22/04/2010 | Yazar: Deniz İlgin

kırılmaktan korkmayacak kadar çok kırdılar beni.

kırılmaktan korkmayacak kadar çok kırdılar beni.
Manifestom
 
Kılıç kuşanandan hoşgörü beklenir mi? Evet, beklenir deyip de noktayı koysam, şu biricik soru ne demeye sorulur ki? Kim bilir, belki de yanlış soruyu soran benimdir. Yine de bu yanlışın ardından nereye, ne kadar gidebilirim meramım biraz da budur. Ne yenir, ne yutulur yaşadığımız metal çağında, toprağa ağlayan, suyu yürüten hoş görmek namına işlenen ne kadar suç varsa varsın benim olsun.     
 
İlki kılıç (Osmanlı), ikincisi dipçik (Cumhuriyet) darbesiyle kırılan tarihten bugüne kadar bize öğretilenler meğer Tarihin Arka Odasında zaten olup bitiyormuş. Derdim tasam, neredeyse her bölümü ayrı bir yazıya konu olan, hatta akademik bir teze dahi son derece anlamlı veriler sunabilecek, söz-egemen, erkek-egemen anlayışlarıyla iki kafadarların (Murat BARDAKÇI ve Erhan AFYONCU) maceralarına ortak olmak.
 
Çok zaman geçti çok, bedeni toprakta erimiş Cicero’nun ölümünün üstünden. Ama bir türlü eriyip kaybolmadı yazdığı hakikat. ‘Doğumundan önce neler olup bittiğini bilmeyenler, çocuk kalmaya mahkûmdurlar’ demiş Cicero. Bu bir anlamda; devlet entelektüelinin fallus nesnesi olan işaret parmağını izleyenlere doğru uzatarak, izleyiciyi hadım edilme korkusuyla bir köşeye oturtmasını ifade etmez mi? Bu Odipial yolculukta devlet entelektüelinin ve yahut tarihin babasının[1], Sayın Bardakçı’nın verdiği nasihatlere, konunun cazibesine kendini henüz kaptırmış, gözlerini bir barby bebek sevecenliğiyle kırpıştıran, yeniyetme halimle anahtar deliğinden bakıyorum.
 
Mevzu Ermeniler olur, aman efendim yok öyle şey. Mevzu Kürtler olur; aman efendim hiç girmeyelim. Mevzu felsefe olur; aman efendim boş iş onlar. Mevzu ekoloji olur; aman efendim hepsi dış mihrakların uydurması. Sonuç, Türk’ün Türk’den başka dostu olmadığı (Erhan AFYONCU iyi bilir ne söylediğini) veciz sözüyle program kapatılır.
Şimdi çemberi daraltıp merceği büyütelim de olan bitene yakından bakalım.
 
Tarihin Memurları:
 
Karanlık, geçmiş ya da kapalı bir oda. Neyden korkar insan? Geçmişin saklandığı karanlık bir odadan mı? Eğer durum böyleyse, bu senaryoya oyuncu bulmak hiç de zor olmasa gerek. Biri akrebin kuyruğunda, diğeri yılanın yuvasında öyle iki sözcük yaşar ki, korkusuzluk biraz da onlara, kuyrukta, yuvada olup biten dokunmaktır. İşte o iki sözcük; resmi ve memur,  hali pür mealidir en eski hakikatlerin saklandığı karanlık odanın (arka oda giyelim biz ona). Kestirmeden söyleyivereyim. Resmi olan memur olandır, memursa bir cetvelle kesilip biçilmiş, fazlası atılıp resmi olanın işine koşulandır. Bu karışıma bir de tarihi koyarsak, Osmanlı mutfağından[2] en leziz yemeğin tarifini vermiş oluruz.     
 
Dünyanın her yerinde resmi ve gayri resmi diye iki tarih yazılır. Hele ki gayri resmi tarihin anlatacaklarında kan ve zulmün izleri varsa, resmi tarih kati suretle boş durmaz. Hiç vakit kaybetmeden ıslah etmeye girişir. Peki o halde, nedir resmi tarih? İlkokul sıralarında elimizde patlayan cetvel mi, Cumhuriyete karşı ayıp etmemek namına kronolojiyi saymak mı, Türk büyüklerini ezbere bilmek mi, yoksa Osmanlı hoşgörüsünü hayat görüşümüz kılmak mı? Ve yahut Yavuz Selim’in kelle alma seferi, Ermeniler, Dersim ya da otuzüç kuşun mu? Ama bunlardan önce karanlığa bir kibrit çakıp yerimizi belli edelim, belki bir yazıcı, sorucu daha bulur bizi de derman ararken derman biz oluruz. Yukarıdaki cümlelerden soru eklerini kaldırarak işe başlayalım, kaldırdığımız her soru ekini bugün değilse bile yarın belki lazım olur diye devlet dersinden[3] uzak sayfalara gömelim.
 
Sorularım var. Pek çok insanın umursamadığı sorular. Şapkadan tavşan çıkaran sihirbaz karşısındaki şaşkınlığımıza şaşırmanın zamanı geldi. Diyelim, şapkasından tavşan çıkaran sihirbaz bir gün o şapkadan bir giyotin çıkarırsa, kaçımız devlet kitabını açıp  ‘ya tavşan!’ diyecek, kaçımız büyülü bir şaşkınlıkla koltukla hemhal olacak veya kaçımız ‘hala neden şaşırıyorum’ diye hala şaşkın olacak. Koca bir tarihi şapkasında saklayan sihirbazın, o büyülü sözcükleri (abra kadabra[4]) şapkanın kulağına fısıldayıp tavşan yerine koca tarihi çıkarırken meraklısına kullanma kılavuzu olarak bilinçaltını tavsiye ederim.
Şöyle ki; Bir de bu iki tarih arasında gerçeğe daha yakın duran bilinçaltı yaşar ki, onun hakikatten nasıl sakınıp saklanacağını en usta sihirbaz dahi pek beceremez. Birden fışkıran kinle birlikte bir bir dökülür tarihin taneleri. Artık yazılacak bir başucu kitabı vardır resmi tarihin, ihtiraslarım diye. Bu andan sonra içinden akan ölü sular canlanır. İşte resmi tarihteki bu çatlamalar bazen bilinçaltı çatlaması olarak yüzeye çıkar ki, bu aynı zamanda üstünü ziftlediği hakikatin ne olduğunu ya da tarihin ne olmadığı hakkında bize bir takım veriler sunar. Aylar önce yine bir resmi tarih anlatıcısının, Onur Öymen’in ağzından dökülen inciler mevzu bahis bilinçaltı çatlamasının en iyi örneklerinden. Öymen’in çatlayan bilinçaltından fışkıran kin bütün bir insanlığı boğmaya yeter mi bilmem (boğmadı mı?) Benim daha çok merak ettiğim çatlayıp, yarılacak bilinçaltından çıkacak olan hazine. Böyle nadide bir parça 03.04.2010 (tarihin arka odası) gece yarısı çıkan curcunada zuhur etti, adı hoşgörü diye. Velev ki, hoşgörü Osmanlının evlatlarına yegâne mirası değil miydi? O halde Sayın Bardakçı neden inanmıyor hoşgörüye? Osmanlı hoşgörü devleti değil miydi yoksa? İşte parıldayan kılıcın keskin olduğuna delalet bu şüphe, bu zalim şüphe eğer doğruysa, Bardakçı’nın yazılacak bir başka kitabı daha olacak,  itiraflarım diye.
 
Foucault, Kelimeler ve Şeyler adlı kutsal kitabında Velázquez’in resminin sesini dinler, ‘görünen şeyler hiçbir zaman söylenen şeylerin içine sığmaz’ diye. Şimdi ne söylese de Bardakçı, Velázquez’in resmine çarpacak ki bu, ne Bardakçı’nın ne de Afyoncu’nun memurun ölçülerini aşmalarına yetmeyecektir. Tabii ya,  Resmi tarihin usulünce hazırlanmış karışımı içmiş olanlar, hakkıyla hoşgörü tacını başına takacak değiller ya. Korkan, korktuğu için karanlık odada saklanan resmi tarih gibi ve biraz da bu sebepten tarihi arka odada konuşan Bardakçı’nın hoşgörüsüz tarih anlayışı, resmi tarih anlayışı değil midir? Görünen şeyler hiçbir zaman söylenen şeylerin içine sığmaz (M. Foucault). 
 
Devlet Entelektüeli[5]
Bir entelektüelin yaşadığı coğrafyaya ait unsurları iyi bilmesi gerektiği söyleyen herkesle hemfikirim. Fakat aynı entelektüelin iktidara hakikati söylemesi gerektiğini de bilmek gerekmez mi? Şöyle yazmış Said Entelektüel’de, aynen aktarıyorum; ‘Gözünüz haminizin üstündeyken bir entelektüel gibi düşünemezsiniz. Sadece bir mürit gibi düşünebilirsiniz. Aklınızın köşesinde bir yerde onu memnun etmeniz, keyfini kaçırmamanız gerektiği düşüncesi vardır’.
On defa, yüz defa, bin defa soruyorum bu soruyu kendime, devlet entelektüeli Bardakçı hala iktidara hakikati söylemedi mi?
 
 
*Bir sonraki yazıda yemekteyiz programında birbirimizi yiyeceğiz. 
 
 
Dipnot:


[1] Heredot’dan sonra bir baba daha. Bkz. Türk Tarihi anlatıcıları.
 
[2] Rivayet eden Pelin Batu, bir oturuşta bir kuzu yiyen son Osmanlı sihirbazı Murat Bardakçı. Bkz. Tarihin Arka Odası.
[3] Siyasi iktidarın artık bir okuma komisyonu var, Tayip Erdoğan’ın yazarlarla yaptığı açılıma destek görüşmelerinde süzgece takılan Ece Ayhan oldu. Bkz. Medya.
 
[4] En masumane yalan. Bkz. M.E.B ilköğretim, lise Tarih ders kitapları. Ayrıca bkz. Hocus Pokus
[5] ‘Devlet şairi’ derdi, toprağı hafif olsun Ece Ayhan, Yahya Kemal için. Bkz. Ece Külliyatı.
 


Etiketler:
İstihdam