13/06/2016 | Yazar: Can Yaman
Bu trajedi sonrasında devlet başkanının çıkıp (bizimkini düşünemiyorum bile) eşcinsel aktivist misali halkın önünde açıklama yapmasının ardında ödedikleri bedeller ve özgürlük mücadelesi yatıyor.
Bu ismi her işittiğimde aklıma bir arkadaş geliyor. Kendisi eski bir LGBTİ aktivist olmakla beraber, aynı zamanda bir kitap kurdu da. Ne zaman yan yana gelsek aklında hep bir sahaf dükkânı açmak olduğunu söyler durur. İsmini de daha açmadan koymuştur: Orlando. LGBTİ aktivist olup bir de üstüne edebiyat düşkünü olunca, arkadaşın Virginia Woolf’un eşsiz eserinden ilham almaması kaçınılmazdı. Çünkü yazar kitabında, bir cinsiyet dönüşümü sürecini fantastik olgularla birleştirip, mekân olarak İstanbul’u seçmişti. Dönemine göre böyle bir mekan tercihi çok manidardı. Kıtalar arası bir seyahatin son durağında bir kadına dönüşmek, eserin şerefine açılacak sahafın mevzusunun geçtiği kenti övmekten başka ne olabilirdi. Sonuç, hayaller ve hayatlar.
Geçen gün yaşadığımız hadise de bundan farklı değil aslında. Kitapla aynı adı paylaşan şehirde yaşanan trajedi her ne kadar kitap kadar güzellemeler taşımasa da kitap kahramanın İstanbul’a gelip bir gecede yaşadığı cinsiyet dönüşümünün getirdiği katastrofiye denk. Amerika, nasıl 68 hareketi sonunda bir Stonewall, 80’ler konformizmini darma duman eden bir “AIDS paniği” ve 90’lardaki “sorma-söyleme” sürecine inat yaşanan Mathew Shephard nefret cinayetini yaşarken şimdi de ülkenin dört bir yanında eşcinsel evliliklerin meşrutiyet kazanması sonunda yaşanan Orlando katliamını konuşuyor. Yazdığım süreçler neden-sonuç ilişkisine bağlı olarak birbirini tamamlamıyor gibi görünse de baştan sona gelinen dönem itibariyle sorgulanmaya değer bir zincir olduğunu düşünüyorum. Salt bir nefret cinayeti bakış açısından değil Amerika’nın LGBTİ bireylere ve onlara yönelik şiddete karşı verdiği sınava dair.
60’lardan bu yana özellikle Amerika ve Batı Avrupa’da ilerleyen özgürlük hareketleri içerisinde LGBTİ’nin hep marjinal kalmasının ve her politik ilerlemeye karşın kendi kulvarında yalnızlaşmasını sağlayan bu mahpus kaderinin altında beyaz orta sınıf ahlakçılığı yatmaktaydı. Cinsellik konusunda ileri düşündüğümüz batı toplumunun habire bu duvara toslamasının sebebi budur.
Peki değişen ne oldu? Bundan 20-30 sene önce buna benzer bir katliam olsa, faillere madalya takacak olan Amerikan hükümetinin şimdi “bizim geylerimiz” diye sahip çıkmasının nedeni neydi? Hatta bu katliam üzerinden yeni bir savaş güzergâhı belirleyecek olması. Tabi konumuz komplo teorileri değil. Zaten bunlara aklım da ermez. Fakat Amerika’nın sahiplenme konusunda geldiği nokta dikkate değer. Obama’nın katliam sonrası konuşması, Amerika’nın marjinalleri değil, ölen LGBTİ bireylerin Amerika’nın ta kendisi olduğu vurgusu bakımından önemli. Her ne kadar halkının yarısından fazlasının Kansas’ta Judy’i öksüz bırakıp gökkuşağının ötesine yollamasına, binlerce HIV+ geyi sağlık politikalarıyla göz göre göre ölüme götürmesine ya da Mathew Shepard’ın sadece ve sadece gey olduğu için öldürülmesine seyirci kalmasına rağmen.
Amerika’daki genel LGBTİ hareketi ana akım siyaset çizgisi üzerinde yürüse bile bu trajedi sonrasında devlet başkanının çıkıp (bizimkini düşünemiyorum bile) eşcinsel aktivist misali halkın önünde açıklama yapmasının ardında yıllarca süren o ana akım fraksiyonlarının dayanışması, ödedikleri bedeller ve özgürlük mücadelesi yatıyor. Şimdi özgürlük ve dayanışmayı Amerika’dan mı öğreneceğiz diyebilirsiniz ama ülke olarak altında bu kadar çelişki ve açmaz varken Amerika gibi bir ülkenin geldiği nokta takdire şayan. Sırf bu yüzden Amerikalı bacılarımızdan öğreneceğimiz çok şey olduğunu düşünüyorum. Ölenlere rahmet, sevdiklerine sonsuz sabır diliyorum.
Etiketler: