15/05/2010 | Yazar: Judith Butler

Ne tür bir özgürlük için savaşıyor olursak olalım, bu eşitlik üzerine kurulu bir özgürlük olmalıdır. Aslında, biri olmadan diğeri için mücadele etmemiz mümkün değildir.

Prof. Dr. Judith BUTLER - Ankara, 15 Mayıs 2010
 
Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma’nın beşincisi Judith Butler’in "Queer-Yoldaşlığı ve Savaş Karşıtı Siyaset" başlıklı konferansı ile Ankara’da tamamlandı.
 
Bugün burada, bu karşılama için ve önemi her geçen gün daha da artan bir politik mücadele için bulunmaktan dolayı çok mutluyum. Özellikle Kaos’tan Nevin’e bunu mümkün kıldığı için teşekkür etmek istiyorum. Bugün cinsel azınlıkların hakları için mücadele verenlerin cesaretini kutlamak için buradayız. Burada oluşumuzun diğer bir nedeni de, ayrımcılığa uğrayan hiçbir azınlığın, ayrımcılığa uğrayan tüm azınlıklar özgür olmadan özgür olamayacağını hatırlamaktır. Türkiye’de ve tüm dünyada transseksüel bireylere şiddet uygulandığını kabul etmek ve buna karşı çıkmak; cinsel kimliklerin özgürce ve kamusal alanda tam güvenlik içinde yaşanması gerektiğinde ısrar etmek için buradayız. Toplumsal cinsiyet farklılıklarından, görünüşlerinden veya normalliği ve uyumluluğu tehdit etmelerinden dolayı öldürülenlerin yaşamlarına hak ettikleri saygıyı göstermeliyiz ve azınlık gruplarının şiddet kullanılarak denetlenmesine karşı çıkmalıyız. Şiddet içeren denetim [Violent Policing] derken ne demek istediğimizi biraz açıklayalım. Toplumsal cinsiyetin daima tek bir şekilde görünmesi gerektiğini savunanlar, toplumsal cinsiyetlerini veya cinselliklerini normatif olmayan şekillerde yaşayanları suçlu veya hasta ilan etmeye çalışanlar, devletin kolluk kuvvetlerine dahil olsunlar veya olmasınlar, polis vazifesi görmektedirler. Bildiğimiz gibi, cinsel azınlıklara karşı şiddet uygulayan bazen devletin kolluk kuvvetleridir. Transseksüel kadın cinayetlerini araştırmayan ve hatta bu cinayetleri suç olarak bile görmeyen veya transseksüel bireylere yönelik şiddeti önlemeyen de devletin güvenlik güçleridir. Bu gibi durumlarda, devletin kolluk kuvvetleri, kadınlık ve erkelik kategorilerini doğa veya gelenekle temellendirerek toplumsal cinsiyet normlarını yerli yerinde tutmaya çalışan toplumsal polis güçlerinin suç ortağı olur. Toplumsal cinsiyet kısmen bir özgürlük deneyimidir ve bu özgürlük deneyimi yasa ile korunan diğer özgürlük alanları ile eşit muamele görecek şekilde düzenlenmelidir. Devletin polisi cinsel azınlıklara veya kadınlara şiddet uyguladığında, toplumsal cinsiyet polisine dönüşür. Ve devletin polisi bu tür suçları araştırmadığı, kovuşturmadığı veya önlemediğinde, toplumsal cinsiyet polisini ve onun azınlıklara yönelik şiddetini desteklemiş olur. Neyin suç olduğu ve neyin olması gerektiği konusunda kafamız karışmasın. Kimse toplumsal cinsiyet görüntüsü nedeniyle cezalandırılamaz. Ve cinsel azınlıklar dış görünüşlerinden, kamusal alanda nasıl hak talep ettiklerinden, birbirlerini anlamak için kullandıkları dilden, aşklarını veya arzularını ifade etmek için kullandıkları yollardan, açıkça ilişki kurdukları, yanında olmayı seçtikleri, cinsel ilişkiye girdikleri kişilerden veya bedensel özgürlüklerini nasıl deneyimlediklerinden dolayı suçlu veya hasta ilan edildiğinde, suçlu ilan etme ediminin kendisi vahşicedir; bu anlamda adaletsizdir ve suç teşkil eder. Toplumsal cinsiyeti denetlemek suçtur ve suç teşkil eden bu edimle polisin kendisi suçlu duruma düşer. Azınlık topluluklarına yönelik şiddetin, devletin güvenlik güçleri tarafından önlenmemesi başlı başına suç teşkil eden bir ihmaldir ve bu noktada polis suçlu hale gelir.
 
Cinselliğin veya toplumsal cinsiyetin bir özgürlük deneyimi olduğunu söylerken ne kastediyoruz? Demek istediğim, hepimizin toplumsal cinsiyetimizi veya cinsiyetimizi seçtiğimiz değil. Elbette içinde bulunduğumuz dil, kültür, tarih, içinde yer aldığımız toplumsal mücadeleler, psikolojik ve tarihsel güçler bizi şekillendiriyor. Aslında, arzuladığımız şeyi ve onu arzulama şeklimizi; kişiliğimizin sabit, silinmez veya değiştirilemez özelliği olarak düşünürüz. Halbuki, toplumsal cinsiyetimizi veya cinsiyetimizi seçilmiş ya da verili olarak kabul etsek dahi, her birimiz o cinsiyet veya toplumsal cinsiyeti talep etme hakkına sahibiz. Ve onları talep edip etmememiz bir fark yaratır. Olduğumuz toplumsal cinsiyeti olma hakkımızı kullandığımızda veya kimseye zararı dokunmayan bir cinsel ilişki yaşama hakkımızı kullandığımızda, bu konuda şüphesiz özgürüzdür. O halde, cinsiyetinizi ya da toplumsal cinsiyetinizi seçmediğinizi, yani bunun sabit doğanızın bir parçası olduğunu düşünseniz dahi, kamusal alanda bu pozisyonu talep etmeniz, yani sokaklarda olduğunuz gibi dolaşmanız, ayrımcılığa uğramadan iş ve ev bulmanız bir fark yaratır. Bu tür anlarda, genel görünümünüz ve edimleriniz, özgürlüğün deneyimlenmesidir ve bu özgürlüğe sahip çıkılmalıdır.
 
Sanırım burada şunu da eklemeliyim ki, bir kimse olduğu kişi olmayı seçtiğinde, o kimse özgürlüğü o sosyal projenin bir parçası haline getirir. Sahip olduğumuz toplumsal cinsiyetler ve yaşadığımız cinsel ilişkileri; bu gerçeklikleri kamusal alanda özgürce ve şiddete maruz kalmadan beyan etme hakkından ayırt etmek olanaksızdır Ve herkes bu hakka sahiptir. Birçok queer teorisinde merkezi hale gelen dilde, toplumsal cinsiyetin performatif olduğu söylenir; bu bir tür canlandırmadır. Dünyaya geldiğimizde bir sürü bağlayıcı normun ortasında doğuyoruz, ancak bu normlar bizi daima yönetmiyor ve biz daima bizden beklenen görünüme sahip olmuyoruz. Toplumsal cinsiyet bizden cinsiyetlerden ya birini ya da diğerini (genellikle çok katı bir ikili çerçeve içerisinde) seçmemizi isteyen bağlayıcı normlarla kışkırtılır; ancak toplumsal cinsiyetin yeniden üretimi daima iktidarla karmaşık bir pazarlıktır; aslında, bana göre, bu normları yeniden üretmeyen hiçbir toplumsal cinsiyet yoktur, bu yeniden üretim sürecinde baskın olan normlar, yeni çizgiler boyunca toplumsal cinsiyet gerçekliklerini yeniden kurmaya olanak tanıyarak, hiç umulmadık şekilde yerle bir olma veya değişime uğrama riskiyle karşı karşıya kalır.
 
Kim olduğumuz, arzumuz ve taleplerimizle ilgili hak iddia ederken kullandığımız dili tamamen biz oluşturmuyoruz. Daha önceki ve eşzamanlı birçok politik mücadeleyle ilişki içerisindeyiz: tanınma, haklar, özgürlükler, eşitlik ve adalet için kullanılan dilden faydalanmak zorundayız. Ve aynı zamanda tüm bu terimlerin anlamlarını da değiştirmek zorundayız. Yani hem adil muamele ve özgürlük talebinde bulunmak için cesarete sahip olmamız gerekiyor, hem de miras aldığımız söylemler dizisi içinde kendi yolumuzu bulmamız gerekiyor. Politik taleplerde bulunurken, kendi kurmadığımız bir dili kullanmak zorunda kalıyoruz, ancak aynı zamanda bu dili farklı bir şekilde kullanıyoruz. Bu anlamda, tamamen kendimizin oluşturmadığı ancak geleceğini kendimizin oluşturmaya talip olduğumuz bir durum içerisindeyiz. Özgürüz, ancak yalnızca, kendi ellerimizle kurmadığımız tarihsel bir durum içerisinde olabilecek kadar. Ve bu tarih bizden önce geliyor, ancak aynı zamanda da yeniden kurulmakta. Şu anda, toplumsal cinsiyet, şiddet karşıtlığı ve ayrımcılığa uğrayan azınlıkların haklarının korunması için mücadele eden politik alanda yer alarak tarihi aktif olarak bizler yazıyoruz.
 
Politikadan bahsediyorum, ancak belki de eşit muamele, şiddete karşı korunma ve herhangi bir devletin sınırları içerisindeki hakları korunan azınlıklardan olabilme taleplerimizi dillendirdiğimiz politik süreçleri "performatif" olarak adlandırabiliriz. Ancak bu performatiflik (gösterisellik), her birimizin dünyada tanınabilir varlıklar olarak ortaya çıktığı durumlar için daha geçerlidir. Toplumsal cinsiyetin performatif olması, özgürlüğün deneyimlenmesi olarak da anlaşılabilir. Bu özgürlüğü talep ediyoruz ve talebi birlikte dillendirirken, özgürlüğe yer açıyoruz - bu olanağı kuruyoruz ve bu olanağı dünyaya tanıtıyoruz ve yeniden tanıtıyoruz. Özgürlüğün ne olduğunu zaten biliyor olduğumuzu düşünüyor olabiliriz, ancak transseksüel bireyler için şiddet tehdidi olmadan yaşamanın ne anlama geldiğini gerçekten hiç düşündük mü? Özgürlüğü hiç bu şekilde tahayyül ettik mi? Ve dini azınlıklar, kadınlar ve cinsel azınlıklar için de geçerli olan bir özgürlük talebinin ne anlama geldiğini gerçekten anlıyor muyuz? Bunları birlikte düşünmeyi öğrenmediğimiz sürece, bu tür bir özgürlüğü hiçbir suretle düşünemeyiz. Bu baskılar arasındaki farklılıkları kabul etmeye başlamadan ve haklarından mahrum edilen veya hayatları farklı şekillerde tehlikeli koşullara terk edilmiş insanlar arasında birliktelik, güç birliği ve yeni eşitlik anlayışlarına olanak sağlayacak bir açık-uçlu aktarım pratiği sağlamadan bunları bir arada düşünemeyiz.
 
Bazı durumlarda cinsel azınlıkların hayatlarına yönelik tehditler çok kendine özgüdür. Tek nefret türü homofobi değildir, homofobi nefretin bir türüdür. Şiddet yalnızca transseksüel bireyleri hedef almaz, şiddet yalnızca kadınları hedef almaz; ancak tam olarak bunu yapan belli bazı transfobi ve mizojini (kadın düşmanlığı) türleri vardır. Homofobi, transfobi ve mizojini her ne kadar kendine özgü farklılıklara sahip olsalar ve bu farklılıkların anlaşılması gerekse de bunlardan hiçbiri birbiriyle ilişkilendirilmeden tam olarak anlaşılamaz. Bunlar aynı değillerdir ve aralarında tam bir benzerlik kurulamaz, ancak bedenlerin dünyada nasıl hareket edebileceklerini ve edemeyeceklerini, bedenlerin nasıl görünmeleri gerektiğini veya nasıl görünmemeleri gerektiğini, bedenlerin ve arzuların algılanışına göre ayrımcılık ve şiddetin nasıl şekillendiğini belirleyen belli normların hüküm sürdüğü bir dünyada birbiriyle derinden bağlantılıdırlar. İşte bu yüzden, transseksüel bir kadının yolda başına gelen şeyin diğer azınlıkların karşı karşıya olduğu tehditle nasıl bağlantılı olduğunu göz önünde bulundurmazsak yanılırız. Her birinin ortak olarak yaşadığı şey ayrımcı şiddete maruz kalmak, polis korumasından yoksun olmak, polisten ve politik iktidarı sapkınlaştıran ordudan korkmak ve gerçek bir korunma sağlanmayan tehlikeli bir duruma terk edilmektir.
 
Tam da özgür olmadığımız bir koşuldayken, özgürlük deneyimiyle ilgili konuşmak için önerdiğim ilk terim performativiteyse; kırılganlık da yalnızca hedef alınan toplulukların kendine özgü yaralanabilirliğini anlamak için değil, aynı zamanda bu toplulukların paylaştıkları ortak özellikleri bulmak ve aralarında ne tür güç birlikleri kurulabileceğini anlamak için de göz önünde bulundurmamız gereken diğer bir terimdir. "Kırılganlık", sosyal ve ekonomik destek ağlarından diğerlerinden daha az yararlanabilen ve birçok farklı şekilde yaralanmaya, şiddete ve cinayete maruz bırakılan belli toplulukların içinde bulunduğu politik olarak uyarılmış olma durumuna işaret eder; o halde kırılganlık risk altında olmanın farklı açılardan dağılımıdır. Farklı yollarla maruz bırakılan topluluklar, yeterli korunma veya tazmin olmaksızın hastalık, yoksulluk, açlık, yer değiştirme ve şiddet karşısında yaralanabilirlik gibi yüksek riskler altındadırlar ve onlara hiçbir koruma veya tazmin sağlanmaz. Bununla birlikte kırılganlık, nedensiz devlet şiddeti ve bizatihi devletin kendisi tarafından uygulanmayan ama devletin yeterli koruma sağlamadığı şiddete maruz kalan toplulukların had safhaya ulaşmış yaralanabilirlik ve maruziyetinin, politik olarak uyarılmış durumunu karakterize eder. O halde, kırılganlık derken kastettiğimiz açlık çeken veya açlık sınırında yaşayan topluluklar da olabilir, ancak aynı zamanda sokaktaki şiddet ve polis tacizinden kendilerini korumak zorunda olan transseksüel seks işçilerini de kastediyor olabiliriz.
 
Kırılganlık, belki çok açıkça, toplumsal cinsiyet normlarıyla doğrudan bağlantılıdır, çünkü biliyoruz ki toplumsal cinsiyetlerini öngörüldüğü şekilde yaşamayanlar taciz ve şiddete maruz kalma açısından yüksek risk altındadırlar. Toplumsal cinsiyet normları kamusal alanda olması beklenenden farklı olarak görünür olduğunda, nasıl bir risk olarak algılandığını ve belli toplulukları farklı açılardan nasıl kırılganlığa maruz bıraktığını görebiliriz. Kamusal alandaki görünümü nedeniyle kimin suçlu ilan edileceği (Kabahatler Kanunu’nun yardımıyla polis tarafından yapılmaya devam eden), sokakta, işte veya evde kimin yasa veya daha açıkça söylemek gerekirse polis tarafından korunacağı sorularını sorduğumuzda bu bağlantıyı görebiliriz. Azınlıklara işkence eden bir yasa suç teşkil eder ve bu tür bir yasayı savunan veya uygulayanlar insan haklarına karşı suç işlemektedir. İşte bu yüzden bizim sormamız gereken toplumsal cinsiyetin ve cinselliğin nasıl şekillendiği değil, nasıl yeniden üretildiği ve normların toplumsal cinsiyeti nasıl etkilediği ve cinselliğin yalnızca davranışlarla değil, Türkiye ve diğer birçok ülkedeki gibi çok sayıdaki transseksüel cinayetlerinden (nefret cinayetleri) de bildiğimiz gibi, polisin militer gücü veya polisin suçlu olarak görmediği bu tür şiddeti uygulayanlarla nasıl zorla empoze edildiğidir.
 
Aynı zamanda kimin hem damgalanacağı ve haklarından mahrum edileceğini hem de bir cazibe nesnesi ve müşteri memnuniyeti için bir araç muamelesi göreceğini sorduğumuzda, toplumsal cinsiyet normları yine sahnededir. Yasal hak olarak sağlık yardımlarından kim yararlanacak? Kimin yakın ve akrabalık ilişkileri, gerçekten yasa ile tanınacak veya yasa tarafından suç olarak görülecek? Fransız hükümeti kamusal alanda başörtüsünü yasakladığında, kamusal yaşamın bir parçası olmak için başörtüsü takan kadınların özgürlüğünü kısıtlıyor. Ve başörtüsü takan kızlar okuldan yüz çevirdiklerinde, hükümet Müslüman kızların almaları gereken eğitimi baltalamış oluyor. Bana göre, kadınların kamusal alandan veya eğitimden mahrum bırakılması feminist bir edim değildir. Ancak, kamusal alanda dini tabiiyetini ifade edecek şekilde görünme hakkı kamusal alandaki görünümle ilgili diğer haklarla alakalıdır. Bedenin sahip olabileceği tek bir görüntü yoktur ve bedenin aksettirmesi gereken, ülkeye ait tek bir düşünce yoktur. Kamusal alanda görünür olma hakkı tüm demokratik politikaların temelinde vardır.
 
O halde normlar ve bu normların kimin anlaşılabilir veya kamusal alanda kabul edilebilir olduğunu nasıl belirlediği sorusuna geri dönelim. Bu soruları transseksüel aktivizminden, feminizmden, queer aile politikalarından, eşcinsel evlilik hareketinden ve seks işçileri tarafından kamu güvenliği, sağlık sigortası ve ekonomik vatandaşlık haklarının tanınması için başlatılan tartışmalardan kısmen biliyoruz. O halde bu normlar yalnızca iktidarın örnekleri değil; ve yalnızca daha kapsamlı iktidar ilişkilerini yansıtmaz; iktidarın işlediği bir yoldur ve bu tür normların nasıl çalıştığını hesaba katmadan iktidarın işleyişini anlatmak mümkün değildir. Bununla birlikte, iktidar kendini bir şekilde yeniden üretmeden iktidarda kalamaz. Ve her yeniden üretim edimi çarpıklaşma, sürüklenme veya öngörülemeyen sonuçlar üretme riskini beraberinde getirir. İktidar yalnız belli bir türde özneler yaratarak değil aynı zamanda onların yeniden üretilebilirliğinin koşullarını düzenleyerek işler. Bu da kuşkusuz Marx’ın Alman İdeolojisi’nde materyalizmin bir özelliğine vurgu yaptığı noktadır: bireylerin yeniden üretimi.
 
Görünen o ki, sözgelimi yalnızca bedenleri veya kimlikleriyle kurulu normların sınırlarında yaşadıkları için tanınmayan veya tanınamaz olmayı sürdüren toplumsal cinsiyet formlarını anlayabilmek için yapmamız gereken budur. Arzu, yönelim, cinsel edimler ve hazlarla ilgili ne düşündüğümüzü belirleyen güçlü mantık bazı cinsel pratikleri onaylamadığı için yalnızca kötü sözcüklerle anılan cinsellik formları var mıdır?
 
Öyleyse toplumsal cinsiyetin performativitesi, öznelerin tanınmaya hak kazanmaları ile birçok farklı açıdan bağlantılıdır. Elbette ki tam bir tanınmanın mümkün olmadığını kabul etmekle birlikte, tanınırlık sağlamanın birçok farklı yolu olduğunu düşünüyorum. Tanınma arzusu hiçbir zaman tam anlamıyla tatmin edilemez - evet, bu doğru. Ancak özne olmak her şeyden önce tanınma için gerekli olan- bir insanı tanınabilir yapan- bir takım normlara uymayı gerektirir. Ve bu durumda, bu normlarla uyumsuzluk bir kimsenin yaşayabilme gücünün ve hayatının devam edebilmesi için gerekli ontolojik koşulların sorgulanmasına yol açar. Öznelerin yalnızca yasalar önünde veya politik olarak tanınmak isteyen varlıklar olduğunu düşünürüz; ancak belki de bundan daha önemlisi tanınma koşullarının -elbette burada bir takım toplumsal cinsiyet ve cinsel normları da dahil edebiliriz- kimin özne olarak görüleceğini ve kimin görülmeyeceğini peşinen belirlemesidir.
 
O halde kimin özne olarak kabul edileceği ve kimin edilmeyeceği sorusunu temel aldığımızda, performativitenin kırılganlıkla ile bağlantılı hale geldiğini savunuyorum. Toplumsal cinsiyet performativitesi kimin hayatının yaşanmaya değer bir hayat olarak görüleceği, kimin yaşayan bir varlık olarak anlaşılacağı ve kimin kurulu kabul edilebilirlik sınırlarının uzak kıyılarında yaşadığıyla veya yaşamaya çalıştığıyla çok yakından ilgilidir.
 
Amerikan vatandaşı olduğumun ve burada tarihinizle, hareketlerinizle ve mevcut durumunuzla ilgili sınırlı bilgiyle bulunduğumun farkındayım. Ama yine de bana makaleler gönderen kişilere ve Türkiye’deki feminist ve queer akademisyenler tarafından üretilen olağanüstü çalışmalar için teşekkür ederim. Bazı Avrupa ülkelerindeyken burada karşılaştığımdan daha farklı bir sekülerizm ve din anlayışıyla karşılaştım. Ve öyle bir bağlam içinde, dini ve cinsel azınlıklar için en önemli şeyin birbiriyle dayanışma içinde hareket etme yolları bulmak olduğunu savunmaya çalıştım. Burada laikliğin devlet erkinin belirli formlarıyla, milliyetçilikle ve orduyla özdeş hale geldiğinin ve Müslüman toplumun politik duruşları ve ittifaklarındaki çeşitlilikle kendi içinde karmaşık bir yapıya sahip olduğunun farkındayım. Hollanda’da birisine eşcinsel ve transseksüel bireylerin, muhtemelen Müslümanlar kastedilerek, dini azınlıklar tarafından tehdit edildiği söylenmiş. Ancak bu anlayış özgürlükçü eşcinsellerin Hollanda’daki milliyetçi hareketlere dahil olmaları ve etnik olarak temizlenmiş ve Türkiye gibi ülkeleri dışarıda bırakacak bir Avrupa mefhumu anlamına geliyor. Bu nedenle, dünyanın geri kalanının bu meselelere burada farklı yaklaşıldığını, farklı bir laiklik tarihiniz olduğunu ve sekülerizm ve din arasındaki Avroatlantik ayrımlar sonucunda bölgesel farklılıklar olduğunu görmeleri önemlidir. Çok sayıda feministin sekülerizmin tarafsız bir duruş olduğuna ve ancak bu yolla feminist hedeflerde ilerlenebileceğine inandığını gördüğümüzde daha da önemli hale geliyor. Belli ki, sekülerizmle militarizm arasındaki bağlantıyı henüz yeterince kavramamışlar. Her queer veya feminist hareket, insan hakları için mücadele eden her güçlü hareket, insanlık suçlarına karşı çıkan her güçlü hareket, toplumsal cinsiyet eşitliğini savunan ve toplumsal cinsiyet ayrımcılığına karşı olan her hareket militarizme ve -1915’te öldürülen Ermeniler veya Ankara sokaklarında öldürülen transseksüeller gibi- cinayetlerin üstünü örten tüm devlet erki formlarına karşı olmak zorundadır. Bu militarizme karşı çıkan her kimse güçlü ve radikal bir hareketin içindedir.
 
Söylendiği gibi, her zaman bir arada çalışmanın çok kolay olmadığını kabul ediyorum. Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf’ın eşcinselliğin tedavi edilmesi gereken bir hastalık olduğuyla ilgili açıklamalarını okumam konusunda uyarıldım. Cinselliğin esaslı koruma gerektiren bir özgürlük alanı olduğunu anlamadan bu açıklamaları yaparken, kendi ifade özgürlüğünü mü kullanıyordu yoksa vatandaşlarını hasta ilan eden devletin dilini mi konuşuyordu? Yoksa tamamen kişisel ve ahlaki değerleri üzerinden mi konuşuyordu? Transseksüel bireylerin sokakta saldırıya uğraması ve tutuklanması ile KAOS GL ve Pembe Hayat gibi çeşitli organizasyonların kapatılmaya veya faaliyetlerinin kısıtlanmaya çalışılması arasında ne tür bir ilişki olduğunu sorgulamamız gerekir. Aile Bakanı makamından ve bulunduğu konum adına konuştuğunda, hükümet aksini söylemedikçe onun kullandığı dil devletin beyanı halini alır. Devlet eşcinsellerin hasta olduğunu beyan eder ve polis de cinsel azınlıklara saldırırsa ya da bu tür azınlıklara karşı işlenen suçlara karşı bariz bir biçimde sessiz kalıyorsa, söz konusu olan politik açıdan tanınması ve haklarının verilmesi gereken topluluklara yönelik sistematik bir saldırıdır.
 
O halde elbette lezbiyen ve geylerin hasta olduğu ve tedavi edilmeleri gerektiğini söylemek mümkündür, ancak şu soruyu sormamız gerekir: bu tür bir konuşma cinsel azınlıklara yönelik suç teşkil eden eylemleri görmezden gelmeye ve reddetmeye çalışan ayrımcılık türünün bir parçası mıdır? Unutmayalım ki vatandaşlık yalnızca yasayla korunmayı değil aynı zamanda, korkusuzca sokakta yürümek ve hiçbir müdahaleye maruz kalmadan örgütlenmek ve kendi seçtiği kişilerle bir araya gelme hakkı anlamına gelen, açık demokrasi içinde yer alma hakkını da içerir. Cinsel azınlıkları psikiyatrik olarak hasta ilan etmenin politik olarak vatandaşlık haklarından yararlanamamalarıyla yakından alakalı olduğunu anlamazsak hataya düşmüş oluruz. Ve özellikle ulus-devletlerin maskülen gücü ortaya koymaya, askeri gücünü sergilemeye ve ulus fikrini maskülen bir kale gibi kurmaya yatırım yaptığı yerlerde, yerleşik toplumsal cinsiyet normlarıyla mücadele eden cinsel azınlıklar kaçınılmaz olarak saldırıya uğrayacaklardır.
 
Ancak, bir kişi eşcinselliği veya transseksüelliği onaylamasa ve hatta bu tür kişilere veya pratiklere karşı güçlü bir tiksinme duygusu hissetse bile, yine de ne tür bir dünyada yaşamak istediği ve yasalar önünde eşit muamele görmenin ne anlama geldiği sorularını kendisine sormak zorundadır. Hatta daha da ileri giderek, ne tür endişe ve korkuların bu düşünceleri canlandırdığını ve bu korkular devlet politikasına dönüştüğünde ne tür bir adaletsizlik yapıldığını sorgulaması gereklidir. Toplumsal cinsiyet, etnisite, din, cinsiyet ve ırksal farklılıklarımızı kabul eden bir demokraside yaşamak ne demektir? Demokratik bir ülkede yaşamak istemek, ben ve sen birlikte yaşamayı seçmediğimiz kişilerle beraber yaşamayı ve bizim için tamamıyla tanınabilir olmayan insanlara karşı yükümlülüklere sahip olmayı, beden ve toplumsal cinsiyetle ilgili ön kabullerimizi sarsan kişilerin haklarına saygı duymayı kabul etmek demektir. Kişisel kavgalarımız veya hoşnutsuzluklarımız ne olursa olsun politik bir duruşa meşru bir zemin oluşturamaz. Demokrasiye uygun tek pozisyon bana tamamıyla yabancı olan, tamamıyla tanımadığım ya da anlamadığım bir yabancıya karşı sorumlu olduğum durumdur. Cinsel azınlıkları da kapsayan radikal demokrasinin ne anlama geldiğini düşünerek; bizim düşünce tarzımızı değiştirmek için mücadele eden, insan hayatı, insan cinselliği, arzu ve aşk alanını anlamamızı isteyenlere karşı sorumluluklarımızı kabul etmemiz gerekir. Aslında yaptığımız, rahatsızlığımız ve huzursuzluğumuzla yaşamayı kabul etmektir, çünkü bu doğrudan kendisi gibi olmayıp, kendi olmadığımız bir insan olma olasılıklarıyla ilgili düşüncelerimizi değiştirmek için mücadele eden insanlarla birlikte yaşamak anlamına gelir. Bize ait olmayan dini gelenekleri, bizimki yanında görünmez olan sosyal tarihleri, her zaman bilmediğimiz cinsel pratikleri ve kimlikleri anlamaya çalıştığımızda çaba harcamış oluruz. Radikal demokrasiyi olumlamak öteki hakkında henüz tamamıyla bilinmeyen belki hiçbir zaman da bilinemeyecek bir geleceğe açık olmaktır. Eğer demokrasinin bir etiği varsa, bu kapsamda benim gibi olmayanı hiçbir zaman anlamasam ya da bilmesem de, kendimi onun hayatına saygı göstermeye ve o hayatın -ki bu özgürlüğün vücuda gelmiş halinin hayatı ve eşitlik ve adalet için daimi talebidir- değerli olduğu konusunda ısrar etmeye adayacağımdır.
 
Avrupa’nın bazı bölgelerinde ve hatta İsrail’de eşcinsellerin haklarının milliyetçilik adına nasıl savunulduğunu görüyorum, ancak bu tür bir bağlantıdan kuşku duymak için bir sürü neden var. Milliyetçi ve zenofobik kültürler inşa etmek için eşcinselleri kazanma çabaları, eşcinsel topluluklarını daima mülk sahibi, erkek ve ulusal bağlarla bağlanmış bireylere dönüştürüyor. Bu çağrı, eşcinsel bireylerin diğer azınlıklarla bağlantılarını kesmesi ve feminist müttefiklerle beraber ırkçılık ve militarizme karşı mücadele eden queer politikasının ilkelerini reddetmelerini sağlamanın bir yoludur. Kuzey Avrupa’daki tartışmaların birçoğunda ifade özgürlüğü ve sansür konuşulsa da, ifade özgürlüğünün hareketin başlangıcından beri bir queer değeri olduğunu hatırlamakta yarar var. İfade özgürlüğü cinsel özgürlük hareketinin gerekliliklerindendir ve ifade özgürlüğü yalnızca zarar görmeden konuşabilme özgürlüğü değildir. Aynı zamanda özgürce hareket etme özgürlüğü anlamına gelir ve hareket özgürlüğümüzle ifade özgürlüğümüz birbiriyle bağlantılıdır. Örgütlenme, seçtiğimiz kişilerle bir araya gelme ve diğer herhangi bir insanın sahip olduğu kadar kamusal alanda bulunma haklarımız da ifade özgürlüğüne dahildir. Lezbiyen, gey, biseksüel, transseksüel, interseksüel ve queer bireylerin yayın yapma, örgütlenme, kendi tarihlerini belgeleme ve yayınlama, arzularını belirleme ve ifade etme çabalarını baltalayan sansüre karşı mücadele etmeye devam etmeliyiz.
 
İşte tüm bu nedenlerden ötürü özgürlük derken neyi kastettiğimiz konusunda açık olmalıyız. Çünkü başından beri özgürlük (freedom) hürriyet (liberty) ile aynı şey değildir. Hürriyet bireye ait bir şeyken özgürlük toplumsal olarak şekillenen ve toplumsal olarak paylaşılan bir şeydir. Diğer insanlar özgür değilken hiçbir insan özgür olamaz, çünkü özgürlük yaşamın sosyal ve politik olarak belirli bir şekilde organize edilmesinin sonucunda deneyimlenebilecek bir şeydir. Ancak diğerleriyle bağlı olduğumuz sürece özgürlüğü deneyimleme şansına sahip olabiliriz. Bu da queer’in bir kimlik olduğu fikrinin ötesine geçmek anlamına geliyor. Queer hareketi, belli politik amaçlar güden dinamik ve farklılaşmış bir harekettir. Uluslar ötesi olarak düşündüğümüzde queer hareketi aynı zamanda homofobi, mizojini ve ırkçılıkla mücadele etmeyi de amaçlar ve her türlü ayrımcılık ve nefretle mücadele eden hareketin bir parçasıdır. Queer politikasının ortaya çıkışı, hangi kimliğe sahip olursan ol, homofobiyle savaşmanın öneminin kabul edildiği anlamı taşır. Anladığım kadarıyla, Türkiye’deki bazı feminist örgütler 1990’lardan beri transseksüel hareketin yanında yer alarak polis şiddeti ve ordu milliyetçiliğinin yeni formlarına karşı mücadele ediyorlar. Pembe Hayat transseksüel ve travestilere yönelik polis şiddetinin önlenmesi için imza kampanyası düzenleyip Başbakanlık İnsan Hakları Komisyonu’na başvurduğunda onlara kim destek oldu? Lambda İstanbul, Feminist Kadın Çevresi, Sosyalist Feminist Kolektif ve Amargi. İşte bunlar, farklılıkları aşan ve polis ve ordu şiddetine karşı radikal demokrasiyi destekleyen canlı bir ittifakın işaretleridir.
 
Solda güçlü bir birlikteliğin oluşması için hem ırkçılık ve homofobi hem de milliyetçi politikalar ve mizojininin çeşitli türleriyle savaşmayı amaç edinmek gereklidir. Ben tüm bu ayrımcılık türlerinin hepsiyle mücadele etmeyen ve cinsel azınlıkların, kadınların ve etnik ve dinsel azınlıkların karşı karşıya olduğu ekonomik adaletsizlik konularına da kafa yormayan bir ortaklık içinde yer almak istemem. Buna ek olarak, güçlü bir sol hareket için devlet baskısı ve devlet şiddetinin eleştirilmesinin ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Bu da, daha genel olarak tartışmaların şekillenme biçiminin devlet baskısı ve devlet şiddetini önlemeye zaman zaman nasıl hizmet ettiğini sorgulamak anlamına geliyor.
 
Devlet baskısı elbette bu baskıyı eleştirmekte yetersiz kalan organizasyonlar tarafından desteklenmiş oluyor. Organizasyonların ne kadarı, kendilerini devletin bir parçası olarak gördüğü için veya devlet aygıtı içinde statü kazanmak uğruna kendilerine sansür uyguluyorlar veya konuşmaktan kaçınıyorlar? Devlete tabi olmak devletin söylediğinin aynısını söylemek, yani devlet konuşmamızı istemediğinde konuşmamayı mı gerektirir? Bir organizasyon hangi noktada demokrasi, özgürlük ve eşitliğe olan ilkesel bağlılığını feda eder, bir azınlığı keyfi devlet şiddetine karşı ne zaman savunmaz? Sanırım en çok korkmamız gereken sansür bizim kendi sessizliğimizden ortaya çıkandır. Bu Türkiye’de de Honduras’ta da ve Amerika’nın birçok bölgesinde de aynı derecede geçerlidir.
 
Toplum içinde yüksek sesle söylemek, görünür olmak, açılmak, ortaya çıkmak; yani kamusal alanı dönüştürmenin kendisi, radikal demokratik politikanın önemli bir parçasıdır. Ve bu aynı zamanda özel olanla kamusal olan arasındaki ayrımı da dönüştürmektir. Özel alanda istediğimiz gibi yaşayabilmek önemlidir, ancak bu yeterli değildir. Toplumsal normlarda radikal bir dönüşüm olmadan özel alanda da bir korunmadan söz edemeyiz. Ve bu normlar bedenin zaman ve mekandaki kabul edilebilirliğini belirleyen normlarla istisnasız olarak bağlantılıdır. "Kabul edilebilirlik" derken "sosyal zaman ve mekan içinde anlaşılmaya değer olma"yı ve dolayısıyla sosyal normlarla belirlenmiş ve dolayımlanmış olan ötekiler (ve onların marjinalleştirilme, aşağılanma ve dışlanma ihtimalleri) ile açık bir ilişkiyi de kastediyorum. Bu normlar üretilir ve yeniden üretilir, yeniden üretim sürecinde bazen krize girer; iktidar ve tarihin vektörleridirler. "Kabul edilebilirliğe" erişimi sınırlı olanlar ve onun sembolik ikonografisinin somut örneği olanlar vardır. Bu yüzden, toplumsal cinsiyet normlarının günlük hayattaki yeniden üretimi her zaman, kimin hayatlarının daha yaşanılır, kimin hayatlarının -tamamıyla yaşanılmaz olmasa da- daha az yaşanılır olduğunu belirleyen iktidarın çeşitli formlarıyla bir pazarlıktır. Bu normlar kimin hayatının yasının tutulabilir olduğunu ve kimin hayatının yasının tutulamayacağını belirleyen normlardır. Ancak unutmayalım ki, bir yaşam yitirildiğinde korkunç bir şey yaşamamış gibi davrandığımızda aslında bu kaybı mevcut "yaşam" kavramına içkin hale getirmiş oluyoruz. İşte bu yüzden, bir hayatın hayat olarak kabul görmesi için her şeyden önce yası tutulabilir bir hayat olarak kabul edilmesi gerekir. Transseksüel insanların ölümünü, kadınlara yönelik ayrımcı şiddeti, homofobik saldırıları değerlendirdiğimizde gördüğümüz, hayatlara farklı değerler atfedildiği ve bazı hayatların diğerlerinden daha fazla yası tutulabilir olarak değerlendirildiğidir. Azınlıklara yönelik sistematik saldırılar yası tutulamaz topluluklar yaratır. Ve bu yüzden de, öldürüldüklerinde ortada herhangi bir suç ya da kayıp yoktur. Bu durumla mücadele etmek için öfkemizi ve aklımızı kullanarak sosyal adalet talep eden yeni bir hareket oluşturmalı ve sürdürmeliyiz. Ancak bunu yalnızca kamusal alana girerek ve kimin kabul edilebilir olup kimin olmadığını belirleyen normları dönüştürerek yapabiliriz.
 
Peki ama sosyal ilişkiler alanı bu kadar tehlikeyle doluyken herhangi birimiz diğerleriyle nasıl bir araya geleceğiz? Güven, destek ve bağlılığı nerede bulacağız? Refah içinde yaşamanın herkes için bir hak olduğu ve hayatların yaşanabilirliği ve yasının tutulabilir oluşunun artık farklı olmadığı bir dünya için mücadele veriyor olmasaydık canımız bu kadar sıkılmazdı. Bu, eşitliğe kendimizi ne kadar adadığımızla ilgili bir şeydir ve özne oluşumuzu böyle deneyimleriz. Elbette hepimizin aynı derecede tehlikeye atılmasını önermiyorum. Önerdiğim şey, kırılganlık durumunu tanımadıklarımız ve olmayı seçmediklerimizle bizi birbirimize bağlayan bir şey olarak görmektir. Diğer bir deyişle, yalnızca bir figür olarak bir yabancıya bağlı değiliz, aynı zamanda içinde belli toplulukların yaşanabilir hayatlar diğerlerinin ise yaşanamaz ve dolayısıyla yası tutulamaz olarak görüldüğü bütün hayali demografileri anlamak ve parçalarına ayırmaya da zorunluyuz.
 
Öyleyse bütün bu terimler; özgürlük, hayatta kalma ve refah içinde yaşama; bedenin kendine tamamen ait olmadığı durumlara bağlıdır. Beden bireyin kendisine aittir ve bireyin birey olarak korunma hakkı vardır. Ancak bu hakları talep ettiğimizde, daha geniş bir topluluğa hitap ediyoruz ve bedenimiz de bu topluluğun içinde yer alıyor. Yaşamak için burada olduğumu ve eşit muamele görmek istediğimi söylediğimde, bunu birisine ya da ötekilerin dünyasına, bir "sen"e söylerim ve bu hitabımla kendimi sosyal bir varlık olarak göstermiş olurum. Hiçbirimiz toplum içinde mutlu bir varoluşa sahip olmadan hayatta kalma şansına sahip değiliz. Otonomi ve sorumluluk, bedenin sosyal olarak mutlu olan yapısı temel alınarak nasıl yeniden düşünülebilir? Beden istisnasız ve mecburen bir dış dünyayla karşı karşıya kalıyor ve bu da diğerleriyle istenmeyen bir yakınlıktan (birbiriyle yakın yaşama anlamında) doğan ve kişinin kontrolü dışında olan zor durumlara neden oluyor. Bu "karşı karşıya kalma" -ve diğerlerinin karşı kaşıya kaldığı şey olma- bedeni tanımlayan bir yöntemdir. Hal böyleyken, bedenin karşılaştığı bu sıkıntı veren başkalık, genellikle bu dünyaya tepkisellik (responsiveness) harekete geçirir. Bu yanıt verme yeteneği birçok duyguyu kapsar: haz, öfke, acı, arzu - ki bu duyguların hepsi de cinsel politika alanının konusudur.
 
Genellenmiş bir durum olarak kırılganlık, bedenin temelde sürdürülen ve sürdürülebilir bir dünyaya tabi olduğu ve koşullandığı şeklinde kavramsallaştırılmasına dayanır; tepkisellik - ve en nihayetinde sorumluluk- devam eden ve etkileyen bir dünyaya karşı verilen duygusal tepkilerdedir. Diğer bir deyişle, benim sürdürülebilir olma yetim daha kapsamlı olarak sürdürülebilir yaşama formlarına bağlıdır. Devletin askerleriyle birlikte savaşa girdiği durumlarda, sorumluluk duygusunun yalnızca şu ya da bu hayata değil veya soyut bir hayatta kalabilirlik sorusu üzerine odaklanmak yerine hayatın devam eden sosyal koşullarına -özellikle de başarısız olduklarında- odaklanması gerektiğini göz önünde bulundurmalıyız. Çünkü bu, neden Gazze’de queer aktivizminin gerekli olduğunu, Afganistan’daki savaşın artmasına karşı olmak gerektiğini, Almanya ve Türkiye’de queer anti-militarizmi olduğunu, İngiltere ve İspanya’da ırkçılık karşıtı queer hareketinin olduğunu ve neden queerlerin ulus-devlet, seküriteryan devlet kurma görevine dahil edilme çabalarına ve güncel politik yaşamdaki bütün militarizm türlerine karşı çıkma sorumluluğu olduğunu açıklar.
 
Queer hareketlerinin sormaya devam etmesi gereken sorulardan bazıları şunlardır: Kendini ifade edemeyen topluluklar nasıl ses çıkaracaklar ve taleplerini nasıl bildirecekler? Bu iktidar alanında nasıl bir sarsılmaya yol açar? Ve bu topluluklar hayatlarını devam ettirebilmek için ihtiyaçları olan şeyleri nasıl talep edebilirler? Mesele, kırılganlığı iyileştiren tanınma biçimleri için mücadele etmek ve hiçbir politik temsil veya koruma olmaksızın bizi kırılganlığa maruz bırakan baskın normlara karşı savaşmaktır. Mesele yalnızca edimsel olmak için yaşamak gerektiği değil, var olma koşullarını güvenceye almak için edimsel olmamız gerektiği ve hatta politik olarak edimsel olmamız gerektiğidir. Tanınma normları bazen bizim yaşama kapasitemizi tehlikeye atacak kadar bağlar: tanınabilmemizi sağlamak için normlar belirleyen toplumsal cinsiyet bize şiddet uygularsa, bizim varoluşumuzu tehlikeye atarsa ne olur? Bu durumda hayatı mümkün kılmak için ortaya atıldığı düşünülen kategoriler hayatlarımızı bizden çalar. Mesele bu türden bir çifte bağlanmayı kabul etmek değil, kırılganlığa karşı mücadele eden performatif edimlerin olduğu yaşam tarzları için mücadele etmektir. Bu şekilde, yeni varoluş tarzları içinde, tanınabilir olanın kritik sınırında yaşayabiliriz.
 
Hayatta kalmak bölgesel sınırların denetlenmesinden -bir egemen gücün kendi bölgesiyle alakalı stratejisi- ziyade birbirimizle ne kadar bağlı olduğumuzu kabul etmeye bağlıdır. İşte bu yüzden, bedenin politik bir mevzu olarak kavramsallaştırılması gereklidir. Bedenin bağımlı türden bir varlık olarak doğrulukla tanımlanıp tanımlanmadığını düşünmeliyiz. Bir bedeni özel kılan, sanki örnek insan bedeni olarak belirleyebileceğimiz belli bedensel şekiller veya formlar varmış gibi, kurulu veya bilindik bir morfoloji değildir. Örnek bir insan görünümü tanımlayamayacağımız ve tanımlamamamız gerektiği konusunda eminim. Bu bakış açısı, bedensel normların zorunlu yeniden üretimine bağlı bir takım sosyal süreçleri adlandırmak için -transseksüel, engelli ve ırk ayrımcılığı- toplumsal cinsiyeti yeniden düşünmek anlamına da gelir. Toplumsal cinsiyet normatifliği, engelsiz-cilik (able-ism) ve ırkçı algı eleştirisinin açıklığa kavuşturduğu gibi, tek bir insan formu ve insan formları için kamusal alanda görünmenin tek bir yolu yoktur. Sınırlarını tanımlayarak veya hangi formda olmak zorunda olduğunu söyleyerek insan bedeninin sınırlarını çizmeyi düşünebiliriz. Ancak bunu yapmak, bedenin çeşitli yönlerden ve kaçınılmaz olarak bağımsız -edimselliğinde, kavrayışında, konuşmasında, arzusunda ve hareketliliğinde- olduğu gerçeğini gözden kaçırmak demektir. Kendisi dışında, ötekiler dünyasında, kendisinin kontrolünde olmayan bir mekân ve zamandadır ve yalnızca bu ilişkilerin vektörü içinde var olmaz aynı zamanda kendisi de bir vektördür. Bu anlamda, beden kendisine ait değildir ve asla olamaz. Gerçekte ve kendi otonomisini deneyimlediğinde bunu tam da bu mutlu ve zorunlu bir ilişkiselliğin sonucu olarak yapar.
 
Bana göre beden, bizim kendimizin olan veya olmayan bir dizi perspektifle karşılaştığımız yerdir. O halde, kim olduğumu ve yaşayıp yaşayamayacağımı anlamamı sağlayan toplumsal cinsiyet normları yalnızca benim tarafımdan yapılmıyor. Kim olduğumun değerlendirmesini yapmaya çalışırken zaten çoktan ötekinin ellerindeyim. Kendi özne oluşumu deneyimlerken zaten çoktan, kendi seçmediğim bir dünya ile karşı karşıyayım. O halde sonuç olarak, hangi bedenlerin veya genel olarak hangi biçimlerin, hangi kıyafetlerin ve kimin korunmaya, barınmaya, yaşamaya ve yası tutulmaya layık hayatlar olduğuna bağlı olarak bazı bedenler diğerlerinden daha kırılgan olacaktır. Bu normatif çerçeveler ne tür bir hayatın yaşamaya değer olduğunu, hangi hayatın korunmaya değer olduğunu ve hangi hayatın yası tutulmaya değer olduğunu peşinen belirler. Hayatların bu şekilde değerlendirilmesi yaygınlaşarak mevcut savaşları kesin bir biçimde meşrulaştırır. Hayatlar, çeşitli devletleri temsil edenler ve devlet-merkezli liberal demokrasiyi tehdidi temsil edenler olarak ayrılır ki savaşlar bazı hayatlar adına meşru bir biçimde açılırken diğer hayatların yok edilmesi meşru biçimde savunulabilsin.
 
Benim yaşamını sürdürdüğüm yalıtılmış ve sınırlı bir varlık değildir, tersine sınırları beni istençli ve istençsiz (bazen ikisi bir arada ayırt edilemeyecek şekilde) bir şekilde diğerlerine maruz bırakan bir varlıktır, sosyalliğin ve benzer şekilde yaşamanın koşulu olan bir karşı karşıya kalma durumudur. Kim olduğumun sınırı kişiseldir, ancak bedenimin sınırı hiçbir zaman tamamen bana ait değildir. Hayatta kalmak, kendine bir sınır belirlemekten çok bedenin değişmez sosyalliğini aşmaya bağlıdır. Ancak beden, hem yüzeysel olarak hem de derinde sosyal olarak düşünüldüğünde, hayatta kalmanın koşulu olduğu kadar, bazı koşullarda hayatlarımızı ve hayatta kalabilmemizi tehlikeye atan bir şeydir. Elbette bedenin tamamen bireyin kendisine ait olmaması, sınırlı ve kendine işaret eden bir şey olması; tutkulu karşılaşmanın, arzunun, özlemin ve seslenme ve seslenilebilme şekillerinin koşuludur ve canlı olduğunu hissetmek - ve muhakkak ki haz; duyusallık, hassasiyet, aktiflik- de bunlara bağlıdır. Başkaları tarafından etkilenmekten kurtulamayız ve ancak başkaları tarafından etkilendiğimiz koşulda özgürlüğümüzü deneyimleme şansına sahip oluruz. Aslında, özgürlüğümüzü tutkulu varlıklar olarak deneyimleriz ve tutkulu oluşumuz yalnızca bizi şaşırtıcı şekillerde etkileyen bir dünyayla ilişki içinde olmamızla mümkündür. O halde kendimizi mülkiyetin ve ülkenin sınırlı parçaları yapmadan şiddete nasıl karşı çıkacağız? Beklenmedik bir biçimde saldırıya uğradıktan sonra veya beklenmedik saldırının gündelik hayatın bir parçası haline geldiği bir dünyada dünyanın sürprizlerine açık kalabilir miyiz? Birbiriyle bağlı olma durumu özgürlüğün koşuludur ve sosyalliğin ortasındaki bu açık olma durumu veya kamulaştırma tam da baskı, kısıtlama, fiziksel yaralanma ve şiddet durumlarında sömürülen şeydir. İstem dışı ve beklenmedik temas - en az iki şekilde kesişir, dayanılmaz acı ve yaralanma yönünde; bir anda keşfetme, aşık olma, beklenmedik yalnızlık yönünde. Bunlar kendini sokakta, dünyada, tanımadığımız ve tam olarak kestiremeyeceğimiz diğerleri arasında kendimizi açıkça ortaya koymamın taşıdığı risklerdir. Eğer bu riski göze almazsak, özgürlüğümüzü hep beraber kaybederiz. Ve risk taşımayan hiçbir özgürlük deneyimi yoktur.
 
Son olarak, kırılganlık sorununa ve sosyal olarak yaşamak için taşıdığı anlamlara geri dönecek olursak, bir kimsenin hayatı bir anlamda daima diğerlerinin ellerindedir; kendi elimi uzattığımda dahi tutulmuş, desteklenmiş bir şey gibidir. Başlangıçtan beri hep birbirimizin üzerindeyiz. Bu da tanıdıklarımızla beraber tanımadıklarımızın da etkisine açık olduğumuz anlamına gelir. Bunlar aşktan veya hatta ilgiden kaynaklanan zorunlu ilişkiler değildir, tam tersine birçoğunu tanımadığımız ve adlarını bile bilmediğimiz ve "biz"im kim olduğumuzla ilgili anlayışımızla benzerlik göstermeyen ötekilere karşı sorumluluklarımız olduğu anlamına gelir. Aslında bu, etik kavramının artık "biz"in tam olarak kim olduğunu veya kime karşı sorumluluklarımız olduğunu bilmememizi gerektirdiği şey olabilir. "Biz"in "ötekiler"e karşı sorumlulukları olduğunu söyleyebilir ve sanki "biz"in "biz" derken kim olduğumuzu biliyormuşuz gibi davranabiliriz. Ancak, eğer tehlikede olan başka bir sosyallik kavramı ve evrensel sorumluluklar için bir gelecek var ise, "biz" kendini tanımadığı, tanıyamadığı yerde kendi sınırlarına karşı çıkmalıdır. İşte o zaman, burada queer bir durum olur. Ya da ben böyle umuyorum.
 
Benim "queer"le kendi ilişkim farklılıklar arasında birliktelik politikasını onaylamak anlamına gelir. Daha net bir biçimde söylemek gerekirse, solda güçlü bir birliğin oluşması için en azından hem ırkçılık ve homofobiyle hem de göç karşıtı politikalarla, her türlü mizojiniyle ve yoksullukla bir arada mücadele etmek gerekir. Herhangi birimiz neden bu ayrımcılık türlerinin hepsini birden aklında tutmayan ve cinsel azınlıkları, kadınları, etnik ve dini azınlıkları etkileyen ekonomik eşitlik konularıyla ilgilenmeyen bir mücadele içinde yer almak isteyelim ki? Çeşitli ve gittikçe artan yoksulluk düzeylerinden uluslar ötesi ekonominin -devlet kuruluşları dahil- sorumlu olduğunu kabul etsek dahi devlet baskısı ve devlet şiddetini eleştirmenin güçlü bir sol hareket için önemini unutmamak önemlidir.
 
Ne tür bir özgürlük için savaşıyor olursak olalım, bu eşitlik üzerine kurulu bir özgürlük olmalıdır. Aslında, biri olmadan diğeri için mücadele etmemiz mümkün değildir. Özgürlüğün gerçekleşmesi eşitliğe dayanan bir durumdur. Söz konusu olan yeni küresel koşullar altında yapılan azınlıklaştırma süreçlerini yeniden düşünmek ve bunlara karşı çıkmak, dini, etnik ve cinsel azınlıklar (bu "pozisyonlar" ötekiler ve yönlendirici idealler karşısında kimlik olmaktan çok yaşam tarzı olduğunda) arasında ne tür ittifaklar kurulabileceğini sormaktır. Belki işte o zaman ırkçılık, ayrımcılık, kırılganlık ve devlet militarizmi ve şiddetiyle mücadele etmenin politik hareketin açık hedefi olduğu takımyıldızları yaratabiliriz. Yani, savaşa ve yükselen militarizasyona karşı çıkmak, devletin şiddet aygıtını durdurarak eşitlikle birlikte özgürlüğü deneyimlemenin bir yoludur. Bu aynı zamanda bedenin sosyal hayatını -arzusunu, şeklini, gelecekle ve adaletle ilgili talebini- yeniden canlandıran ve destekleyen bir şeydir.
 
Çeviren: Elçin Yılmaz
Prof. Dr. Judith Butler, Berkeley Üniversitesi, California
 
Çevirmenin Notları
1) Butler ’police’ sözcüğünü kullanırken hem Türkçedeki gibi kolluk kuvvetlerinin örgütlenmesini kastediyor hem de sözcüğün denetim/kontrol anlamına gelmesine vurgu yapıyor. Böylelikle denetimden sadece tek yönlü devlet kontrolünü değil, toplumun da polislik yaptığını söylüyor.
2) Butler "gender and sexual minorities" olarak bahsediyor ancak Türkçe’de yalnızca cinsel azınlıklar şeklinde bir ifade olduğu için her ikisini birlikte "cinsel azınlıklar" olarak çevirdim.
3) Toplumsal cinsiyet normlarının tamamen ortadan kalkması anlamında değil ama yerine yeni anlamlar üretilmek üzere eski anlamlarının kaybolması veya değişmesi.
4) Butler’ın performativity olarak kullandığı terimi daha önce Gülnur Acar Savran gösterisellik olarak çevirmişti.
5) Bu yolla Derrida’ya ait bir kavram olan yinelenebilirlik (iterability) egemenliğin yeniden üretiminin ve hatta bireyliğin yeniden üretiminin (Alman İdeolojisi’nde Marx’a göre materyalizmin önemli bir öğesi) Marksist kavramsallaştırması kapsamına girer.
 
Bu metin, Kaos GL tarafından yayımlanan Anti-Homofobi / 2 kitabında yer aldı. "Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma"ların, 2010’da düzenlenen beşincisindeki sunum, tebliğ ve konuşmalardan oluşan ve Ağustos 2010'da basılan bu ücretsiz kitabı yayına Ali Erol ve Nevin Öztop hazırladı. "Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma" 2006'dan beri her yıl düzenleniyor. Buluşmalar ve kitapla ilgili ayrıntılı bilgi için şu adreslerden yararlanabilirsiniz: antihomofobi.org

Etiketler:
nefret