25/12/2016 | Yazar: Gözde Demirbilek

‘benden gençliğimi çalan’ gibi arabesk sıfatlar kurasım geliyor bu ülke için ama karşılamıyor hislerimi. benden iyi hissetme hakkımı çalan, yaşama hakkımı her gün farklı örneklerle tehdit eden bu coğrafyaya çok kızgınım.

gözlerimi kapatıyorum. “bu huzurlu hâl ne zaman sona erecek? kim bilir yine ne olacak?” diye sakinliğimi ve mutlu hâlimi darlamadığım bir an hatırlamaya çalışıyorum. önce hâyli geçmişe gidiyorum. erdek'teyiz. aylardan haziran. annemler amcamlarla okey oynuyor. ben koltukta yatıyorum, televizyonda ruhsar’ın sezon finali var. az önce ağlamışım. kesin uyuyakalırım. ağlayınca hemen uykumun geldiğini düşünüyorum. ağlama sebebim odağımda değil, ağlamışım bitmiş işte. mutluyum, erdek’teyiz, istersem çıplak bile gezerim diye düşünüyorum. annem birazdan gelip “yine kandırdılar seni, sen ağlarken onlar dışarı çıktı bile çoktan” diyecek kuzenlerim için. belki iki belki üç yaz aynı yalana ağladım: “yolda muz yiyorduk, annen kabuklarnı çöpe atmaya gitti. sonra seni buldu. yani seni çöpten bulduk.”

beni bu söylediklerinde üzen ne diyorum, sonra üvey baba dizisi aklıma geliyor. “öz olmama” hâlinden anladığım ve tanık olduğum tek şey bu dizi olduğu için hâliyle korkuyorum muhtemelen. televizyonda ruhsar var, kardeşim bebek. sonra birden bu anı düşünürken kuzenlerim dışarıda eğlenirken ben kardeşimi eğlendirmek zorunda mıyım diye garip bir “adaletsizlik vaaar” hissiyle mutlu hissettiğim bu andan kendimi uzaklaştırmaya başlıyorum. gözlerimi açıyorum, huzurlu hatırladığım bir anın büyüsünü bozmaya kalktığım için kendime kızıyorum.

yeniden kapatıyorum gözlerimi. huzurumu sorgulamadığım başka bir an seçiyorum. bir otel odasındayım. yok yalan, otel değil pansiyon. derme çatma, odanın içinde fazla ve üstüne örtü çekilmiş eşya var, o kadar pansiyon. ve ben evden çıkarken annem kuran'a el bastırmamış gibi mutluyum. tek kişilik bir yatakta benim için 17 saat yoldan gelmiş birine sarılıyorum. çift kişilik oda pahalı olduğu için tek kişilik oda tutmuştuk, odaya çıkarken bir şey alıp çıkacağız demiştik, adam gelir kapıyı vurur mu, “hanımefendi misafiriniz ne zaman gidecek oda tek kişilik çünkü?” der mi, derse ne dememiz lazım, annem şu an otelde olduğumu bilse ne yapar, sevişmek demeye dili varmadığı için “tensel temas olmayacak” diye kuran'a el bastırdı, kesin ona takılır, takılır mı, gerçi ben basmadım o zorla bastırdı, zaten basmasam evden çıkamayacaktım,... diye hiç düşünmüyorum. düşündüğüm tek bir şey var, çıplaklığımın değdiği başka bir çıplaklık olmasından inanılmaz mutluyum. başka bir şey düşünecek hâlim yok. iyi ki yok.

aslında bu anın da büyüsünü kırgınlıkla bozacak sorularım var, “bu insan neden beni sonra doğum günümde terk etti?” gibi da bu “anı böyle kusursuz huzurlu hatırlamak için illa bu günleri mi görmek gerekiyor?” gibi. ama sormayacağım. çünkü sormama gerek kalmadan başka huzurlu bir anımı hatırlamak istemiyorum birden, hevesim kaçıveriyor. kendimi yine benliğimden uzaklaştıran, içten birden gelen o politik reaksiyonla karşılıyorum ve iyi hissedişimi sansürlüyorum: “şu an dışarıda neler oluyor ve ben ne yapıyorum?”

sahi ben ne yapıyorum? gündem kötü diye gülmeye çekinen insanların beni kendine benzetmesine nasıl izin verdim? belki de onlar benzetmedi, ben kendi kendime benzedim ihtimalini düşünmeden yeniden yükseliyorum: nasıl oluyor da, gülmeye en çok ihtiyaç duyduğum o an, üstelik mutlu olmak için sebeplerim de varken, kafamın ortasında kocaman bir TÜRKİYE ağırlığıyla kendimi sürekli ne zaman geleceği belli olmayan “kusursuz güzel günler”e erteliyorum?

wilhelm schmid'in, "mutsuz olmak: bir yüreklendirme" kitabından bir illüstrasyon imiş. bana rene laloux'un les escargots'unu hatırlattı. les escargots deyince de hiç şüphesiz, "derdime çare baytarım yok."

yani bunu nasıl başarıyorum? bu bir başarı olmalı muhakkak. benim değil; beni, bizi güçsüzleştirmek isteyenlerin nihayi başarısı aslında. mücadele etmek isteyen ama mücadele için kendinde gücü bulamayanların düşüşü, bu düşüşten beslenen ve kendini gündemleştirenlerin o çirkin başarısı.

kendimi inanılmaz yorgun hissediyorum. ahlar biriktirdik hep birlikte. ahlardan ağaçlarla ormanlar biriktirdik. mutlu olmayı ve gülmenin kıymetini bilen dostlarımı bu ormanın derinliklerinde kaybetmekten yoruldum. kimin elinden tutsam, o çaresiz bakışlarla birbirimizi durduracağız korkusuyla yaşamaktan da. “benden gençliğimi çalan” gibi arabesk sıfatlar kurasım geliyor bu ülke için ama karşılamıyor hislerimi. benden iyi hissetme hakkımı çalan, yaşama hakkımı her gün farklı örneklerle tehdit eden bu coğrafyaya çok kızgınım. kızgın olduğum kadar korkuyorum. çünkü basit bir sebebim var: savaşmak istemiyorum.

benim mutlu olduğum, insanların acılar çektiği dönemler için kendimi suçlayacağım utanmasam. hatta utanmıyorum ve bunu ara ara yapıyorum. bu ahlar ormanında zaten sık sık “siz uyuyun, o çocuklar uyuyamıyor!” diyerek insanları güçlendireceğini düşünen bunu bir mücadele pratiği hâline getiren insanlar varken; zaten ben bir an için mutlu olsam, ellerindeki adalet sopalarıyla kafama vurup “şu an mutlu olamazsın” diyeceklerken, “canım senin sopana gerek yok, ben mutlu olan yerlerimi her gün dövüyorum mutsuz olun diye” diyebilecek bir hâle geldiğimi fark ediyorum. ama o “eli sopalılar”a da örtük bir sitem büyütüyorum içimden.

bizi acaba ne zaman bir şey olacak çarpıntısıyla uyandığımız sabahlardan, lütfen bugün hiçbir şey olmasın diye kabuslandığımız gece yarılarına fırlatanları affetmeyeceğim. artık sürüklendiğim ve mutsuz olmanın övüldüğü, insanların mutluluklarından utandırıldığı bu çukurdan kalkabileyim istiyorum. ama nasıl?

 belki birbirimize bu çukurdan çıkaran merdivene basamak olarak. belki önce, bu çukurda henüz ölmemişken üzerimize toprak atmaya başlayanların küreklerini kırarak. çıkalım ama lütfen, çıkabileceğimize olan inançları ezmeden, muhakkak.   


Etiketler:
nefret