10/09/2014 | Yazar: Emre Korlu
Kürtçe de konuşulabilir aşk, Türkçe de anlaşılabilir. Öyle zor değildir bir seviyi anlamak ve anlatmak. Bizim için zordu. Zorlaştırılmıştı.
Hüseyin, “küçük sevgili” anlamına gelir. Yani anadilimde “biçûk delal”. Üç kardeşin en büyüğü, aslen İzmirli, dedesi Güzelyalı’nın saygı değer beyefendisi. Öyle asil bir torun, kendi dalında bir üzüm tanesi. Gözlerinin mavisinde gri hareleri olan, saçları ıslak toprak rengi, pêşmerge’nin berdili.
Elazığ İncebayır’da bir kadının sancılarından doğan Berwar; kanlı eteğin ters yüzüyle kundaklanmış, dağ havasına aşina, özgürlüğü için ölümü sırtlanan, kalbinde Hüseyin’e kırmızı, içtiği suyu Hüseyin kadar aziz olan...
***
Elimizi hangi yana sürsek kahverengi; tenimizi hangi yatakla paylaşsak bu bozuk düzende asla bir araya gelemeyecek olan iki ayrı üniforma, iki ayrı yeşil...
Kürtçe de konuşulabilir aşk, Türkçe de anlaşılabilir. Öyle zor değildir bir seviyi anlamak ve anlatmak. Bizim için zordu. Zorlaştırılmıştı.
Onunla 93 yılının bahar ayında çatışmanın ortasında karşılaştık. Gözleri gökyüzünün her haliydi. Kader denilen garip çizgi o bakışları mıh gibi çakmıştı beynime. Özgürlük, dağların üzerindeyken adını bile bilmediğim asker; hatırımdan çıkaramadığım hayal olarak kalmıştı. Köşeye kıstırılmıştım heval!
Anam bilmezdi içimdeki fırtınayı ve tek hüznümün tutsaklığıma olduğunu düşünürdü. Kendimi açsam inanmayacak olanlara, aynalar çatlar, duvarlar aşınırdı; Hüseyin’e laf gelir diye dağlardım bedenimi.
Spî ferîşte! Gönlüme hançerlenmiş, tek kelime Kürtçe bilmeyen, benden Türkçe nefret eden. Dağa getirildiği gün esaret yok diye yüzüne bağırdığım Hüseyin’im.
Hazar gölüne kokusunu salan bir ince kalp ağrısı...
***
Şimdi ne yapacaktım heval! Kime anlatacaktım birilerinin yarattığı kavgayla örselenmiş, ayrımcılığa uğramış, Türkçe’yle Kürtçe’nin bizi bağlayan ortak kelimesini, aşkı, yaşayamadığımızı.
Dağlar, kimse anlamaz diyecekti. Herkes kendi evladına ağıt yakarken kim duyacaktı sesimizi? Diyelim ki duydular heval, peki iki yeşil bir araya geldi mi kopmayacak mıydı kıyamet?
Kıyamet, Kürt bir bebenin koynunda; Türk bir kadının kaybetme korkusu, dokunduğu yüzü ötekileştiren toplumda kalabalıkta kaybolma hissi iken, Hüseyin’le Berwar’ı kim anlayacaktı?
Gözlerimin içine baktı. Orada eriyip şelaleye karıştım, ruhum Harput kalesine ulaştı. Yüzümdeki tebessüme kızar diye düşündüm. Sırtımı döndüm. Nefesi ensemi öperek dağlardan aşağı aktı. Kürdistan’ın iki ayrı yeşili olduktan sonra açsam içimi yüz bulsam, sakınmadan söylesem ona:
"Jê te pır hezdıkım" diyebilsem beni anlar mı?
Yarattığınız ve hâkimiyetini elinize almaya çalıştığınız bu dünyada pêşmerge’nin berdili yas tutar, beyazını arayan kırmızının kucağında, bir Ezidi halkına uygulanan eziyetin önüne atlar; ağıt yakar.
Kar soğuğu dağlarda daha çok hissedilir. Mezopotamya’nın güneşi doğar yeşil ile kırmızının sınır aralığından. Ben Hüseyin’i birbirimizi dışlamaya yöneldiğimiz ortada sevdim veyahut o noktada. Ayaz bir mezar gibi çömüştü üzerimize. Kimseye söyleyemediklerimiz vardı. İçimdeki ses elbet sana da meydan okunur diyordu.
Seni sevdiğimi anadilimle söyleyebilseydim eğer, başka bir şehrin ortasında öperdim dudaklarını. Kürtçe severdim seni, Türkçe isterdim seni senden. Bu düşmanlık, bu kördüğüm niye anlayamadım?
Neydi yani bizi birbirimizden farklı kılan? “İki kere mi ölmeliyim nefretin yatıştırılması için iki kere mi gömülmeliyim?” sorusunu bize sorduran.
Annem ölmeyeyim diye çok dua etmiş. Ben öldürülmeyeyim diye ellerimi açmadım gökyüzüne gerekirse öleyim diye açtım. İlkin yalnız toprak mücadelesi zannettiler. Oysa bize dayatılan tutsaklıktan kurtularak insan gibi yaşamak istedik.
Dê, çünkü çocuklar hayal kurar. Ben delalin kokusunu dağa çektiğimden beri sana bir giz bıraktım. Güvercinlerin düşleri kanat çırpışıyla yitmesin diye onu yanımda yaşattım.
Hüseyin, toprağımın asi çiçeği:
Hüseyin, toprağımın asi çiçeği:
“İnsanın üzerinde doğum lekesi gibi kalırsın, Berwar. Öyle beklenmedik bir zamanda göze çarparsın ki yıllarca raflarda kalmış çürümüş cesedi bile diriltir aşkın. Karşına geçip tek kelime edecek olsam bomba sesleri duyulur. Uzaklardan gelen ve yavaş yavaş unutulmayı bekleyen oysa hiçbir zafer kaybetmeden elde edilmez diye bağırıp duranlar, üzerimize doğru koşmaya başlar. Ölürüz.”
Nemli bir yaz sonrası gibi duran anlına dokunuyorum. Gizleniyoruz karların üzerinde dağın sırtında.
Nevzat Çelik’ten nağmeler mırıldanıyorum:
“Her çiçek kendi dağınca alsın rengini, büyüsün; her çocuk kendi dilince” derken buldum seni. Bu sevginin dünyayı yeniden dirilteceğine inandım.
Etiketler: