16/04/2014 | Yazar: Madi Diva

"En son gördüğümde bir bayram arifesiydi. Pencereden, ’Benim ibne oğlum yok’ diyip kovalamıştı."

Merhaba gacılar, lubunyalar, eşcinseller, aklar, karalar… Hepinize merhaba! Geçmişimde çok yazı hayatım yok ama hani içimden geldi bir iki şey yazayım dedim. Umarım rahatsız etmedim.
 
Ben Malatya’da yaşayan bir lubunyayım. Bunsan seneler önce İstanbul’da yaşayan bir ailenin hikayesini anlatacağım sizlere. Babam esnaf. Kocamustafapaşa’da küçük bir dükkanımız var. Ben büyüyüp ibne olduğumu fark edene kadar küçük idi; şimdi büyütmüş işleri peder. Sevdim ayol babamı. Hem de ne sevdim… Ah babam! Yandığımın dünyası koymadı ki bir arada kalalım… Tapardım ben bu adama. Uzun boylu, esmer, yakışıklıydı filan. Beni de çok severdi. Sevecek başka kimsesi de yoktu ki… Annem denecek kadın seneler önce çekmiş gitmiş, uzaklarda yaşıyor. Babamı görmeyeli bayağı uzun zaman oldu, 8 sene filan. En son gördüğümde bir bayram arifesiydi. Pencereden, “Benim ibne oğlum yok” diyip kovalamıştı. Neyse, babamı anlatacağım demiştim. Sevmek ne kelime ölürdüm ben bu adama…
 
Yıllar yılları kovaladı. Orta okul filan derken liseyi de bitirdik. Derken ibne oğulları meydana çıktı, geldi. Meğer bizim Emir topmuş kıız! 17 yıllık Emir topmuş! Öğrendiler bir şekilde. Nasıl olabşlirdi ki? Büyütürken hiçbir hataları yoktu. Hocalarla hacılarla büyümüştü. Namazında, niyazında bir lubunyaydı. Oruç tutar, namaz kılar, hatta zikir törenlerine bile giderdi hacı ağabeylerin yayında. Nasıl olurdu da Emir ibne olurdu? Olamazdı, çünkü onun dini bütün bir imanı vardı. Ama oldu. Emir lubunya oldu, top oldı, tüfek oldu, verengül oldu…
 
Sağlık olsun, Emir 17 yaşından önce nasıl ise aynı Emir’di aslında ama ben bunu onlara anlatamadım. Babam öğrendi her şeyi. Aldı beni eve götürdü. Günlerce, aylarca dayak, işkence, feryad figan ağlamalar. “Doktor beyler, amcalar tedavi edecekler” Babama öyle diyorar. “Olur olur az daha zaman geçsin tedavi edeceğiz. Erkek olacak senin oğlun!”
 
Bir sene geçti. Hiçbir halt olmadı. Ben daha çok azdım. Ayol elime erkek eli değmedi koca sene. Neyse; günler, aylar, yıllar geçti. Hiçbir şeyin değişmeyeceği iyice açığa çıkınca bir gece vakti babama “Artık yeter” dedim. “Babam ya öldür beni ya da serbest bırak. Ne sen beni gör ne de ben seni göreyim.”
 
Azad oluşumun sekizinci yılını kutluyorum. Tam sekiz yıl oldu. O zamandan sonra İstanbul’a yeni geldim. Hani dedim gideyim göreyim, ne yapar ne eder. Bir gece 11 sularında çıktım gittim. Dükkanın önünden arabaya biniyordu. Yanına gitmedim, uzaktan sevdim. Yaşlanmış, saçlar gitmiş, ihtiyarlamış… Elini öpeyim, sarılayım, “Ben geldim, sen benim babamsın, canımsın, kanımsın” diyeyim. Ellerini öpeyim…
 
Ama olmadı. Gidemedim. Ağladım bir köşede, sızladım. Arabaya bindi, gitti. Ben de birkaç saat durup oradan çıktım geldim. Yine ağlıyorum.
 
Babamdan sonra bir herifi sevdim. Aynı üniversitedeydik. Bir sene filan takıldık. O mezun oldu, başka şehre gitti. Açıldım saçıldım ona da. O babamdan beter çıktı. İstanbul’a geldiği gün koli yaptı. Sözde beni görmeye gelmişti buralara… Ben de arabaya bindirdim onu güzelce, kolisine teslim ettim çıktım İstiklal’e. Elimde bira, sabaha kadar ağlaya ağlaya…
 
Ay ne bileyim, ben çok ağladım. Ağlıyorum da ama ilerideki lubunyalar ağlamasın diye mücadele ediyoruz. Daha iyi günlere, sevginin sevildiği, aşkın kıymet bildiği, sevenin değerli olduğu günlerde görüşmek üzere…
 
Emirsu Verengül… 

Etiketler:
nefret