15/09/2014 | Yazar: Selçuk Candansayar

Hiç olmayacakmış sanılan olduğunda herkes olacağı o kadar belliydi ki diyecek ama bu sonradan gelen öngörü bir işe yaramayacak...

Hiç olmayacakmış sanılan olduğunda herkes olacağı o kadar belliydi ki diyecek ama bu sonradan gelen öngörü bir işe yaramayacak...

Patlama öncesi günleri yaşıyor olabilir miyiz? İçerde ve yakın çevremizde olağandışı bir gerginlik yükseliyor. Sanki ilişkisiz gibi görünen çok sayıda olay bir çözümsüzlük haline gelip tıkanmış durumda.

Öyle bir tıkanma ki yıkıcı şiddet dışında hiçbir yolun çatışan taraflar arasındaki ihtilafı çözemeyeceğine dair inanç hızla yaygınlaşıyor.
 
Gündelik hayatın olağan sorunları bile artık uzlaşarak, kabullenerek, kaybetmeyi hazmederek çözülemez durumda. Trafikte yol kavgası ölümle sonuçlanıyor, iki kişi arasındaki en basit meselede bile şiddet ilk mücadele yöntemi olarak kullanılıyor.
 
Sorunların çözümünde yasa, kural, gelenek, ahlak ve benzeri ilkelerin bağlayıcılığı kalmamış durumda. Dahası bu ilkelere dair güven duygusu da neredeyse kimsede yok.
 
Bir arada yaşayabilmenin güvencesi bağlayıcı yaptırımlara olan güvendir. İnsanların ortak hayata inançları, haksızlığa uğramayacaklarına değil, uğradıkları haksızlığın telafi edileceğine dair güvenlerinden beslenir.
Üzerime düşen, bana dayatılan her mihneti kabullenip, yükümlülüklerimi yerine getirmeme rağmen, değil hakkımı almak, elimdekinden de olmaya başlarsam, hakkım olanın bir başkasına gözümün içine baka baka verildiğine tanık olursam, kimse bana kurallara uymalısın diyemez...
 
Telefon faturamın kullandığımdan daha yüksek gelmesi değildir mesele. Yanlış hesaplandığı açık seçik belli olan faturamın düzeltileceğine olan inancımı/ güvenimi yitirirsem ve olağan itiraz yolları bir işe yaramazsa; işte o zaman, işler çığırından çıkmaya ve bir arada yaşayabilmeye olan inancımı yitirmeye başlarım.
 
Aç kalmamak için canımı dişime takarak, köle gibi çalışmayı göze almışken; dahası emeğimin karşılığını alamayacağımı da kabullenmişken; 32. Kattan aşağıya düşürülüp, kemiklerim un ufak edildiğinde, kan içindeki bedenime ambulanstan önce TOMA müdahaleye gelirse artık hayata olan inancımı yitirdiğim için kimsenin bana laf söylemesine izin vermem...
 
O vakit, hayatta kalmamın ‘hasmımı devirmekten’ geçtiğini ve bunun tek yolunun da şiddet olduğunu benimsemeye başlarım.
Sonrası her türden ihtilafın hasımlararası ahlaksız ve kuralsız güç savaşı olarak yorumlanmasıdır.
 
Benden ayrılmak isteyen kadını da; sözümü dinlemeyen çocuğumu da; trafikte yol vermeyen öndeki sürücüyü de; domatesi eksik tartan manavı da; hesabı yüksek getiren garsonu da; kopya çekerken yakalayan öğretmeni de; hastamı hemen muayene etmeyen doktoru da; başkasının kartıyla otobüse binmeme göz yummayan şoförü de; anadilimi konuşmak istiyorum diyen ‘Kürdü’ de; sen beni bölmek mi istiyorsun diyen ‘Türk’ü’ de kendi varoluşumu tehdit eden yok edilmesi gereken düşmanım olarak görmeye başlarım.
 
Sanılanın aksine bu ruh hali aşağıdan, yoksullardan, güçsüzlerden doğmaz. Tersine zaten güçlü olan (Devlet), şiddeti zaten güçsüz olanlara (toplum) dayatarak, iktidarını kuraltanımazlık ve zor üzerinden sürdürerek benimsetir.
 
Ne 6-7 Eylül kırımı, ne 78 Maraş Katliamı ne de 93 Sivas kıyımı ‘halkın’ kendiliğinden yaptığı vahşetler değildi. Üçü ve tüm benzerleri devletin asli fail olduğu, planlayıp, örgütleyip eyleme döktüğü şiddetle çözme uygulamalarıydı.
 
Demem o ki şiddeti her zaman güçlü olan meşrulaştırır. Gezi bile şiddeti yöntem olarak kullanan asıl failin devlet olduğunun en yakın kanıtlarından biri, değil mi?
 
Ama şiddet bir kez meşrulaşıp, tek çözüm yöntemi haline geldiğinde, hasımlaşan taraflar karşısındakini kendi varkalımının Azraili görmeye başladığında; kimin kimi neden ‘yok ettiği’ belli olmayan yıkıcı şiddet dalgası yükselmeye başlar.
 
Kör şiddetin yaygınlaşması otoriter/ totaliter güç odaklarına yönelme eğilimini güçlendirir ve yığınlar daha güçlü gördüklerinin ardında ‘hizaya girmeye’ başlarlar.
 
Kısır bir döngüdür. Hizaya girenlerin çoğalması yığının içinde ihtilafların birikmesine ve yeni kutuplaşmalara neden olur. Kendi içine çökmesi kaçınılmaz bir sarmal ortaya çıkar.
 
Sonrası bir küçücük kıvılcımdır. Toplumlar durduk yerden birbirini boğazlamaya başlamazlar. Ama boğazlaşmaktan başka bir yol bırakmayacak denli bastırılırlarsa, ‘düşmanı’ yenmek için yapılan bir küçük hamle fitili ateşleyiverir ve işler çığırından çıkabilir.
 
Birbirini boğazlamaktan başka çözüm yolunun kalmadığı inancı hızla yaygınlaşırken, köşeye sıkışan iktidar şiddetten başka çözüm üretebilecek durumda değil.
 
Hiç olmayacakmış sanılan olduğunda herkes olacağı o kadar belliydi ki diyecek ama bu sonradan gelen öngörü bir işe yaramayacak...

Etiketler:
İstihdam