09/08/2011 | Yazar:
Bu yazı, etnik ayrımcılığın doruğa ulaştığı şu günlerde yalnızlaştırılma kavramının kimileri için sanat’a denk düştüğünü anlamayan ‘mutlu-mesut’ bahtiyar körler ve ‘katiline kucak açan gamlı prenses’ rolünü benimsemiş arkadaşlar için, geride kalan diğerlerine bir özür borçlu olduklarını hatırlatmak için kaleme alındı.
Bu yazı, etnik ayrımcılığın doruğa ulaştığı şu günlerde yalnızlaştırılma kavramının kimileri için ‘sanat’a denk düştüğünü anlamayan “mutlu-mesut” bahtiyar körler ve “katiline kucak açan gamlı prenses” rolünü benimsemiş arkadaşlar için, geride kalan diğerlerine bir özür borçlu olduklarını hatırlatmak için kaleme alındı. Lakin gelmeyeceği bilinen o özrün, talep gerekçesi ise, benim değil bizzat o “hayalbaz” ve ciddiyetsiz arkadaşların meselesidir ki, hatırlatmakta fayda var. Teşekkür etmekle birlikte “hayat tecrübedir der” geçilir. Zira, “söz uçar, yazı kalır. Güç bela kazanılan bir dostluk, o kelimeden haberi olmayanların karanlıkta çakan ışıltılarına tercih edilmişse, güvercin kanadından düşen tüyün hatırına “kalın sağlıcakla” denilir; yeniden geçilir. Velhasıl, geride hep bir boşluk/eksik kalır!
BÖLÜM 1: İNCİLERİ DÖKTÜRÜLEN SALKIM HANIM
“Ermeni senaristin, anlaşılır nedenlerle romanın Musevi kahramanlarını Ermeni vatandaşına dönüştürmesi, senaristin kendi tasarrufu olması nedeniyle bizi ilgilendirmemek ile beraber, [filmde] Yahudilerden hiç bahsedilmemiş olmasının yorumunu, senarist hariç herkese bırakıyorum!”
-Şalom gazetesi yazarı Ivo Molinas
Doç. Dr. Yunus Emre Kocabaşoğlu’nun www.bianet.org’da yayımlanan bir dizi yazısının ilkinde geçen bu alıntıdan anlaşılacağı üzere, Yılmaz Karakoyunlu’nun romanından aynı isimle sinemaya uyarlanan “Salkım Hanım’ın Taneleri” adlı filmde geçen kimi karakterlerin Yahudi yerine Ermeni olarak kurgulanması vakti zamanında epeyce kafa yormuştu. Filmin senaristi Etyen Mahçupyan ise, Kocabaşoğlu’nun yazısında belirttiği gibi “dönem sebebiyle” sinegoglarda çekim yapılamadığı için karakterleri Ermeni olarak tasarladığını belirtmişti. (Yazı, konuya enfes tespitler getirmekle birlikte, bütün dizinin okunması bu yazının da daha iyi anlaşılmasına olanak tanıyacaktır. bkz. bianet.org/Yunus Emre Kocabaşoğlu). Yazık ki, “etnik ayrımcılığın” doruğa ulaştığı bu günlerde, bir yazısında, Ermeni halkını hastalıktan arındırarak püri pak eden Sayın Mahçupyan’ın bu ari Ermeni politikalarının ardında yatan “nihai” amaçlar anlaşılmaktan uzak olsa da, sevgili dostlarının Makyavel politikaları gayet iyi bilindiği için yeniden bir JAZZ festivali krizi yaşanmaması adına yazmak istiyorum. Aynı zamanda, hastayken iyileştirilmiş ve pür-i paklaştırılmış bir “Ermenilik” de, “her dönem sonlanmayacak bir “milliyetçiliğin” gözden kaçırılması demektir” emenin gerektiğini düşünüyorum.
Ancak kesinlikle belirtmek gerekir ki, biraz geç kalmakla birlikte, genç kuşaktan hasbelkader bir entelektüel olarak, Mahçupyan’ın filmdeki bu seçimini bugün hâlâ kınıyorum. Üstelik, filmdeki, Madam Nora’nın şahsında tüm Ermeni kadınlarını “tahayyül” bir kadınlık ve tarih perpektifinin utanç verici acısına indirgediği için de şiddetle eleştiriyorum. Nedendir ki, “erkek” olarak cinsiyetlendirilen tarihin özne olarak konumlanabilmesi için, karşısına klasik bir ezen-ezilen mecazı üzerinden iktidarını göstereceği “nesne” olarak seçtiği “kadın”ın “etnisitesi”nin de, tarihin felaketler silsilesinde -bir dizge halinde- hiyerarşik bir etnik düzen içinde ele alınması gerekir. Bu durumda, bir romanda tarihsel bir gerçeklik olarak yer edinen bir olgunun sinemaya aktarımında yapılan küçük bir değişikliğin, tarihi bir hataya netice vermesi kaçınılmazdır.
Osmanlı son dönemde milliyetçi hareketlerin etkisiyle -savaş döneminde- gerçekleştirilen bir olgusal olaydan, 1940’larda çıkarılan Varlık Vergisi kanuna tekabül ettirilen Osmanlı idaresindeki Hamidiye alaylarının Ermeni olaylarında kullanılması gerçeği ve buradan yola çıkılarak “Ermeni” kadın karakteri aşağılayan “Kürt komutan” ve kayınpeder rolünde tüm Kürtleri yakıştırmak; pederşahi/patriarkal Osmanlı erkeği şablonundan faziletli/iffetli bir Osmanlı kadınının karşısına Yahudi-Rum-Ermeni-Kürt hiyerarşisini dizmektir (ki o “iffetli” kadınlar ayrıca vardır ve H.R. Gürpınar romanlarında gencecik birer kızken “babasız kalmış olmalarına rağmen” kendilerine öteki belletilen “Fransız” kadınlarına benzemeden okumak, çalışmak ve yaşamak haklarını almaya çalışırlar, zira o dönemde “yabancı dil öğrenmek ve okumak” iffetsizlikle eşdeğerdir).
Ayrıca, bugün etnikleştirilmiş bir toplumsal cinsiyet cenderesi giydirilerek “erkek” bir milliyetçiliğin egemenliğinde diğeri tarafından ötekileştirilen “Kürt” kadınlarının “kadınlıklarını” da, ezilen/“”iffetli” veya “modern” Ermeni kadın ikiliği üzerinden yok etmeye yarar. Bu da elbette, “erkeklik” ve “kadınlık” formlarının politikleştirilmesinin ne kadar dönemsel ve entelektüel popülerlikler üzerinden yürüdüğüne işaret eder. Bu popülerliğin kökleri ise, bizzat üreticilerinin temsil ettiği gibi ataerkil ve muhafazakâr değerlerden ve o değerleri üreten ve sürdüren kişilerde yatar.
BÖLÜM 2: TÜRK MODERNLEŞMESİ’NİN MAVİ SULARINDA BİR TUR HALİKARNAS BALIKÇISI!
Bu bağlamda, Tanzimat dönemi itibariyle, Türk modernleşmesinin “kaybedilen topraklar” hezeyanı üzerinden, militarist kanatla ilerlediğini hatırlatarak, bu dönemin 1940 ve 1950’lerdeki bir yansıması olarak çıkarılan Varlık Vergisi’nin ötesinde edebiyata yansıyan yönlerine bakmak gerekir. Hamidiye alaylarından günümüze, Ermeni halkının nazarında değiştirilmeyen “Kürt” imgesini ciddi anlamda eleştirmek ve sorgulamak yerine, olgusal bir olay üzerinden “uydurma” bir anlatıyla yeniden kurmak sanırım kurmaca yerine “tarihsel çarpıtma”dan doğan bir hatanın yeniden ve yeniden üretilmesine imkan verir ancak. Bunun yeniden üretilmesi, Kocabaşoğlu’nun yazı dizisinde görüldüğü gibi, tarihsel ve olgusal yanlışların yeniden/sistematik olarak üretilmesinin nedeni olur. Kimilerini selamlama sendromu içinde, Ermeni milliyetçiliğini hızla düzelten Sayın Mahçupyan’ın ise öncelikle, “Salkım Hanım” sembolizasyonun bugün gençler arasında yarattığı kültürel cehaleti görmezden gelen bir tavır içine girmek yerine, kendi “kişisel dostlukları” adına, tarihsel realitelerin günümüze aktarımında ortaya çıkan cinsiyet rejimci tavrını sorgulamasının gereği ve aciliyeti ise görmezden gelinemeyecek kadar artmıştır.
Ancak, entelektüeli muhatap kılmak yerine, böyle bir yapıda Foucault’nun belirttiği türden militarist kopuş ve kesintileri vur-kaç taktiklerine indirgeyen bir zihniyeti ve onun “kadeh tokuşturan aydın” imgesini destekleyen kesimin haliyeti ruhiyesinin sıradan görünen olaylar adına özür dilemek yerine saldırgan ve mağdur rolünü üstlendiği ise açıkça görülmektedir. Yine bu bakımdan, merhum Halikarnas Balıkçısı ile paşa dedesi Şakir Paşa’yı anmakta da fayda vardır. Rivayete göre; oğlunun İtalyan asıllı karısı/sevgili “gelinini” yabancı olduğu için elinden almak isteyen Şakir Paşa, oğlunun elinde can verir. Ataerkinin trajik ve dramatik ifşasının esası sayılan bu yarı efsane yarı gerçek olay; Türk modernleşmesinin kadını yok sayan ve neredeyse evrensel bir ortak bellekte kadın ve ulus imgesini yineleyen erkek bakışını ortaya koyar.
Bu yüzden, babalarının gölgesinde çocuklaştırılarak “alafranga züppe” kılınan, oradan da, ikyüzlü bir ahlakla “alafranga hain”e dönüştürülerek büyütülen ve geride kalan maddi mirası, “manevi” addedilen kültürel mirasa dönüştüremeyen; dönüştürmek için “yabancı” yı yiyen/yutan/sömüren ve içindeki kadınsılıktan utandığı için “kadınları” vatan/ulus/toprak yapan kafalara kafa tutamadığı için “yapmış” gibi görünen “kallavi aydınlara” kafa tutmak gerekir. Böyle bir babanın katiline dönüşen Halikarnas Balıkçısı’nın trajedisinde yatan sır ise; Bodrum kalesinin ötesine uzanır ki, Türk modernleşmesinin kadını iyi/kötü, iffetli/iffetsiz ve yabancı/yerli ikiliklerine indirgeyen bakışın ta kendisidir.
Zira, kökleri Türk modernleşmesinin patriarkal düzenine dayanan ve kadınlar üzerinden ilerleyen bu hiyerarşik, militarist ve tahakkümcü düzen sevgi, anlayış ve dostluk kelimelerine yapışarak adeta kan emme aşamasını tamamlamıştır. Güncel realiteyse, “geride kalanın” sadece ve sadece ‘kadın’ olduğunu bağıra bağıra söylediği için ise, daha fazla “ajitasyon” yapmakla itham edilip yeni bir hakarete maruz kalmamak adına kısa kesmeyi tercih ediyorum. Bireyselliğini, cemaatleştirilmiş yapıların içine ustalıkla sokulan kimselerin sularında arayan bir cemaatin uzağında bile, vaktiyle “yalnız” kalmayı seçmiş bir aydının bile değiştiğini gördükçe; gayet mutlu bir biçimde, sıradan ve tekil olmanın güzelliğini kutsuyorum. Zira, varlığının yok sayılarak engellendiği her koşulda ve yerde insan; sadece insandır vesselam!
BÖLÜM 3: VE LAF!
Elbette, “Baki kalan bu kubbede hoş bir seda” ise, e tabii ki, önceliği “gençlere” vermek gerekir! Ki, bu da içrek bir anlam olarak “hangi gençler” kavramının anlamını, “kişisel” yoruma ve “başka gençlere” bırakır. Son olarak, “Au revoir Mösyö’ler! Au revoir!” derken ise, bir yüzyıl öncenin “küçük” bir modernleşme hatasını, bir yazım yanlışını düzeltmek isterim. Fransızca, “Mösyö” kelimesinin Tanzimat’tan bu yana yanlış yazımının doğrusu, “mon senior” olmakla birlikte, “toprak sahibi ve yönetici manasına gelen “efendi” anlamına gelir ve Orta Çağ’da kadınla simgelenen toprağın, mülkiyet sahibi, savaşarak toprağını elde eden ve oranın sahibi olan ‘malik’ “derebeyi” manasına da içerir. Derebeyleri ise, özellikle Fransa’da, Orta Çağ’dan bugüne belirli bir kültürün kalmasını sağlayacak derecede önemli “patronajlık” konumlarını elde tutsalar da, savaşa giderken eşlerine gümüş kemerler takan “şövalyelik” geleneğinin birkaç yüzyıl sonraki temsilcileridir.
Sonuçta; Tanzimat’ta yaşanan kültürel yozlaşmanın temelinde var olan bu “kayıp” hissinin yönelttiği “halkların”, “öteki” belletilmesinin ve bu “ötekilerin” de, kadınların varlığını yok sayarak ve etnikleştirerek çok katmanlı bir iktidarı “erkek” bir “parti-ark” (Patrie) kılmasının esasında yatan ise, “düaliteler”dir. Ve bu “ikilikler”, yüzyıllar boyunca bitmeyecek insanlık ve uygarlık oluşumunun temelini oluşturur. Bu durumda ise geriye kalan; savaş ve milliyetçilikler çağında yaşanan patolojileri birkaç yılda kedi pisliği kapatır gibi örtmemek ve bazı halkları toptan ‘arî’leştirirken bazı halkların “tekil” ve kimliksiz entelektüellerini elbirliğiyle cehaletin kör kuyusundan yükselen hakaretengiz yalnızlıklara hapsetmemektir.
BÖLÜM 4: İĞNELİ FIÇI
Zira insan bir doğumunda bir de ölümünde yalnızdır ki; iğneyle kuyu kazan sevgili Foucault gibi, binlerce yıllık epistemolojilerin kırıklarında cereyan eden bir artçı sarsıntıda enkaz altında bırakılanların anısı daha birkaç yüzyıl silinmeyecek bir iz bırakmıştır! O iz de, kendisini iğneli fıçıda sınayan bir entelektüel güruhunun aydınlarından bir aydına sanırım, tüm “kadınlar” adına bir özrü borç kılar. Sebebiyse; “sebebi yok kılanların” yanında kendine taht ve de baht yapmak adına “etnik” kimlik üzerinden yürütülen bir siyasette az ötedekini “öteki” ya da “kendi” yapmaktadır.
Gerçek ise, insanlığın insanlık onurunda “onur” kelimesini her türlü etnik, dinsel ve cinsiyetçi anlamında arındırmanın mücadelesinde, yani yaşamın ta kendisinde yatar. Yaşamı; daha yaşanır kılmak isteyen tüm “genç” arkadaşlara selam olsun. “Bazı” büyüklerinin gölgesinde, vesayeti sadece militarizmden ibaret sayan eski dostlara ise büyük geçmiş olsun! Kendi iğneli fıçınızda, kaybolmanız dileğiyle! Yazık ki, hayat “bazı gençler”den ibaret değil! Siz haset kuyularının kör melankolisinde gezinirken; atlılar kör karanlıkta iz sürer ve karanlıkta saklanan her hasret, geçmişten yükselecek adaletin şifacısı kadar hayaletengiz olmayacaktır. Şifacısını yitiren bir topluma tekrardan baş sağlığı dilerim. Gerçek anlamda özür dilemenin erdemine varanlara selam olsun! Darısı, bu ülkede başka toplumlarında yaşadığını görenlerin başına!
Etiketler:
