üzere dillendirilir. Dolayısıyla bir muhafazakâra eşcinselliğin tıbbi anlamda hastalık olmadığı gerçeğini hatırlatmanın çok fazla bir karşılığı yoktur. Meselenin özünde tıbbi değil toplumsal bir hastalık iddiası bulunur.
 
Hastalık kavramının tıbbi olmayan, toplumsal bağlamdaki bu kullanımı muhafazakâr ideolojinin temel söylemsel stratejilerinden birisidir. Muhafazakâr düşünce geleneğinin ilk ve en büyük eseri kabul edilen Edmund Burke’ün Fransız Devrimi Üzerine Düşünceler’inden (1790) bu yana muhafazakâr metinler toplumsal fenomenleri hep doğal-yapay ve sağlıklı-hastalıklı kavram çiftleri üzerinden değerlendirip yargılar. Bu yaklaşımda toplum bir organizma olarak tahayyül edilir ve aile, din ve devlet gibi kurumlar bu organizmanın birer organı olarak düşünülür. Muhafazakârların kendilerine biçtikleri siyasal rol ise bu organizmanın hastalıkta ve sağlıkta yaşamını sürdürmesi sağlamak, onu ölümden korumaktır(3).
 
Bu perspektiften hareketle muhafazakâr düşünce ilk ortaya çıktığı 18. yüzyıldan bu yana kendi ideal toplum hayalleri ile çelişen toplumsal fenomenleri ve siyasal hareketleri doğaya karşı gelmekle, hastalıklı olmakla ve ucubelikle suçlar. Örneğin döneminin Protestan muhaliflerini toplum içindeki doğal konumlarını ve tabi oldukları kuralları bilmemekle ve hadlerini aşmakla suçlayan Edmund Burke, İngiliz Parlementosu’nda şöyle diyordu:
 
Sürüler halinde akılsızca dolaşan şu ufak böcekler ve sürüngenler bizde ancak tiksinti duygusu uyandırır. Ancak bu böcekler doğal boyutlarının üzerine çıkarsa, sahip oldukları zehri korurken hem sayılarını hem de büyüklüklerini arttırırlarsa, bu kez en büyük korkularımızın nesnesi olurlar. Doğal boyutlarında bir örümcek, çirkin ve iğrenç bir zavallı örümcektir yalnızca. Onun dayanıksız ağı ancak sinek yakalamaya yarar. Ama, Allah korusun, bir de bu örümceği bir manda kadar büyük bir halde ve bizi yakalayacak ipleri etrafa saçarken hayal edin. Afrika’nın bütün vahşi hayatı bile böylesi bir korkunç varlık yaratamamıştır(4).
 
Toplumsal düzene karşı çıkanları doğa-dışı ucubeler olarak betimleyen bu muhafazakâr tarz bugün de özünde değişmemiş, olsa olsa temelsiz bir bilimsellik iddiasıyla bir miktar kibarlaşmıştır. Eşcinselliği bir hastalık, eşcinselleri de doğaya karşı gelen ve tedaviye muhtaç varlıklar olarak gören bakış açısı, muhafazakâr ideolojinin bu yerleşik söylemsel tarzı düşünüldüğünde şaşırtıcı değildir.
 
Peki, onaylamadıkları toplumsal, siyasal, ahlaki ve kültürel biçimleri hastalık, yapaylık veya doğal olandan sapma olarak değerlendiren muhafazakârların “sağlıklı toplum” tahayyülü nedir? Daha dar bir ifadeyle muhafazakârlığın idealinde nasıl bir toplum-birey ilişkisi vardır?
 
Bu soruyu yanıtlamak için muhafazakârların nasıl bir insan algısı olduğuna bakmak gerekir. Muhafazakâr düşünce bireyin yetersizliği fikri üzerine kuruludur. Buna göre birey hem ontolojik-etik anlamda hem de epistemolojik anlamda kusurlu, eksik ve yetersizdir. Ontolojik-etik boyutta bireyler, kendi başlarına bırakıldıklarında kendilerine ve çevrelerindeki insanlara zarar vermeye, toplumsal birliği yıkacak kriminal davranışlar göstermeye ve günah işleyerek yanlışa düşmeye eğilimlidir. Epistemolojik boyutta ise sınırlı ve dar kapsamlı deneyimlerini yetersiz rasyonel kapasiteleriyle yorumlamak gibi bir eksiklikten muzdariptirler. Bu nedenle bireylerin sonsuz büyüklükteki evreni ve aşırı karmaşık yapısıyla toplumu tam anlamıyla kavramaları mümkün değildir.
 
İnsanın yetersizliğine ilişkin böylesi fikirlerden hareket eden muhafazakârlık, ideal durumu bireyin topluma tam anlamıyla tabi olduğu bir düzen şeklinde tasavvur eder. Bu ideal düzende bireyler toplumsal biçimler tarafından sınırlanır, şekillenir, yönlendirilir ve “insanca yaşamaları” sağlanır. Burada toplum ve toplumsal kurumlar bireyin ontolojik-etik ve epistemolojik boyutlardaki yetersizliğini telafi edecek, bireyi tamamlayarak onu “insan” kılacak bir büyük Öteki, Althusserci anlamda bir Özne rolü üstlenir. Kimi muhafazakârlık tipleri bireyin tabi kılınacağı toplumsal formasyonda devletin rolünü öne çıkarırken, kimileri ise ara kurumlar denen aile, din ve eğitim gibi toplumsal kurumların birey üzerindeki baskı, koruma ve şekillendirme rolüne vurgu yapar. Ancak tüm muhafazakârlık çeşitlerinde ideal toplumsal düzen genel ahlak mefhumu üzerinde yükselir.
Genel ahlak, muhafazakâr düşüncede esas gücünü içeriğinden değil işlevinden alır. Bir diğer ifadeyle genel ahlakı değerli ve önemli kılan öncelikli şey içeriğinin doğru ve isabetli olması değil, varlığının gerekli olmasıdır. Yalnız bırakıldıkları ve terbiye edilmedikleri takdirde bireylerin hem kendileri hem de çevreleri için yıkıcı ve yok edici oldukları, günaha ve yokoluşa meyilli oldukları düşünüldüğünden, genel ahlak ve bu ahlak temelinde kurulmuş toplumsal düzen, insan varoluşunun vazgeçilmez bir gereği olarak sunulur ve kutlanır.
 
Eşcinsellik konusu tam da bu nedenle muhafazakâr düşüncenin bam teline basar, eşcinsel bedenler muhafazakârı çileden çıkarır. Eşcinseller basitçe topluma tabi olmamanın bir sembolü değildirler. Bundan çok daha önemlisi eşcinseller ve eşcinsel hareketi, muhafazakârların Althusserci anlamıyla Özne olarak kutsadıkları toplumun genel ahlak sınırları dışında duran bir(çok) ahlak anlayışının mümkün olduğunu gösterir. Zira eşcinsel hareketi bir anlamda ahlaki bir çağrıdır. Oysa muhafazakâr tahayyülde bu çağrının hiç varol(a)maması gerekir. Zira muhafazakârlar, bireyin etik ve epistemolojik yetersizliği nedeniyle etiğin tek kaynağının toplum olduğuna ve genel ahlak dedikleri şeyin de toplumsal veya ilahi bir üretim olduğuna inanır. Dolayısıyla eşcinsel hareketinin genel ahlaka bir yönüyle tabandan zıt olan ancak bireylerin vicdanlarına dokunan ahlaki çağrısı muhafazakâr kavrayışa en temelinden vurulmuş bir darbedir.
 
Bu kısa yazıda muhafazakârlığın özcü anlayışına ve çok çeşitli toplumsal fenomenleri doğal-yapay diye ayırırken kaçınılmaz olarak içine düştüğü tutarsızlıklara girmeye belki gerek yok. Ancak muhafazakâr düşüncenin daha başka pek çok problemli ve üzerine düşünülmesi gereken noktası olduğunu hatırda tutmak gerekiyor. Yine de bütün bu eleştiri noktaları saklı kalmak kaydıyla, muhafazakârlık ile eşcinsel hareketinin barışmasının zor ama kuramsal bakımdan mümkün olduğunu not etmek gerekiyor. Şöyle ki, muhafazakâr düşüncenin ideal toplum tahayyülünü üzerine oturttuğu genel ahlak büyük oranda muhafazakâr düşünürlerin toplumsal fenomenlere seçmeci bir anlayışla yaklaşarak oluşturdukları bir kurgudur. Dolayısıyla genel ahlak pekâlâ farklı bir şekilde de kurulabilir. Bireylerin cinsel ve toplumsal cinsiyete dair varoluşlarını etik alanın ilgisi dışında bırakan bir genel ahlak anlayışından hareket eden ve bireyleri bu ahlak üzerine kurulu bir topluma tabi kılmaya çabalayan bir muhafazakârlık, eşcinsel hareketine çok daha geniş bir özgürlük ve manevra alanı sağlayacaktır.
 
İngiliz muhafazakârlarının şu anki lideri David Cameron’ın eşcinsel ilişkilere hukuki tanınırlık kazandıran 2004 tarihli Civil Partnership Act’i desteklemesi ve 2006 yılındaki muhafazakâr parti toplantısında evliliğin özel bir bağ olduğunu söylerken bunun yalnızca karşı-cinsten insanların evlilikleri için değil hemcinsleri ile evli olan insanların evlilikleri için de geçerli olduğunu belirtmesi böyle bir olasılığın varlığına işaret etmektedir(5). Öte yandan Cameron’ın bu sözlerinin salondakileri şoke etmesi de bu yolda pek fazla umutlanmamak gerektiğini gösterir. Zira bahsettiğimiz şey basit bir değişiklik değil, muhafazakârların ideal toplum kavrayışında yapılması gereken köklü bir dönüşümdür. Muhafazakârlar söylemsel düzeyde genel ahlakın toplumsal bir ürün olduğunu ileri sürseler de, aslında genel ahlak mefhumu dini referanslar taşıyan kökleşmiş bireysel önyargılar tarafından kodlanmaktadır. Bu durum bir yandan kuramsal olarak muhafazakârlık ile eşcinselliğin birbirlerini kategorik olarak dışlamıyor olmalarını sağlar. Öte yandan, yine tam da bu nedenle, muhafazakârların genel ahlak kavramını yeniden düşünmeleri ve daha kapsayıcı bir şekilde tanımlamaları yolunda pek fazla umut beslememek gerekir.
 
Kaos GL Dergisi, Ocak-Şubat 2012, Sayı 122
Fotoğraflar: Alp Biricik / İstanbul
 
* Doğancan Özsel, Hacettepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü 
 
3. Scruton, R. (2001). The Meaning of Conservatism. Londra: Palgrave; s. 14.
4. Aktaran: Kramnick, I. (1977). The Rage of Edmund Burke: Portrait of an Ambivalent Conservative. New York: Basic Books; s. 36.
5. Dorey, P. (2011). ‘A Conservative “Third way”?: British Conservatives and the Development of Post-Thatcherite Conservatism’.  Reflections on Conservatism, D. Ozsel (der.), Londra: Cambridge Scholars Publishing; s. 163. 

Etiketler:
İstihdam