26/02/2019 | Yazar: Hakan Burak Çiçek

Resim atölyesine yürürken müdüre “LGBTİ mahpus var mı” diye soruyorum, “onları Kartal’a yolluyoruz” diyor.

Bu günlüğü tutmaya başladığımda, sapma anlarımda kendi duygularımla kâğıt üstünde yüzleşmenin beni bu kadar zorlayacağını düşünmemiştim. Ama çizgisel olandan ne zaman dışarı çıkmayı denesem, bu deneyimle ilgili soruları daha soramadan duygu depremlerinin içinde buldum kendimi. Çünkü çizgisel olanı takip etmek her zaman için bana şunun garantisini veriyordu: Üzülmeyeceksin, seni yıldıracak bir engelle karşılaşmayacaksın, canın sıkılmayacak ve varoluşuna ilişkin bir rahatsızlık duymayacaksın. Ama diğer türlüsü pek böyle olmuyor.

Bu kez, hapsetmenin anlamını ve işleyişini araştırmak için, “Suç ve Sapma Sosyolojisi” sınıfımla 2015 yılında İstanbul’daki bir çocuk ceza infaz kurumuna ve bir kapalı cezaevine gittik. Yaşadıklarımı paylaşmadan önce 2015'teki genel durumla ilgili bir bilgi vermenin gerekli olduğunu düşünüyorum:

İçeride 177 bin kişi var, bunların hepsi mahkûm değil, üçte biri hâlâ yargılanıyor. Bu yüzden mahpus demek daha doğru. Mahpusların 7 bini kadın, 2 bin 500’ü çocuk. 10 kişiden 3’ünün çıkınca gidecek bir yeri yok. 900’ü engelli. Bine yakını LGBTİ. Engellilerin cezaevlerinde hayatlarını sürdürmesi neredeyse imkânsız. Yoksulların da. Cezaevinde yoksulluk istismar demek. Çünkü yemek, telefon, kantin ve hatta mektuplar ücretli. Hem çocuklar için hem büyükler için. Yani maddi ve manevi varlığın onsuz olunmaz parçaları bir endüstri içinde sunuluyor. Mahpus, yemek ve kantin için parası yoksa aç ve istismara açık oluyor, telefon ve mektup için parası yoksa dilsiz.

İlk durak: “Çocuk Eğitim Evi”

Çiçekler yapay.

Burada 12-18 yaş arasındaki biyolojik erkekler kalıyor. Kapalı değil, izinle gün içinde okula gidebiliyorlar, belirli sürelerle de ailelerine gitmelerine müsaade ediliyor.

İdari görevliler bizi karşılıyor. Kurum müdürü çok neşeli. Bize eşlik eden idari görevlilerin yüzünden gülümseme hiç eksik olmuyor. Herkes çok mutlu görünüyor.

Bir salona girdik. Sunum yapılıyor. “Çocuğun yüksek yararı” için yapılan uygulamalar anlatılıyor. İyi halli çocuklar ödüllendiriliyormuş, mesela aileleri gece uyumaya gelebiliyormuş, ama henüz bu ödülü hak eden iyi bir çocuk olmamış!

Sunumda fotoğraflar gösteriyorlar. Ama gösterdikleri fotoğraflarda çocuklar yok. Ayrıca aydınlık değil, fotoğraflar karanlık. Cinsel saldırıyı ve akran zorbalığını önlemek için geceleri odalar kilitli tutuluyor. Her çocuk tek başına kalıyor.

Düzenli dini eğitimler var. Sorunca zorunlu olmadığını söylüyorlar, bu konuda özellikle hassaslarmış.

Son bir yılda 150 kişi firar etmiş, bu konudan çok bahsetmek istemiyorlar. Firar edenlerin çoğu yakalanmış ve CGTİK (Cezaların ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazına İlişkin Kanun) uyarınca altı aylığına kapalı cezaevine gönderilmiş.

İdari görevlilerin çocukların hepsiyle duygusal bağları varmış, burası ikinci ev gibiymiş.

Her şey yerleştirilmiş gibi. Her şey ilk gördüğümüz çiçeklere benziyor. Yapay, yerleştirilmiş ve biz gelelim de bakalım diye oraya konulmuş gibi.

Gelmişken görelim diye, film izleyen çocukların olduğu kapıyı açıyorlar. Kapı açılınca çocuklarla yüz yüze bakıyoruz. Akvaryum gibi. Seyrediyormuşuz gibi. Kapı açılmamış gibi. Orada bir cam var sanki. Bu koridorlar, bu odalar, bu kapılar bizi birbirimize yabancılaştırıyor. İçeridekilerle dışarıdakiler arasında sosyal temas olmasın diye uğraşıyorlar, bunu dışarıdakiler bir süreliğine içerideyken bile yapıyorlar!

Rehabilitasyon için kullanılan odalar var, hepsi kilitli. Biz görelim diye açılıyor. Terzi odasındayız, duvara kurallar yazılmış. Kural bir: terzi odasında kimse kimseyle konuşmayacak!

Arkada çocuklar görüyorum, bakıyorum yüzlerine, ama infaz memurları üstlerine yürüyor, onlar da arka koridora geçiyorlar.

Biz çocukları görmeyecek miyiz diye söylenince bizi mutfağa götürüyorlar. Mutfakta çocuklarla beraber oturuyoruz. Laboratuvar kokusu var. Yemekler ücretli. Uzakta hissediyorum. Lisede kaldığım erkek pansiyonuna benziyor. Öfke duyuyorum. Erkekliğe öfke duyuyorum. Konuşamıyorum. Yalnızca izlemekle yetiniyorum. “Suçlarını düşünme” diyorum kendi kendime. Suçlarını düşünme! Buradan gitmek istiyorum.

İkinci durak: “Kapalı Cezaevi”

Üstümüz arandı, girdik. Biyolojik erkekleri biyolojik erkekler aradı, biyolojik kadınları biyolojik kadınlar… Aramadan sonra, mahpuslarla karışmayalım diye penisi olanlarımızın boynuna üstünde “misafir” yazan bir kart asıldı.

Büyük bir misafirperverlik var. Bir cezaevinde bu kadar popüler olacağımı tahmin etmezdim.

Yemek yiyoruz, vejetaryenlere pilav dışında yiyecek bir şey yok, veganlar için pilavdan da emin değilim.

Müdürün odasında çay içiyoruz. Masada ziyaret defteri var. Ünlü ceza hukuku profesörü Timur Demirbaş 2008’deki ziyaretinde “Avrupa standartlarında örnek bir kurum olan” bu cezaevini “takdir etmiş”. 2010’da ünlü ceza hukuku profesörü Nur Centel bu “çağdaş” cezaevinin “geri dönmeyecek bireyler üreteceğini” söylemiş.

176 kamera var. Görüntüler 6 ay saklanıyor.

Müdürle birlikte telefon konuşmalarının dinlendiği odadayız. Telefon konuşmaları ücretli. Mahpusun sadece 10 dakika görüşme hakkı var. Görüşmeyi cezaevine girdiği zaman numarasını bildirdiği insanlarla görüşebiliyor. Bu kişilerin akraba olması gerekiyor. Bütün bu konuşmalar dinleniyor. Müdür “dışarıda yaşayan insanların güvenliği” için dinlediklerini söylüyor, “bizler normal insanlarla uğraşmıyoruz” diyor. “Türkçe konuşmayanları nasıl anlıyorsunuz” diye soruyorum, çeviri desteği alıyorlarmış.

Görüşlerin yapıldığı yerdeyiz. Haftada bir kapalı görüş, ayda bir açık görüş yapılıyor. Bu görüşler 30 dakikadan kısa, bir saatten uzun olamıyor. Görüşlere arkadaş bile gelemiyor, akraba olması şart. Hatta bu akrabaların isimlerinin cezaevine girildiği zaman bildirilmesi gerekiyor.

Koridorlarda yürüyoruz. Zevksiz berbat renkler! Müdür diyor: “Biz de paralı mahkûmuz!”

Revire gidiyoruz. Gideceğimiz yerde mahpuslar hastaneye sevk edilmeyi bekliyor. Ama biz geleceğiz diye onları revirden alıp bir odaya kilitlediler. Odada bekliyorlar, kilitliler!

SEGBİS diye bir sistem varmış, davaya gidilmese de cezaevinden katılım mümkünmüş. İçeride bir adam SEGBİS ekranının karşısında ona bağlanılmasını bekliyor, sıkılmış.

Boş bir odadayız. 12 kişi kalacak şekilde hazırlanmış, ama kapasitesi 8. Çok küçük, hostel gibi. Her odaya bir “beton bahçe” düşüyor.

Kantindeyiz. Cezaevinde para geçmiyor, kâğıt fişler var. Mahpusların bütün parası onlar adına açılmış hesaplara yatıyor. Ayda yalnızca 300 lira harcamalarına izin var. Kantinde rafta nar ekşili sos duruyor! Nar ekşili sos… Yatacak yer yok, görecek yeşil yok, para yoksa yemek bile yok; ama o rafta nar ekşili sos öyle duruyor. Dimdik!

Müdürle duygularımızı paylaşınca bize ajitasyon yaptığımızı söylüyor. Oysa cezaevi bir kültür kurumu da, biz bunu göremiyoruz! Her bir odasında başka bir kültürel faaliyet yürütülüyor. Bunu ispatlamak için tüm bu odaları teker teker geziyoruz.

Tiyatro salonundayız. Mahpuslar oynayacakları oyunun provasını yapıyor, çok heyecanlılar. Oynuyorlar. Destek olmak için gülümsüyorum, eğleniyormuş gibi davranıyorum. Oyun şu cümleyle bitiyor: “İçerisi daha güvenli!”

Resim atölyesine yürürken müdüre “LGBTİ mahpus var mı” diye soruyorum, “onları Kartal’a yolluyoruz” diyor.

Resim atölyesindeyiz. Herkes çok mutlu. Resimler çok iyi. Ama fırçalarda boya yok.

İngilizce dersindeyiz. Ders aslında bitmiş, bizim gelmemizi bekliyorlarmış. Gittiğimiz ilk yerdeki gibi, biz gelelim de görelim diye yerleştirilmiş her şey, insanlar bile. Bir de YGS dersine giriyoruz. Dersi veren hoca Sümerleri anlatıyor, ancak sınavın adını bilmiyor, LGS falan diyor.

Psikologlarla tanışıyoruz. Birkaç yıldır cezaevinde çalışan bir psikolog mahpusların hepsine ayrıca vakit ayırmanın imkânsız olduğunu söylüyor. Öfke ve uyuşturucuyla ilgili problemlerin revaçta olduğunu öğreniyorum. Aklımda “Ceza Hukuku” dersinde öğrendiğimiz dogmalardan bir soru var: Cezaevlerinin amacı gerçekten rehabilitasyon mu? Müdür diyor: “Herkes bizden mucize yaratmamızı bekliyor, ama iş dışarıda başlıyor. Biz burada rehabilite etsek de dışarı gidince orada devam ediyorlar. İmkânlar yeterli değil.”

“Pembe oda”dayız. Burada iyi halli mahpuslar ödül olarak eşleriyle sevişebiliyor! Ama biyolojik kadınlar için bir “mavi oda” yok! Ayrıca bu ödül sadece evli mahpuslar için geçerli, nişanlılar ve LGBTİ’ler öylece duruyorlar.

Tekstil atölyesindeyiz. Burada mahpuslar ucuz iş gücü olarak çalıştırılıyor. Cezaevine her bir mahpus başına 26,5 lira ödeniyor, ancak bunun yalnızca 12 lirası mahpusun hesabına geçiyor. 112 Acilin ve bazı hastane görevlilerinin kıyafetleri burada mahpuslar tarafından üretiliyor. Ayrıca bir marka burada şişme montlar yaptırıyor. Müdür bu “imkân” sayesinde mahpusların çalışıp “deşarj olduklarını ve sorun çıkarmadıklarını” söylüyor.

“Yumuşak oda”dayız. Burası bir gözlem odası. Tüm oda minderlerle kaplı. İki kamerayla sürekli kontrol altında. Öfke ya da uyuşturucu krizi sebebiyle bazı mahpusları buraya almak gerekebiliyormuş. Müdür, odanın klimasının olduğunu ve odayı uzun zamandır kullanmadıklarını söylüyor.

Mutfağı da gezip cezaevinden çıkıyoruz. Oksijen ve günışığı…

Diğer deneyimlerden farklı olarak, bu kez sapan ben değildim. Sapanlar mahpuslardı, infaz memurlarıydı, müdürlerdi ve hatta Welsh ve Pontell’in de işaret ettiği gibi hapsetme/kapatma sisteminin ta kendisiydi sapan. Ben izlemekle, izlediklerimi ve hissettiklerimi kaydetmekle yetindim. Sonuçta aşamalı olarak şunları gördüm: (1) Bir kişiyi, kınanabilir olduğuna hep beraber karar verdiğimiz (ama daha çok güçlü olanın karar verdiği) bazı hareketleri veya neticeleri gerçekleştirdi diye bir yere kapatıyoruz. (2) Bu kapatmanın amacının o kişiyi rehabilite etmek ve topluma tekrar kazandırmak olduğunu söylüyoruz. (3) Kapattığımız yerde kişiyi ekonomik, sosyal ve cinsiyete dayalı eşitsizliklerden kaynaklanan bir istismarın ortasında bırakıyoruz ve kişiliğini hesaba katmıyoruz. (4) Kişinin maddi ve manevi varlığını geliştirmesine imkân tanımadan, onu ucuz iş gücü olarak kullanıyoruz ve bunu yaparken iyi halli olanı seksle veya anne kucağıyla ödüllendiriyoruz. (5) Bir yandan, kınanabilir olduğuna karar verdiğimiz hareketi veya neticeyi gerçekleştiren kişiyi kınarken, bir yandan da tekrar aramıza katılması için görünüşte, yapay ve yerleştirilmiş imkânlar yaratıyoruz ki bunlar da pek işe yaramıyor. Ama –mış gibi yapıyoruz. Dönüp baksak, bu sistem baştan faul, yaptığımız tek şey intikam almak!

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.

**Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin 162. sayısında yayınlanmıştır.


Etiketler:
nefret