17/11/2015 | Yazar: Ulaş Sona
"kaç gündür yemiyorsun. açlıktan öleceksin. nihat öldüyse öldü. ölenle ölünmez. bak ben yaşıyorum. ... yaşıyorum da ne oluyor sanki. bir film bile bitiremiyorum. senin bildiğin bir yer var mı bana para verebilecek? hı? hey! kablumbağa orda mısın?"
"kaç gündür yemiyorsun. açlıktan öleceksin. nihat öldüyse öldü. ölenle ölünmez. bak ben yaşıyorum. ... yaşıyorum da ne oluyor sanki. bir film bile bitiremiyorum. senin bildiğin bir yer var mı bana para verebilecek? hı? hey! kablumbağa orda mısın?"
(aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni (yavuz turgul/ 1990)
loş odalar gibiyim ama iyiyim dedim. loş oda güzel, baş ağrısı yapmaz en azından, dedi. düşmemeye çalışırken kimseyi de düşürmek istemiyordum. nicedir iyi olmak nedir ölçüsünü bilemiyordum. eskiden bilirdim. sanki eskiden hepimiz daha iyi bilirdik. eski dediğimi rakamla anlatamam, rakamlar bazı anlamalara gelmiyor albayım! ama umudu daha canlı hissettiğim günleri düşünmüş olabilirim.
yeni yeni kalabalıklaşan bir pazara çıktım sonra. mandalina aldım, açık satılan gofretlere baktım, bir ablayla bana uygun erkek donu aradık, bulamadık. çok küçüksün canım, dedi. tezgahların arkasından küçük görünürüm ben. sonra döndüm köşeyi pil aldım. dört tane. yedekli. bazı makinalar pille çalışır, bazıları aküyle. bazıları elektrikle, bazıları mazotla. bazı makinalar ise sadece demir parayla. ben aküleri seviyorum. pazarın orta yerinde durup birbirine derdini anlatan kadınlara özenmek gibi. onlar konuşuyor diye tıkanan pazar trafiğine homurdananlara, bir "ne var be!" diyebilmenin rahatlığına, bakmak gibi. annem, teyzem, ablam yaptığında bile panik olurdum. kenara çekilelim diye çekiştirirdim. halbuki en kötü ne olabilirdi? şimdi o çekiştirdiğim kolu bırakıp, ben durmak istiyorum o kalabalığın ortasında. kimseye, en çok da kendime haksızlık etmeden. tezgahın arkasından gözüken, jinekolog çatalında gözüken, bir setin ortasında çırpınarak gözüken, bir kadının bir erkeğin bir çocuğun bir annenin... gözünden gözüken ve aynada gözüken bütün hallerle... kendimgillerle. belki patavatsızca ama bir sırrımı ağzımdan kaçırmış gibi durmak istiyorum, kendilerimle. bu nasıl bir kelime? "kelimeler bazı anlamlara gelmiyor albayım."
karanlıkta değilim de biraz zorlanıyorum. iki pazar arabasının çarpışma anı, tekerleklerinin dolanması gibi. bir şeyler karışıp düğüm gibi gözüküyor. tam çözülüyor başka bir araba geliyor. o gidiyor sonra başkası. bir yandan da sürekli uçak geçiyor. pazarın ortasına iniş yapacakmış gibi. dünyanın ve ülkenin gündemi şuraya, şu kalabalığın ortasına bu sefer düşüverecekmiş gibi geçiyor.
uçak sesi pazarın orta yerine park etmiş kamyon gibi. çekil diyemiyorsun, kulağını kapatamıyorsun. kasası, demirleri, lastikleri, kasayı tuttan zincirin boşa çıkarkenki sesi... benim olmayan pazar arabamı fena eziyor. üzerime çözen bu tor tor desibellerden (desibel denir mi ona haldun abi?) kendi sesimi bile duyamıyorum.
loş bir oda benzetmesi, bu kamyon benzetmesi yanında bohem kalıyor. halbuki bohem değilim. loş ışıkta kitap okunmuyor, yazı yazılmıyor, bir şey boyasan rengi karışıyor. mavi diye mor boyadığını ışıklar açılınca anlıyorsun. ve ışıklar bazen hiç açılmıyor. medeniyet biraz elektrik biraz sanat oluyor (bazen). pırasa alsam diye düşünüyorum. pırasa, havuç, limon. pirinç de mi katılıyordu? acaba herkes pırasa yer miydi? "bu dünyada insanlar ikiye ayrılır: pırasa sevenler, pırasa sevmeyenler" pırasa da ne vitamini vardı? u,ü,v,y,z? hangisi anne? belki en emin olduğum şeylerden almalıyım. çeviz ve zencefil... ama elim hep açık jelibonlara gidiyordu. üzerine toz uçmuş jelibonlar. şu hayatta vitamini olmayan ne varsa ona özendik. renkleri pırıl pırıl belki ondan, belki saydamlığından ya da lastik gibi uzayıp oyun oluşundan. tükürükle daha da parlaklaşmasından. jelibonların yanından bakınca 15 yahut 16 yaşındaki bir oğlan çocuk gibi gözüküyorum. jelibon da mı kanser ediyordu insanı?
pazarın sesini kaydetmeyi düşünüyorum. bu kadar çok uçak geçerken temiz ses almak zor olabilir. bütün pazara kestiiik diye bağıramam, utanırım ben. bu pazar yerinde, bu ülkede ve bu dünyada temiz ses almak daha da zor artık. bunu kabul etmek istemiyorum. durmayıp yürüdüğüm halde bir ablayla çarpışıyoruz. pardon abla diyorum. geç canım, diyor. bu mahallede herkes "canım" diye konuşuyor. o kadar az şey almışım ki poşetim bile sallanmıyor ama ben sallanıyorum. bir adım öteden, yavaşça betona konan beyaz ve hafif bir kuş tüyü gibi gözüküyorum.
Etiketler: