18/03/2017 | Yazar: Remzi Altunpolat

Faşizmin OHAL’ine nihayet verip, ezilenler, ötekiler, madûnlar cephesinden gerçek olağanüstü hali yaratırken Barış İçin Akademisyenler çoban yıldızlarımız olmaya devam edecek.

Mihri Belli’nin aynı adlı kitabından ilhamla.

Çok yakında kaybettiğimiz Barışın Akademisyenleri Mehmet Fatih Traş ve Eren Deniz Tol’un anısına…

Nereden başlasam, nasıl anlatsam bilmiyorum. 11 Ocak 2016’da “Bu Suça Ortak Olmayacağız Bildirisi” ile ülkenin bir bölgesinde yürütülen kirli savaşa ve katliamlara dikkat çeken, Kürt sorunun çözümü noktasında barış talebini yüksek sesle dillendiren akademisyenlerin başta cumhurbaşkanı olmak üzere iktidar sahiplerince hedef gösterilmesi ile başlayan 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında ilan edilen OHAL çerçevesinde çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler ile ihraç edilmesi ile devam eden kıyım süreci hakkında pek çok şey söylendi, pek çok şey yazıldı, çizildi. Daha da yazılıp çizilecek, kuşkusuz ileride bu dönemin mufassal tarihi kaleme alınacak. O nedenle uzun bir tahlile girişecek değilim.

Amacım bir dönem akademinin içerisinde yer almış, Türkiye’de üniversitenin hal-i pür melaline tanıklık etmiş, mevcut duruma itiraz eden, “başka bir eğitim, başka bir üniversite” mümkün diyenlerle omuzdaşlık, yoldaşlık yapmış birisi olarak hayatıma dokunanlar ve hayatlarına dokunduklarıma bir selam çakarak, gönül borcumu ifade edebilmek. Başarabileceğimden emin de değilim.

Ya öğrencisi olduğum Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde ya da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde akademisyen olma hayaliyle geçirmiştim üniversite hayatımı. Yüksek lisans yıllarımda Cebeci’de geçti; Siyasal ve Hukuk’taki yüksek lisans derslerinde, kütüphanede, şimdilerde hayli popüler olan o vakitler pek az kişinin oturduğu Siyasal arka bahçede geçirdiğim saatlerde tanımış, dostluk ve arkadaşlık kurmuştum şimdi tamamına yakını ihraç edilmiş olan akademisyenlerle.

Çok istediğim halde Hukuk ya da Siyasal’ın öğretim elemanı olamamıştım. Sonra Gazi Üniversitesi’nde şimdi tarihe karışmış bir Fakülte’de (Endüstriyel Sanatlar Eğitim Fakültesi) akademik ilgi alanlarım ile pek de alâkası olmayan bir bölümde araştırma görevlisi olarak buldum kendimi. Üniversiteden ziyade yüksek bir liseyi andıran bu fakültede kendisine ülkücü-milliyetçi denilen öğrenci güruhu tarafından saldırıya uğramak, Ahmet Necdet Sezer tarafından atanmış sosyal-demokrat rektörün göreve getirdiği sosyal-demokrat fakülte yöneticilerince mobbinge uğramak, istifaya zorlanmak nihayetinde üniversite yönetiminin tekrar ülkücülere geçmesiyle akademik bakımdan yetersiz bulunarak kapının önüne koyulmakla devam etti akademik hikâyem. Araştırma görevlisi iken bir yandan da Eğitim-Sen işyeri temsilciliği yapıyordum. Üniversiteden atıldığımda sendika şube yönetimine seçileli henüz birkaç ay olmuştu.

AKP’nin devlette reform adı altında kamuyu yeniden yapılandırdığı, bunun üniversiteye yansımasının araştırma görevlilerini güvencesiz bırakan meşhur 50/d maddesinin istisnai bir uygulama olmaktan çıkarılarak kural haline getirildiği ve buna karşı Asistan Girişimi adıyla mücadelenin yeni bir ivme kazandığı sürece denk gelmişti araştırma görevliliğim. Eğitim-Sen’de saatlerce süren toplantılar, üniversitede dönüşüm başlığıyla düzenlendiğimiz sempozyumlar, Eğitim-Sen bünyesinde Yükseköğretim Bürosu kurulması tartışma ve girişimleri, İzmir’deki arkadaşlarımızın öncülük ettiği Gümüldür Üniversite Emekçiler Forumu, geçtiğimiz Eylül’de onbirincisi gerçekleştirilen, Adorno’nun “Bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar” aforizmasını şiar edinmiş Karaburun Bilim Kongresi, Küçükkuyu buluşmaları Türkiye akademyasının sol-muhalif-devrimci yanını bir araya getirmiş, bizi birbirimize yakınlaştırmıştı.

Üniversiteden atıldıktan sonra LGBTİ aktivizmine ağırlık vermeye başlamamla feminizm üzerine düşünen, üreten, bizatihi Feminist Hareketin öznesi olan ve yine şimdi birçoğu KHK’larla ihraç edilmiş yahut istifa etmek zorunda kalmış akademisyenlerle, hepsi birbirinden dirençli bu güzel kadınlarla tartışma, birlikte iş yapabilme, günler-geceler boyu kâh gülüp kâh ağlayıp hemdert olma şansına da eriştim.

Hepsinden tek tek bahsetmeye çalışsam sayfalar dolusu olabilecek bir metin olurdu bu. İsimlerini zikretmeye kalksam birilerini unutmuş yahut es geçmiş olmanın korkusunu taşıyorum. Yine de Eleştirel Pedagoji Dergisi okurlarının aşina olduğu, özellikle yolu Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nden yolu geçmiş birçok kişinin bildiği, sevdiği, en azından saygı duyduğu, son KHK’larla üniversiteden ihraç edilen üç ismi özellikle zikretmek isterim: Işıl Ünal, Nejla Kurul ve Seçkin Özsoy.

Eğitim Ekonomisi ve Planlaması Bölümü’ne yüksek lisans öğrencisi olarak girmemi sağlayan, öğrencileri olmaktan gurur duyduğum, bu anlamda kişisel hikâyemdeki yerleri özel olan bu üç isim, eğitim bilimleri alanına –kendi bölümleri, Halk Eğitimi bölümü ve çoğu Eleştirel Pedagoji derginin mutfağında yer alan yahut yazarı olan bazı isimlerle birlikte- yeni ufuklar kazandıran figürler oldular. Eğitimin her daim sınıfsal olduğunu, iktidar ve güç ilişkileri, ideoloji ve kültür tarafından şekillendirildiğini ortaya koydular. Eğitim Bilimlerinin siyasal ve sosyal bilimlerle ilişkisellik içerisinde olduğunu gösteren çalışmalara imza atarak bir eğitim bilimleri kuramı oluşturma arayışı içerisinde oldular. Paulo Freire başta olmak üzere Eleştirel, radikal ve devrimci Marksist pedegojinin izinde alternatif bir eğitimin nasıl yaratılabileceği, öğretmenin bu süreçlerdeki özne konumu üzerine kafa yordular. Dönüştürücü oldular, onların rahle-i tedrisinden geçen Eğitim Fakültesi öğrencileri kendilerine, dünyaya ve içindeki yaşadıkları gerçekliğe yeni bir perspektifle bakmaya başladılar. Sadece akademinin duvarları arasına sıkışıp kalmadılar; kamusal entelektüel olarak eğitim emekçilerinin örgütlü ve sendikal mücadelesinin içerisinde yer aldılar; ezilenlerin mücadelesine omuz verdiler. Onların açtığı pencere sayesindedir ki eğitimde heteroseksizm ve LGBTİ’lere yönelik eğitimsel ayrımcılık üzerine düşünme imkânı buldum; oradan Queer Pedagojiye ulaştım.

Şimdi Işıl hocayı, Nejla hocayı, Şeçkin hocayı, Barış Akademisyenlerini, Eğitim-Sen’li bilim emekçilerini bir torbaya doldurup ihraç eden, üniversitenin ne olduğu, ne olması gerektiğinden bihaber kafalar, onların akademi ile bağlarını kopartabileceklerini sanıyorlar. Bu kafalar alçaklığın evrensel tarihine kendi adlarını yazdırırken Barışın Akademisyenleri zor zamanlarda üniversite fikriyatını savunanlar olarak toplumsal hafızadaki yerlerini alacak. Faşizmin OHAL’ine nihayet verip, ezilenler, ötekiler, madûnlar cephesinden gerçek olağanüstü hali yaratırken* Barış İçin Akademisyenler çoban yıldızlarımız olmaya devam edecek.

Bu yazı ilk olarak Eleştirel Pedagoji dergisinin Mart-Nisan 2017 sayısında yayınlanmıştır.

 


* Walter Benjamin: “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız "olağanüstü hal" istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hali yaratmak bize düşen bir görevdir.” “Tarih Kavramı Üzerine”, Son Bakışta Aşk,  (Yayına Hazırlayan: Nurdan Gürbilek), Metis Yayınları, 7. Basım, İstanbul, 2014. 


Etiketler:
İstihdam