08/06/2014 | Yazar: Tunca Özlen

Uyanışın ve beraberinde getirdiği yepyeni örgütlenme pratiklerinin kendilerine Onur Yürüyüşü’nde yer açmalarından daha doğal ne olabilir?

2003’te bir avuç cesur insanın katılımıyla gerçekleşen, geçtiğimiz yıl ise on binleri bir araya getiren Onur Yürüyüşü’ne haftalar kaldı. 30-40 kişinin başlattığı yürüyüşün dünyanın en kitlesel ve politik LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) eylemlerinden birine evrilmesinde sayısız insanın emeği ve özverisi var. Yürüyüşe katılımın her sene katlanması geleneği devam ederse, İstiklal Caddesi 29 Haziran günü yüz bini aşkın insana ev sahipliği yapacak demektir.
 
Onur Yürüyüşü’nün her sene daha kitlesel geçmesinin tek açıklaması, toplumsal muhalefetin diğer unsurları ile yakalanan temasın güçlenmesi olamaz. Zira LGBT hareketi ile diğer muhalif dinamikler arasındaki ilişki yeni kurulmuş değil. Söz konusu etkileşimin dönüştürücü etkisi ve sürekliliği elbette giderek pekişiyor. Ancak Onur Yürüyüşü’ne katılımın her sene katlanmasının sırrı, yürüyüşün henüz açılma sürecinde olan LGBT’lerin yaşamlarında yarattığı sarsıntıda gizli.
 
Biraz da internet kullanımının yaygınlaşması sayesinde tarihe karışan “Bir ben, bir de Zeki Müren” psikolojisinin yerini “Varız, alışın, buradayız” cüretkârlığına bırakmasında asıl etkili olan, LGBT realitesinin kamusal alana kitlesel ve kararlı bir biçimde taşınmasına vesile olan Onur Yürüyüşleridir. Okulunda, işyerinde, mahallesinde yalnız olduğun düşünen bir eşcinselin, biseksüelin veya transın on binlerin katıldığı bir eylemin ardından boynu bükük gezmeye devam etmesi düşünülebilir mi? Onur Yürüyüşü, kapsadığı her bir LGBT’ye büyük bir özgüven, özsaygı ve itibar kazandırdığı ölçüde toplumsallaşmış ve meşrulaşmıştır.
 
Öbür taraftan, yukarıda resmetmeye çalıştığım tablo herkesin içini açmıyor. Hareketin ele avuca sığdığı, LGBT örgütlerinin sayısının bir elin parmağını geçmediği günlerde mücadele etmenin getirdiği bir takım alışkanlıklar, bazı LGBT aktivistlerinin hareketin geçirdiği dönüşümü kavramalarına mani oluyor. Yıllar öncesinden kalma, güncel ihtiyaçlara yanıt vermeyen bir tarzı hala harekete dayatmalarını başka türlü açıklamak mümkün değil. “Küçük olsun bizim olsun” yaklaşımı, hele ki Gezi’nin arifesinde, LGBT hareketi eşit atladıktan sonra tamamen hükümsüz. Ne demek istediğimi açıklamaya çalışacağım.
 
Büyük olsun bizim olsun!
LGBT hareketinin son yıllarda yakaladığı yükseliş sayesinde her yürüyüşün bir öncekinden daha kalabalık geçtiğini, bunun da gizli LGBT’leri açılmaya cesaretlendirdiğini söylemiştim. Başka bir ifadeyle, eşcinselliğin kendisi değil ama eşcinsel görünürlüğü bulaşıcı! Hareketin güçlenmesi ve görünürlüğün yaygınlaşmasıyla birlikte daha önce LGBT’lerin varlıklarını duyurmadıkları alanlarda eşcinseller seslerini duyurmaya, dolaptan çıkmaya başladılar. LGBT örgütlenmesi olmayan yerelliklerde ve üniversitelerde birbiri ardına öz-örgütlenmeler kurulmaya başlandı. Toplumsal muhalefetin (sosyalist partiler, sendikalar, demokratik kitle örgütleri vs.) daha önce LGBT başlığına mesafeli duran kesimleri, özellikle Gezi’den sonra eski pozisyonlarını değiştirdiler. Bu sürece daha önce “Türkiye’nin Gökkuşağı Devrimi” demiştim.
 
Hal böyle iken, bu uyanışın ve beraberinde getirdiği yepyeni örgütlenme pratiklerinin kendilerine Onur Yürüyüşü’nde yer açmalarından daha doğal ne olabilir? Yürüyüşü büyük çabalarla tek bir derneğin örgütlediği günler çok gerilerde kaldı. Onur Haftası Komisyonu’nda yer alsın almasın, hatta İstanbul’da yaşasın veya yaşamasın, farklı örgütlerden yüzlerce LGBT aktivisti yürüyüşün daha kitlesel ve başarılı geçmesi için emek veriyor. Dolayısıyla, birilerinin yeni aktivist kuşağını “emek hırsızlığı” ile suçlayabilecekleri bir nesnellik mevcut değil. Buradan hareketle, pek çoğu son yıllarda sonrası kurulan öz-örgütlerin Onur Yürüyüşü’nde kendi siyasi, bağımsız kimlikleri ile katılabilmelerinin önüne engel çıkarmanın hiç bir meşruiyeti bulunmuyor. Komisyon’un bu sene apar topar aldığı “Öz-örgütler pankart falan açmayacak, yassah!” kararını hükümsüz kılan, tam da LGBT hareketinin yaşadığı büyüme ve politizasyondur. “Yasak ne ayol!” naifliği kesmezse, bu durum karşısında söylenebilecek yegâne şey “Herkes işine baksın” olabilir.
 
Evet, herkes işine baksın, doğru bildiğini yapsın, kendi yolundan gitsin. Hareket zaten almış başını gidiyor! Hayatında ilk kez Onur Yürüyüşü’ne gelen, sokağa açık kimliği ile çıkan, yüzünü gizlemeden yürüyen gençlerin umurunda bile değil kimin hangi pankartı açtığı. Önemli olan o pankartta ne yazdığıdır, yazılan sözün politik anlamıdır ve o siyasetin arkasında ne kadar insanı toplayabildiğidir. Liberallerin iddia ettiğinin aksine pankartlar Onur Yürüyüşü’nü bölmez, mevcut ayrılıklarımızın şiddetli bir bölünmeye mahal vermeden bir arada, ancak birbirinin içinde asimile olmadan var olabilmelerine imkân tanır. Burada “pankart” elbette bir sembol. Pankartta somutlanan ve yürüyüşten kovulmaya çalışılan aslen siyasettir, daha açık konuşmak gerekirse örgütlü sol siyasettir. Gezi’den sonra siyaseti, örgütlülüğü, solu kim nereden kovabilir?
 
Liberalleri bir yana bırakalım. İlk biber gazını direnişte yiyen, duvara “Anne arkalardayım” yazdığının ertesi günü annesini yanı başında bulan, aklını mizaha dönüştürürken haklılığını eylem biçimine yansıtan arkadaş, sözüm sana. Geçen yıl katıldığın Onur Yürüyüşü’ne yine gel. Yine gel ama bu sefer yanına eşini, dostunu, komşunu da al. Yürüyüşte dilediğin sloganı at, istediğin bayrağı taşı, evinde kendi dövizini hazırla, İstiklal’de doğru bulduğun pankartın arkasından yürü. Yeter ki hepsi Gezi ruhunu yansıtsın, geri ve karanlık düşüncelerden izler taşımasın, gökkuşağını gölgelemesin. Gezi’ye gelir gibi gel, direnir gibi yürü bizimle!
 
Ben bu sene de Gökkuşağının Kızılı kortejinde kıpkızıl gökkuşağı bayrağını taşıyacak, eşitliğe ve özgürlüğe olan tutkumu yoldaşlarımla birlikte haykıracağım. 29 Haziran’da görüşmek üzere. 

Etiketler:
İstihdam