19/07/2013 | Yazar: Emre Korlu

Oysa birçoğumuz diş ağrısına bile dayanamazken, ne çok ölüyoruz be Ahmet! Nasıl dayanıyoruz bıçak izlerine ve kurşun yaralarına?

"Babamın geldiğini duydum. Kapıyı mutlaka çarpar, gürültü yapar, yüksek sesle konuşurdu. Gelmişti. Birkaç dakika sonra yatak odamın kapısı açıldı. Yaklaşık bir doksan boyunda, iri yarı bir adamdı babam. Her şey yok oldu. Oturduğum iskemle, duvar kâğıdı, duvarlar, tüm düşüncelerim. Güneşi örten karanlıktı o, içindeki hiddet her şeyin tamamen yok olmasına neden oluyordu. Kulak, burun ve ağızdan ibaretti, yüzüne bakamıyordum, hiddetten kızarmıştı yüzü. 

"Peki, Henry. Banyoya." Banyoya girdim ve arkamdan kapıyı kapattı. Duvarlar beyazdı. Bir banyo aynası ve çerçevesi kararmış bir pencere vardı banyoda. Babam uzanıp bir çengele asılı duran ustura kayışını aldı. İleride birçok kez tekrarlanacak dayaklarımın ilkini yemek üzereydim ve her seferinde dayağı nedensiz yediğimi düşünecektim.

"Peki, indir indir pantolonunu." Pantolonumu indirdim. "Şortunu indir." İndirdim ve vurdu, kayışla. İlk darbede fazla acı hissetmedim ama sarsılmıştım. İkincisi daha çok yakmıştı canımı. Her darbeyle biraz daha fazla yanıyordu canım. Önce duvarların, tuvaletin ve küvetin bilincindeydim. Daha sonra hiçbir şey göremez oldum. Kayışı indirirken bir yandan da azarlıyordu beni ama sözlerini anlayamıyordum. Güllerini düşündüm, bahçede nasıl gül yetiştirdiğini... Garajda duran arabasını düşündüm. Bağırmamaya çalıştım. Bağırırsam dururdu belki ama bunu ve bağırmamı istediğini bilmek engelliyordu bağırmamı. Sessiz kalırken yaşlar akıyordu gözlerimden. Bir süre sonra bir girdaba dönüştü her şey, karmakarışık oldu. Orada sonsuza dek kalma olasılığının dışında hiçbir şey kalmamıştı.
 
Nihayet aniden harekete geçen bir şey gibi hıçkırmaya başladım, yüzümden akan tuzlu sıvıyı yutarak. Babam durdu. Orada değildi artık. Küçük pencerenin ve aynanın bilincine vardım tekrar. Çengelden uzun, kahverengi ve kıvrılmış ustura kayışı sarkıyordu. Eğilip pantolonumu ve şortumu yukarı çekemediğim için, elbiselerim ayaklarıma dolanarak tuhaf bir şekilde kapıya yürüdüm. Banyonun kapısını açtım. Annem holde duruyordu.

"Doğru değildi yaptığı," dedim anneme, "neden bana yardım etmedin?"
"Baba her zaman haklıdır," dedi.

Sonra uzaklaştı. Pantolonumu ayaklarımda sürüyerek yatak odama yürüyüp, yatağın kenarına oturdum. Şilte canımı yakıyordu. Tel kapıdan bakınca babamın güllerinin büyümekte olduklarını fark ettim. Sarı, kırmızı, beyaz güller iri ve dolgun. Güneş almamış ama henüz batmamıştı, günün son ışığı pencereden içeri sızıyordu. Güneşin bile babama ait olduğunu, onun evinin üstüne parladığı için benim güneşe hakkım olmadığını hissediyordum. Güllerinden farksızdım, ona ait olan bir şeydim. (Charles Bukowski – Ekmek Arası) 

***

Oysa birçoğumuz diş ağrısına bile dayanamazken, ne çok ölüyoruz be Ahmet! Nasıl dayanıyoruz bıçak izlerine ve kurşun yaralarına? Cesedi ortada; öldürüldüğüyle kalıyor insan ve yemin ederim kanıma en çok bu dokunuyor.
 
Şimdi fırsatını bulsalar; katiline vermedikleri cezayı eşcinsellere verip hislerimiz üzerinden düelloya tutuşacaklar.
Sakın yanmasın gözlerin ağlamaktan, bir hal çaresi bulunacak elbet. Bu dava böyle ortada kalır mı hiç? Beş yıl beklediysek bir beş yüz yıl daha bekleriz.
 
Biz yorulmadık yıllarca adliyeye gidip gelmekten, sen de yorulma… Bize güç veren o güzel gülümseyişin de olmasa nasıl dayanırdık bunca yokluğa bilmiyorum. Ben hiç katılamadım duruşmalarına, hep ekmek parası derdine düştüm. Sen de biliyorsun be Ahmet! Bir külah dondurmayı bile bizlere çok gören bir toplumda her şey pahalı, insanlığını satmama pahasına yaşıyor insan. 
 
Öz baban çocukluğunu onca izlemişken sırf âşık oldun diye bedenini vurup kaçtı. İnanabiliyor musun? Sözüm ona, onu halen arıyorlar. Kırmızı bülten de güme gitti. Yazılı basından takip ettim ve ertelenen tarihlere ağladım hep. Kim bilir kaç tarih daha göreceğiz seninle? Kim bilir kaç kez uyanıp uyanacağız? Kaç yaz mevsimini erteleyecek, kaç kışta üşüyeceğiz? İbrahim mezarının başında kaç mevsimi daha uğurlayacak?
 
Ama söz yaşlanana kadar değil! Bir gün hepimizin rüyasına girecek o umut dolu bakışın, ölüm korkusuyla yaşadığın günlerden birinde, 15 Temmuz’da, Üsküdar’da oturup dondurma yiyeceğiz seninle. Bitiremediğin üniversitenin önünden defalarca geçip durduğumu ama seni bulamadığımı anlatacağım sana. Roşin, geçecek cümlelerimin yükleme varan yerlerinde… “O nasıl?” diye soracağım. Yine boynunu sağa doğru büküp “Annesine kırılmış” diyeceksin.“Ben nasıl babama kırıldıysam öyle…”
 
Göğsündeki üç kurşunu çıkarmaya çalışırken kararmış parmaklarını göstereceksin. Beş kurşun için verdiğimiz beş yıllık mücadeleden bahsedeceğiz sana. Parmaklarına bakmaya utanarak... 

***
 
ve son:

..."Yürü dedi babam ve banyoya girdim. Kayışı askıdan aldı. "Pantolonunu ve şortunu çıkar," dedi. Çıkarmadım. Uzanıp kemerimi çözdü, pantolonumun düğmelerini açtı ve indirdi. Şortumu da indirdi. Kayışı patlattı. Değişen bir şey yoktu, aynı ses, aynı acı. "Anneni öldüreceksin sen!" diye bağırdı. Tekrar vurdu. Gözyaşı yoktu bu kez ama. Gözlerim tuhaf bir şekilde kuruydu. Onu öldürmeyi düşündüm. Onu öldürmenin bir yolu olmalıydı. Birkaç yıl sonra yumruklarımla yapabilecektim bunu ama o anda istiyordum onu öldürmeyi. Bir hiçti. Beni evlat edinmiş olmalıydılar. Tekrar vurdu. Acıyı yine duyuyordum ama korkum gitmişti. Tekrar indirdi kayışı. Oda bulanmıyordu artık. Her şeyi çok net görebiliyordum.
 
Babam bendeki değişikliği hissetmiş olmalıydı, daha kuvvetli vurmaya başladı ama o vurdukça daha az hissediyordum. Zavallı bir konumda olan oydu sanki. Bir şey olmuştu, bir şey değişmişti. Babam durdu, soluk soluğaydı. Kayışı astığını duydum. Kapıya yürüdü. Döndüm. "Hey," dedim. Babam dönüp bana baktı. "Kendini daha iyi hissedeceksen birkaç tane daha vur," dedim ona. "Benimle sakın böyle konuşma!" dedi. Ona baktım. Çene altı ve boynu etlenmişti. Hüzünlü çizgiler gördüm yüzünde. Yorgun, pembe bir macundu yüzü. Üstünde fanilası vardı, göbeği fanilasını buruşturuyordu. Gözlerinde hiddet yoktu artık. Yüzünü benden kaçırıyor, gözlerime bakamıyordu. Bir şey olmuştu. İki havlu da biliyordu bunu, duş perdesi biliyordu, ayna biliyordu, küvet biliyordu, tuvalet biliyordu. Babam dönüp banyodan çıktı. O da biliyordu. Son dayağımı yemiştim ondan. (Charles Bukowski – Ekmek Arası) 

Etiketler:
İstihdam