03/07/2017 | Yazar: Beren Azizi

Müziğin klasiği, siyasetin klasiği, mesleklerin klasiği, bilginin klasiği… Bu ciddi/klasik/hakiki alanlarda lgbti+ özne tuhaf kaçıyor.

Müziğin klasiği, siyasetin klasiği, mesleklerin klasiği, bilginin klasiği… Bu ciddi/klasik/hakiki alanlarda lgbti+ özne tuhaf kaçıyor.

Zeki Müren’in namusunu kurtarma çabaları da en az Bardakçı’nın tür üzerinden başlattığı “Neden sevmiyorum?” temalı yazısı kadar eski modadır ve hem akademik hem toplumsal mücadeleler açısından o köprülerin altından çok sular geçmiştir.

Murat Bardakçı geçtiğimiz günlerde Zeki Müren’in Türk müziğinin canına okuyanlardan biri olduğu tespitinde bulundu ve Zeki Müren’in 1950 sonrası dönemde Amerikanvari bir stardan ötesi olmadığını, yani gerçek bir sanatçı olmadığını söyledi kısaca. Popüler sanatçı ve klasik sanatçı ayrımını yaparak Zeki Müren’in sanatını popüler olanın altında başlıklayarak ve tabii ki popüler ve klasik sanat arasında gerçek ve uyduruk sanat ayrımı oluşturarak, Bardakçı kendisini kastre eden Müren sanatıyla baş etmeye çalışıyor.

Bardakçı’nın Zeki Müren beğenmezliği yeni değildir. 2009 yılında yazdığı ve Zeki Müren’i neden beğenmediğini kendi tabiriyle ciddi bir şeyler söyleyerek ifade ettiği yazısının başlığı Zeki Müren müziğin değil, sosyolojinin inceleme konusudur.

Bu noktada bir ekleme yapmak istiyorum, bana kalırsa asıl Bardakçı’nın bu yazısı ve Zeki Müren beğenmezliği bir yanıyla sosyolojinin ve bir yanıyla da psikolojinin ve tüm yanıyla toplumsal cinsiyet çalışmalarının konusu.

Yazıda öncelikle Zeki Müren’in hangi tür müzik kapsamında değerlendirilmesi gerektiği tespit ediliyor. Gençliğinde birkaç klasik eseri icra ettiği için Müren’in klasikçi olamayacağı, dolayısıyla müziğin ciddisini değil popülerini yaptığı söyleniyor Bardakçı tarafından. Şüphesiz klasikçi mi popülerci mi olduğu masum bir tür tartışması gibi görünebilir; ama öyle değil. Bu tespitte bir sözcük gözümüze çarpar: ciddi. Halbuki Zeki Müren sevgilerinde klasikçilik üzerinden bir yüceltme pek de yoktur. Ciddiyet ve klasik sanatçı kimliği atanmaz veya bu atama üzerinden “Hayır, kendisi star değildir, kendisi popüler müzik de yapmaz, kendisi ciddi bir klasikçidir.” denmez, en fazla “Sanat Güneşi” denir. Peki Bardakçı neden pek de yaygın olmayan böylesi bir tartışmayı önce icat ederek ardından da Müren’i sanatın ciddisini yani klasiğini yapmayan popülerci ilan ediyor? Tabii ki Müren’i modası geçmiş yollarla itibarsızlaştırma çabasından ötesi değil bu. Kendisinin neden Müren’i beğenmediğini anlattığı bir yazıya tür tartışmasıyla başlaması estetik felsefesinde ve sanat eleştirilerinde açıkçası artık komik kaçan bir nostalji içeriyor.

Sanatta ciddiyet meselesi, eğlendirme amacı gütmeyen üzerinden düşünülür ve değerlendirilir. Bir yandan söylenmeden hakiki sanat imasını da barındırır bu ikili karşıt kodlama. Öte yandan sanatçının kolaya kaçmadığı ve titizlik göstererek eserini ürettiği bir emeğe de vurgu yapılır sanatın ciddisi ifadesinde. Bunların toplamında da asıl önemli olanın ve referans olanın ciddi olan olduğu hükmü gelir. Bu bir hakikat savaşıdır aslında. Çünkü bir yandan gerçek sanatın ve tabii ki gerçek sanatçının hikayesi yazılıp bu hikaye hafızalaştırılır. İşte Zeki Müren, aslında Bardakçı’nın salt popülerlik üzerinden ciddiyeti çıkarırsak pek de haksız olmayan tür tespitlerine rağmen Müren sanattaki hakikat hikayesini önce yıkmış, (Klasik) Türk müziğinin canına okuduğu tespiti tam da buradan geliyor, sonra yeniden bir hikaye yazarak gerçek sanatçının kendisi olduğunu ilan etmiş veya ettiler. (Belki Bardakçı’nın kendisinin de farkında olmadığı öfkesi bundan kaynaklıdır. Müren’in yıktığı gerçek sanatçı kimliğini sadece kimlik özelinde yıkması ve Müren’in ve Müren severlerin “gerçek sanatçı” felsefesiyle pek de sorunları olmadan gerçek sanatçının kim olduğu üzerinden bu felsefeyi yeniden üretmeleri gerçekten de eleştiriye bence hâlâ açıktır. Lakin dediğim gibi Bardakçı eski moda eleştirilerle kendinin de pek farkında olmadığı öfkesini ya da beğenmemezliğini meşrulaştırmak istemektedir: Klasik sanata karşı popüler sanat ve bunun üzerinden gerçek sanatın klasikçilere iadesi.)

Bu noktada “queer” için bir kırılganlık oluşmamalı sanki. Sarkastik bir “Hayır efendim klasiğin ta kendisidir.” yaklaşımı pek hoş olacak olsa da bunun sarkastik olmayanı yani CİDDİ muhalif sanatseverlerimizce Müren’e ne kadar saygısızlık edildiği, Bardakçı’nın sanattan anlamadığı vs. gibi hakiki sanat savaşına girilmemeli. Bu tip bir savaşın en sıkıcısı da hem Zeki Müren’i kucaklayan hem de Bardakçı’nın ciddi klasikçi kabul ettiklerini kucaklayan ve bunların hepsini aynılaştıran “Bunların hepsi bizim değerlerimiz.”cilerin kaba milliyetçiliği. İş buralara hiç varmamalı. Zeki Müren’in namusunu kurtarma çabaları da en az Bardakçı’nın tür üzerinden başlattığı “Neden sevmiyorum?” temalı yazısı kadar eski modadır ve hem akademik hem toplumsal mücadeleler açısından o köprülerin altından çok sular geçmiştir.

Bardakçı yazısında “Zeki Müren neden sevilir?” üzerinden tartışmasına devam ediyor. (Ne kadar açık ediyor aslında kendini, Bardakçı’nın meselesi Zeki Müren’i sevmemesi değil aslında, Müren’in sevilmesi ve ona göre hak edilmeyen, fazla abartılan, yani gerçeğiyle uyuşmayan bir uydurmalar bütününe yönelmiş bu sevgi güya. Yoksa böyle başlanmaz beğenmeme veya sevgisizlik yazılarına. Neden sevmediğini yazarsın, neden sevildiğini yazıp sizin sevginizi bu hak etmiyor diye yazılan yazı başka bir çığlıktır.)

Bardakçı 2009’daki yazısının bu bölümünde Müren’e neden hayran olunduğuna dair beyanları geneller ve iki başlık altında toplar: Sesinin tonu ve telaffuzu. Hakikaten de böyledir. Zeki Müren’i neden seversiniz diye şöyle sokağa çıkıp sorsak “Ayyy o muhteşem Türkçesi, muazzam telaffuzu…” diye cümlesine başlayacak insan oldukça fazladır. Bu noktada telaffuz meselesine girmeyeceğim. Bu telaffuz meselesi de özellikle ötekinin hakikat hakkının çalışıldığı dönemde gene köprüsünün altından çok suların aktığı uzun bir meseledir. Yalnız şunu söyleyebilirim ki bence beğenilen Müren’in telaffuzu değil “kibarlığı, kırıklığı, yumuşaklığı”. Halk, kırıcı olmamak adına neredeyse kendini sansürlüyor bu telaffuz konusunda. Sanki bir dilin doğru telaffuzu iddiası ile gene Zeki Müren’in o “queer”, o tuhaf, o her an komikleştirilebilecek kırılgan Türkçesinin namusu kurtarılıyormuş gibi geliyor bana. İlkokulda birçok lgbti+’nın velilerce veya sınıf öğretmenince “Ne kadar kibar bir çocuk…” cümlesinin ardından güzel Türkçesiyle övüldüğü herhalde lgbti+ aleminde en ünlü ve bir yandan sinir bozucu bir yandan komik ortak anılardan biridir. Ortada hakikaten güzel telaffuz falan olmayabilir, bir hetero-cis güzellemesi de olabilir bu. (Diğer lgbti+’lardan ayıklayarak seçilen makul lgbti+ bireyinin “tuhaf” konuşma tarzının biricikleştirilip “güzel Türkçe” ile korunması da olabilir. Netice de kimse bir ibneyi gerçekten ibne olduğu için sevdiğini itiraf etmek istemez veya bu konuda açık vermek istemez. Ya da istemezdi diyelim, bunun pek geçmişte kaldığını düşünmesem de.)

Telaffuz meselesini ve Türkçesinin kötü olduğu iddiasını geçersem ki umrumda değil aslında diğer meseleye yani sesinin tonuna getirdiği eleştiriler Bardakçı’nın asıl meselesini ifşa ediyor. Hayran olunan Müren’in sesinin hakikaten DEĞİŞİK olduğunu (ve icrasının temiz olduğunu, burasıyla da ilgilenmiyorum) AMA hünsa yani hem eril hem dişil bir ses olduğunu ekliyor. Buradaki ama’yı da açıklıyor: Hünsa seslere popüler müzikte her zaman yer varmış fakat klasik icrada TUHAF kaçarmış bu sesler.

İşte tuhafın, ucubenin, queerin hakikat savaşı… Bardakçı, Müren’in sesinin tonu hakkında değişik ve tuhaf kaçar demekten başka bir yorumda ya da eleştiride bulunamıyor. Açık açık eleştirdiği mevzu hem eril hem dişil bir sesin klasik bir eseri okurken tuhaf kaçması, böyle bir esere yakışmaması; ama popüler şarkıları söylemek için mekanının, yerinin olduğuna da icazet veriyor Bardakçı. Senin yerin burası değil, bana ne bana ne, dünya benim arzularıma göre örgütlensin diyor kısaca.

Şimdi bu mesele başta basit estetik bir yargı ve masum bir tuhaf kaçma algısı gibi gelebilir. Hayır değildir. Toplumun ciddi olsunlar olmasınlar ciddi kabul edilen alanları vardır: Müziğin klasiği, siyasetin klasiği, mesleklerin klasiği, bilginin klasiği… Bu ciddi/klasik/hakiki alanlarda lgbti+ özne tuhaf kaçıyor. Bardakçı, hakiki bulduğu bir eseri hünsa bir sesten dinlerken hissettiği bu tuhaflık kendisini kaygılandırıyor. Bu kaygı değişimin kaygısıdır. Hetero-cis erkek performanslarında şahısların öteki cinsiyetlerin/cinslerin kendi klasik icralarını icra ettiklerini gördükleri anda tarihte sıklıkla yaşadığı kaygılardandır. Bu beğenmeme değildir aslında, beğenilen öteki cinsiyetlere/cinslere duyulan beğeniye öfkedir. Sıklıkla bir tiksinti eşlik eder eleştirilere. Yani lgbti+ fobi dersek malumu ilam etmek olur herhalde.

Öte yanda Bardakçı’nın kendisi de bulunduğu alanın saygını, ciddisi olmak için aslında bir bedel ödemiştir. Bu bedeli kimliği veya varoluşu sanmaktadır. Halbuki hünsa ses diye bir şey yoktur aslında. İnsanların sürekli biçimde aynı kullandığı bir organı başka biçimde kullanarak başka bir duyuma sebep olacak performans vardır sadece. Dünya kendimizin çevresinde dönüyor sanmak sıkıcı ve zamanı boşa geçirtecek bir alışkanlık, normalliği için ödediği bedelleri yokmuş sanmak ve o bedelleri ödemeyenlerin hiç de sandığı gibi toptan felakete sürüklenmediğini hatta ciddiye alındığını görmek… Üstelik Bardakçı bu öfkesinde haklı olduğunu bile iddia edebilir. Neden diye sorsak “daha iyi bir toplum” için der ve başa döner: Dünya benim çevremde dönüyor ve benim arzularıma uygun örgütlü bir millet hakiki refaha/mutluluğa erişebilir.

Bardakçı, ses tonu ve telaffuzu eleştirmesiyle de kalmıyor, Müren’e kadar ciddi bir müzik mekanı olan sahnenin şortlu ve mini etekli Zeki Müren tarafından ve sonrasında başka işgalci hünsa sesleriyle ele geçirilerek nasıl değerinden çok şeyler kaybettiğinden dem vuruyor. Çünkü Bardakçı’ya bu estetik komik geliyor. Kendisine bu tip bir estetiğin önce ciddi olarak dayatılmasını kabul edemiyor. Onun için illaki bir değer kaybı söz konusu. Hünsa sesli olmayan, mini eteksiz, şortsuz klasikçi gibi klasikçilerin sahnesini izlerken hissettiği arzuları, ciddiye alma halini hissedemiyor Müren karşısında. Normalde yolda görse, daha gayriciddi bir yerde görse kahkahayı basardı belki de; ama şimdi bunu da yapamıyor bir yandan Zeki Müren’e karşı, yani yapamıyor derken bu hissi de hissedemiyor kibarlığından ya da çekindiğinden değil. Bardakçı’nın ikili karşıt dünyası ve bununla tetiklenen klasik arzu dünyası ters yüz olmuş durumda: Rahatça, tehdit edilmeden, hissederek, içinden gelerek dalga geçemiyor, eğlenemiyor; ama bir yandan da ciddiye alamıyor. Yani aslında bana kalırsa canına okunan Türk müziği pek değil bu noktada, Bardakçı ve onun gibilerin ikili karşıt dünyasına göre kurgulanmış arzu, zevk, estetik, sanat, ciddiyet, hakikat kurguları.

Ne yapmalı?

Lgbti+ hakikati açısından bir dönüşüm çağındayız. Açıkçası dönemeçte yapacak bir şeyimiz Bardakçı ve onun gibiler özelinde pek yok. Bu bir dönemecin öncesi ve sonrası meselesi. Dönemeçten öncekiler pek az değiller; ama iyi haber şu ki dönemecin sonrasında bu insanlar azalarak kendi minimum değerine doğru yol alıyor. Yani lgbti+ estetik (ses, kıyafet, tarz…) dönemecin sonrasındaki ve çok sonrasındaki insanlarca ister istemez ciddiyetsizlik olarak okunamayacak, hissedilemeyecek. Bir noktada komik, garip, dalga geçilesi gelmeyecek bu hakikat. Toplumsal arzulanma değişimi bu. Diğer yandan bu anaakımlaşma öncesi süreçte eski elitin (ve devamında avamın) kitlesel ucubeleştirilmeleri belki de lgbti+’yı lgbti+ yapandı; ama anaakımlaşma artık başladı. Bu  bir yandan sıradanlaşma da demek. O sebeple Bardakçı gibilerin lgbti+ hakikatini ucubeleştirdiği ve ciddi olan alanlarda TUHAF karşıladığı, bunun sonucunda da toplumun hakikatinden reddedilen ötekiliğin yani lgbti+’nın kendiliğindeki birçok gerçek silinebilir ve başka bir şey olabilir. Bilginin, siyasetin ve sanatın merkezi sayılabilecek alanlarında TUHAF karşılanmadan ciddiyetle lgbti+’ların işlerini yürütebildiği günler bugün gelmiş olsa da hâlâ anaakımlaşma tam oluşmamış durumda, yani bir yandan da yol uzun. Bu noktada, Bardakçı gibilere aslında yok olmakta olan başka bir arzu-kültür dünyası olarak bakabiliriz, bu insanlar kitlenin kendisiydi ve iktidarın da öyle. Şimdi öyle değil, iyi üniversitelerin hiçbirinde örneğin bir trans kadın son derece ciddi bir akademik sunum yaparken ses tonu sebebiyle TUHAF karşılanamıyor. Bir kendini tutmadan söz etmiyorum, ciddi anlamda bunların TUHAF karşılanması eskiden olduğu gibi elit bir mesele değil tam tersi avam bir tavır olarak görülmeye başlandı. Hatta böyle CİDDİ alanlarda başkası tuhaf karşıladığında o başkası adına alanda bir kitlesel elit utanç dahi oluşuyor. Hakikaten TUHAF bir dönemdeyiz lgbti+ gerçekliği açısından. Bir arzu-tepki-algılama değişimi sürecindeyiz. Uzun yıllar da sürecek bu. Göz alışması, gönül alışması derken hakikaten lgbti+ normalleşirse ve aslında kişiyi değerinden bir şey kaybetmeyen öznelik anlamına gelirse lgbti+ olmak bir gün herkes on beş dakikalığına lgbti+ olur, neden olmasın?


Etiketler:
İstihdam