19/07/2011 | Yazar: Varujan Tigran
Medya da ‘edî bese’ demediği ve savaşın dilini kullanmaya devam ettiği sürece malesef öfke daha da büyüyecek.
Medya da “edî bese” demediği ve savaşın dilini kullanmaya devam ettiği sürece malesef öfke daha da büyüyecek.
Eleştirel bir bakış açısına sahip nitelikli bir medya hasreti çektiğimiz ülkemizde medyayı birçok açıdan eleştirmek boynumuzun borcu. Bense patolojik bir savaş psikolojisi halinde yaşadığımız bu coğrafyada daha çok medyanın bu psikolojiyi nasıl körüklediğinden söz edeceğim.
Genel olarak haberlerin yapılış yöntemi reyting odaklı olarak pazarlama usulüne uygun olduğundan yöntemsel açıdan büyük sıkıntılar olduğu görülüyor. Her sözcüğün karşılığının en somut halindeki görüntüleriyle desteklendiği düz mantıksal bir görüntü bombardımanına maruz bırakılmamız spikerin tiyatral performansıyla da birleşince olayın özünden çok haberin yapılışına odaklanıyor ve içinde kayboluyoruz. Dolayısıyla olayların insani boyutu üzerinde yeterince düşünmüyor ve hipnoz halimizle çok da önemli olmayan bir film izliyormuşuz gibi hissediyoruz.
Haberlerin peşi sıra sunulması ve her gün tekrar eden bir sürü benzer olayı izlememiz olan bitene karşı yaşadığımız duyarsızlaşmayı perçinliyor. Geçtiğimiz üç ay içinde çatışmalarda zaman zaman birer ikişer toplamda ise onlarca insan öldü ve bu durum fazlasıyla olağan karşılandı. İki gün önce yaşanan çatışmada ise bir anda ölen sayısının 20 olduğu (ki sadece asker olan 13’ü gündemde) duyulduğunda olağandışı kabul edilerek tepki verilmeye başlandı. Bir anda çok sayıda gencimizin ölüm haberlerini almadığımız sürece medyanın da etkisiyle rutinleşen ölüm haberlerine hiçbir tepkimiz yok. Tepki verdiğimizde ise sadece askerlerin ölümlerinin önemsendiği alışıldık cenaze görüntüleriyle beslenen haberlerle acılarımızın ortaklaşmasının önüne geçiyor ayrıca acımızı kin ve nefretle besliyoruz.
Yönlendirici görüntülerle bir nedensellik ilişkisi kurulmadan ve doğrudan sonuca odaklı haberler hak talebinde bulunan insanlarla diğer insanlar arasında sağlıksız bir iletişime neden oluyor. Örneğin şiddetin kötülüğünden söz edildiğinde taş atan insan görüntüleri izliyoruz. Taşın atıldığı an ya da Sebahat Tuncel’in polise tokat attığı an ise bizim gerçeğimiz oluveriyor. Olayın öncesinde yaşananlar ve yaşananların sosyolojik nedenleri geri plana itiliyor. Durum böyle olunca da bu görüntülerdeki kişilere doğrudan bir nefret besliyoruz.
Bizde oluşturulmaya çalışılan algının dışına çıkamadığımızda tek taraflı şiddet normalleşiyor. Zira askerler eylemsizlik kararı alan PKK’ye karşı operasyona gönderiliyor kimilerinin “beklediği” üzere ölüm haberleri geliyor ama medyada tepkiler salt PKK’ye odaklanıyor. Bu tek taraflı algının sonucu olarak ırkçılık alabildiğine yükseliyor. Aynur Doğan’ın sahneden indirilmesi gibi olaylar da bu durumun yansımasıdır. Ki bu gibi haberler psikolojik savaşın gereği olarak çoğu zaman bize yanlış aksettiriliyor. Bizse tam da istenildiği üzere haberin bize servis edilişini sorgulamadan bizden istenilen hastalıklı tepkiyi ya da tepkisizliği gösteriyoruz.
Televizyonun yadsınamaz etkisiyle bu savaştan bir şekilde etkilenmek patolojik bir ruh haline bürünmemize neden oluyor. Kişisel olarak daha somut söz etmem gerekirse artık ölüm haberi aldığımda tepkilerimi kontrol edemiyorum ve bazen ne hissettiğimi dahi anlayamıyorum. Hiç olmadık bir haberde nasıl tepki vereceğimi bilememe halinin yansıması olan aptal bir tebessüm belirebiliyor yüzümde. Ülkemizde süregelen savaşın üzerimizdeki etkilerini tedavi edebilmek için ilk önce toplumca bu hastalıklı halimizin tespiti gerekiyor. Ancak bu tespiti yapabilecek bir medyadan söz etmek bir yana maalesef bu hastalığın bulaşmasında medya kilit rol oynuyor.
İlk etapta 13’ü asker 7’si PKK gerillası 20 kişinin öldüğünü duymuştuk. Bu konuyla ilgili haberleri izlerken haberlerin yapılış yönteminden tutun içeriğine kadar birçok itirazım olduğundan ve daha önce de olayın aslının söylendiği gibi olmadığı durumları sıkça yaşadığımızdan söylenenlere şüpheyle baktım. İlk önce medya Genelkurmayın verdiği bilgiyi olduğu gibi hiç araştırmaya dahi lüzum duymadan yayınladı. Sonra onca gencimizin canını alan yangının ne sebeple çıktığını CNN’de görgü tanığı bir çobanın ağzından öğrendik. İşin doğrusunu bilmek elbet önemli ama artık psikolojim bunu konuşmayı dahi kaldıramıyor. Çünkü artık ölüm görmek, ölüm konuşmak çok zor geliyor bana. Yine de henüz fazlaca başka şeyler düşünebilme lüksümüzün olmadığını biliyorum. Bu durum da hastalığımızı tetikleyen önemli etkenlerden biri. Bu nedenledir ki televizyonda savaş çığırtkanlığı yapan “büyüklerimizden” önce sosyologlar hatta psikologlar konuşmalı.
Kukla bir medyanın nefret söylemini sürekli yenilemesinin olası sonuçları beni fazlasıyla ürkütüyor. Zira Kürtlerin çözüm önerilerini televizyonlarda dillendirmesi dahi istenmiyor. Hâlâ birçok sözcük dilimizi yakmaya devam ediyor. Konuştuklarımız yargılanmamıza hatta tutuklanmamıza neden oluyor. Banu Güven’in NTV’deki işinden olmasının sebeplerine baktığınızda da söylediklerimi destekler nitelikte olduğunu göreceksiniz. Bu gibi olaylar Kürtler’de güven kırıcı ve umutsuzluğa sürükleyen bir etkiye sahip. Hâl böyle olunca öfke de kaçınılmaz oluyor.
Kürdistan coğrafyasındaki savaşın “uzağında” televizyonlardan izlediğimiz kadarıyla politik tahliller yapıp olmasını dilediğimiz durum hakkında ne kadar konuşursak konuşalım olayın psikolojik boyutu belirleyici oluyor. Her ne kadar artık yeter, (edî bese) bitsin bu savaş desek de bir süre sonra yaşananlara karşın hâlâ somut adımlar atılmayışının öfkesi birikiyor. Medya da “edî bese” demediği ve savaşın dilini kullanmaya devam ettiği sürece malesef öfke daha da büyüyecek.
Medya çalışanları ne pahasına olursa olsun bağımsız, adil ve bütünlükçü olmaya gayret göstermelidir. Haber yöntemlerini, haber dillerini sorgulamalı ve hak temelli bir zemine oturtmalıdırlar. Aksi durumda Kürt sorunun barışçıl yollarla çözüme kavuşturulmak istendiği savına inanmak güç. Zaman zaman şüpheci, zaman zaman endişeli, bazen paranoyak, umutsuz ve güvensiz toplumsal ruh halimizden kurtulmanın yolları aranmalıdır. Bunun için de medya önce kendiyle ilgili meseleleri ve çözüm sürecindeki tutumunu tartışmaya açmalıdır. Bu patolojik ruh halimize en acil ilk yardımın ancak böyle olabileceği kanaatindeyim.
Etiketler: