15/04/2017 | Yazar: Ayşe Düzkan

e yasak ki zaten; hayır kampanyası yapana devlet güçleri müdahale ediyor, hayır oyu vereceğini açıklayanlar yasadışı/terörist ilan ediliyor, bu devirde de ancak bu kadarı olur yani.

e yasak ki zaten; hayır kampanyası yapana devlet güçleri müdahale ediyor, hayır oyu vereceğini açıklayanlar yasadışı/terörist ilan ediliyor, bu devirde de ancak bu kadarı olur yani.

ama zaten en fazla birkaç saatinizi ayırarak nasıl bir değişiklik bekleyebilirsiniz ki? hayır oyu, tarihin akışı içinde belki ancak bir ân olan ama hepimizin hayatını etkileyecek dönüşümün ilk adımlarından olabilir ancak.

ama sizi harekete geçiren şey toplumsal değişimden ziyade kendinizi en iyi, en güçlü bir biçimde ifade etmekse?

bu ikisi birbiriyle bağlantılı görünse de aslında tıpatıp örtüşen şeyler değil.

31 mayıs 2013 gecesi, yani bu ülkenin tarihindeki en ilginç dönüm noktalarından birinde, istiklâl caddesi’nin girişindeki fransız kültür merkezi’nin duvarlarına şiirler yazılmıştı. (eğer zamanı yanlış hatırlamıyorsam, ahşap kapıya “la poésie est dans la rue” (fransızca, “şiir sokakta”) daha sonra yazıldı.) gezi direnişinde en ilginç, muhteşem ve onu daha önceki muhalif siyasetten farklılaştıran şey bence birçok katılımcının bilindik, alışıldık sloganları değil kendi cümlelerini kullanmasıydı. bu ne tesadüf ne de sol sloganların yetersizliğiyle ilgili. aynı şeyi, ortaklaşabileceğimiz şeyleri, kendi kelimelerimizle ifade etmeye ihtiyacımız var. 

çoğumuz, yaratıcılıktan uzak, hiçbir biçimde kendimizi ifade edemediğimiz, yabancılaştığımız işlerde, birbirine tıpatıp benzeyen ömürler tüketiyoruz. bireyleşmeye ihtiyaç duyuyoruz, özellikle de siyasette kendimizi ifade etmek istiyoruz. bir yandan da, kimlik siyaseti bize her şeyin dilde başladığını ve önce dilin değişmesi gerektiğini söyledi. buna inananlarımız oldu.

ama kendimizi, en doğru şekilde ifade etmekle, tepkimizi göstermekle yetinebilir miyiz? muhaliflik bir üslup, doğru ahlaki tutum, hatta adeta bir yaşam tarzı olarak gerçekleşebilir mi? dünya böyle değişir mi?

ursula k. le guin, “devrimi yapamazsınız, devrim olabilirsiniz ancak,” demiş. izninizle, bütün benliğimle (ve sanırım bütün cesaretimi toplayıp) itiraz edeceğim. devrim yapmadan yani toplumsal değişim olmadan devrim falan olunamaz. bu ikisinin el ele ve birlikte yürümesi gerekli ve mümkün ancak. çünkü sol siyaset, devrimci siyaset, mükemmel devrimciler ya da mükemmel bir insan olma çabası değil, şahane bir dönüşümün parçası olmanın mücadelesi.

diğer yandan, devrimler ve demokrasi mücadelesi tarihinin, devrimci düşüncenin caps’lere sığacak aforizmalara indirgenmesi ne kadar fenaysa, devrimin veya –meşrebinize göre- demokrasi mücadelesinin, terim yerindeyse bir trophy’ye tebdil edilmesi de o derece münasebetsiz. cesaretimizi sınamadığımız eylemler DE etkili ve önemli olabilir. oy vermek; o sıkıcı, o düzen içi, o sistemin parçası edim… evet, ona DA ihtiyacımız var.

biliyorum, isterse yüzde 80 hayır çıksın, iktidar değişmeyecek, hepimiz biliyoruz, referandum’da ne sonuç çıkarsa çıksın, iktidar ne isterse yapacağını söylüyor. tabii ki, bugüne kadar oluşan tahribat yıllarca mücadele ederek onarılabilir. elbette, pazar günü hayır’a vuracağımız mühür bu ülke için hayal ettiğimiz muazzam geleceği ifade etmeye yetmiyor. ama bir de, bunun sonradan gelen pişmanlığı var, daha iyisini yapana kadar, daha iyisi için güç toplayana kadar, aklınıza yatmıyorsa, içinize sinmiyorsa bile, en azından hepimizin hatırı için, sandığı ihmal etmeyin. 


Etiketler:
nefret