11/08/2012 | Yazar: Ali Erol

‘Kaos GL – Türkiye’de Eşcinsellik Yazını ve Örgütlenmesi’ başlıklı söyleşi, arşivlerde 9 sayı ile yerini almış olan, İki Aylık Kültür Dergisi Siyahî’nin Eylül-Ekim 2005 tarihli, 5. Sayısında, ‘Queer’ dosyasında yayınlandı.

Erden Kosova ile Siyahî Dergisi için yedi yıl önce söyleşmiştik.
 
“Kaos GL – Türkiye’de Eşcinsellik Yazını ve Örgütlenmesi” başlıklı söyleşi, arşivlerde 9 sayı ile yerini almış olan, İki Aylık Kültür Dergisi Siyahî’nin Eylül-Ekim 2005 tarihli, 5. Sayısında, “Queer” dosyasında yayınlandı.
 
Erden Kosova: Ali Erol, geriye dönüp bakıldığında yoğunluğu ve sürekliliğiyle göze çarpan bir performans sergilediğini görüyoruz Kaos GL dergisinin. Bunun yanında sosyal bir hareketlenmeye doğrudan karşılık veren bir yayın projesi olduğunu da söyleyebiliriz sanırım. Türkiye’deki siyasi tansiyonun oldukça yüksek olduğu 1994’de çıkarmaya başladınız dergiyi. Nasıl bir ortam, gereksinim, nasıl bir söz arayışı vardı bu başlangıcın arkasında? Ne türde açılımlar sağlandı?
 
Ali Erol: Doğrusu derginin çıkış tarihinin Eylül 1994 olmasının o zamanki Türkiye’nin sosyal ve tarihi panoramasıyla doğrudan alâkası yoktu. Öncelikli olarak dergiyi çıkaran insanların maddi, ekonomik koşullarıyla ilgili bir durumdu bu. İkinci olarak, seksenlerin ikinci yarısı ve takip eden dönem itibariyle bazı genel, küresel gelişmelere denk gelmişti bu başlangıç. Kabaca özetlersek, 1968’de Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da başlayarak diğer coğrafyalara yayılan ‘dünya devrimi’ girişimi ve buna bağlı özgürlükçü rüzgârın Türkiye’ye yansıması seksenli yılların ikinci yarısında gerçekleşiyor. Reel sosyalizm, Kuzey Avrupa’daki sosyal demokrasi ve Anglo-Amerikan dünyadaki liberalizm söylemleri insanların özgürlük taleplerine yeterli yanıtı veremiyor. Ve bu noktada ortaya çıkmış olan yeni toplumsal hareketler Türkiye’ye gecikmeli olarak yansıyor: örneğin, kadın özgürlüğüne koşut feminist arayışlar; çevrecilik ilgisinden ekolojik devrimci bir perspektife kadar uzanan yelpaze; ordunun sürekli olarak kutsandığı bir ülkede gelişen militarizm eleştirisi; eşcinsel özgürlüğüne dair mücadeleler ve diğerleri… Toplumdaki muhalif örgütlenmelerin üzerine balyoz gibi inen 12 Eylül sürecinde merkezi iktidarın fethedilmesini hedefleyen muhalif örgütler toplumsal meşruiyetlerini ve inandırıcılıklarını da yitirmekteydiler. Bu fetih perspektifinin kanatlarının altında tutulan, ona tabi olan, sesini fazla çıkaramayan, ana-organizmanın dışına çıkmasına izin verilmeyen farklı özgürlük arayışları tam da bu dönemde maddi temel bulabildi. İlk olarak kadın hareketinden bahsedilebilir. Kadınlar, ilk defa kadın olarak kendi seslerini ve sözlerini bu dönemde, bağımsız bir feminist söylem üzerinden dillendirebildiler. Eşcinseller olarak bizim söz söylemeye başlamamız buna paralel olarak gelişti ama feminizm dolayımıyla olmadı bu. Türkiye, İstanbul, Beyoğlu, Taksim, İstiklal Caddesi şeklinde çizgisel bir indirgemeye gittiğimizde herkes mekânsal ve sosyal koşulların dayatmasıyla birbiriyle karşılaşmak, temas etmek zorunda kaldı. Transseksüel ile en ortodoks solcu; feministler ile “kadın hakları neymiş hepimiz sonuçta insanız” diyenler; ‘homoseksüeller’ ile maçolar yan yana gelmek zorunda kaldılar. “İstiklal’de olur böyle şeyler”... Birlikte özgürleşme perspektifiyle, iradi biçimde kurulan bir temas değildi bu.
 
Biz doksanların başında ortaya çıkan insanlar olarak, toplumsal cinsiyetin [gender], kadınlık ve erkeklik kategorilerinin ezeli ve ebedi olmadığını, bunların toplumsal ve kültürel olarak kurulan şeyler olduklarını, haliyle değişen ve dönüşen süreçler olduğunu ve ilerde de dönüştürülebileceklerini feminizmden öğrendik. Fakat, bu kadar radikal bir sürece girebildiği halde o dönemdeki feminist oluşumlar heteroseksüellik konusunda benzer bir radikalliğe cesaret edemedi. Bu yüzden, Türkiye’deki feminizm başlangıç dönemi itibariyle olumlamayı bizim açımızdan o kadar da haketmiyor. Bağımsız bir hareket gelişiminin maddi, manevi temelini oluşturabildiklerinde feministler erkek egemen söylemden tümüyle ayrıştıramadılar kendilerini. Erkek egemen ideolojinin kurucu unsurlarından ‘zorunlu heteroseksüelliği’ sorgulamaya girişmediler. Bunu yapmadıkları gibi, teorik olarak da aslında Batı’daki pek çok yaklaşımın gerisine düştüler. Kadınların kurtuluş hareketini kapitalist sistemi aşan, yeni bir toplum perspektifi getiren bir dinamik olarak tanımlarken, eşcinsel kurtuluş hareketini bir ‘özgürlük hareketi’ olarak nitelendirmekle yetindiler. Sistemi sarsma kapasitesi eşcinsel harekete “bahşedilmiyordu” nedense. O dönemki feministlere göre, eşcinseller özgürlüklerini verili kapitalist sistem içinde kalarak da edinebilirlerdi. Yan yana durduğun insandan böyle bir şey duyduğunda ‘insaf’ diyorsun. Eşcinselliği burjuva toplumunun ve kapitalizmin artığı olarak değerlendiren Sovyetler ve Çin modelini takip etmiş politik çizgilerden ne farkı var bunun? Eşcinsel hareketin Batı’da liberal politikalara paralel, sisteme entegre bir kanadı olduğu doğru; ama bununla birlikte, insanlığın belki de en son aşacağı, yüzleşeceği bir tabunun, zorunlu heteroseksüelliğin sarsılabileceği düşüncesi ancak son dönemde gey ve lezbiyenlerin kendilerini göstermeleriyle yerleşiklik kazanabildi –feminizme bağlı açılımlar sayesinde gerçekleşmedi bu. Türkiye’deki kadın kurtuluş hareketini de sınırlayan bir eksiklikti bu durum.  
 
Türkiye’de eşcinsel hareket kendini feminizm ile çatışarak mı ortaya koydu demek istiyorsun? Bunun somut örnekleri var mı?
 
Hayır doğrudan bir çatışma olmadı. Ama tam da bu noktada Kaos GL’nin özgül yanının altını çizebiliriz. Biz Batı’daki gey ve lezbiyen arkadaşlarımızın düştüğü hatalara düşmeyelim endişesiyle yola çıkmıştık… Seksizm eleştirisi artık neredeyse herkesin üzerinde ortaklaştığı bir konuydu. Ama bizim altını çizmek istediğimiz şuydu: sadece seksist değil, aynı zamanda heteroseksist bir toplumda yaşıyoruz; ve mevcut sistemde kadınlık ve erkeklik kurulumu zorunlu heteroseksüellik zemininde yükseliyor. Bunu yaptığımızda kadın hareketleri, feminizm ve diğer siyasal guruplara dahil insanlar kendilerini sorgulamak, özgürlük açılımlarında eksik kalan bir şey olduğunu kabul etmek durumda kaldılar.
 
Bu hatırlatmayı eşcinsel hareket dahilindeki başka oluşumlar gerçekleştirememiş miydi? Kaos GL’nin özgüllüğü neydi burada?
 
Bizden önce bireysel söz almaların dışında Radikal Demokrat Parti girişiminden bahsedebiliriz. Çevrecileri, ateistleri, eşcinselleri ve başka kesimleri kapsamaya çalışmıştı bu girişim. O dönemin sol liberal kesimleri tarafından ‘allı, yeşilli, morlu geliyorlar’ biçiminde abartılı bir atıfla karşılanmıştı. Ama gördük ki, allı, yeşilli, morlu gelen birileri olmadı –parladı ve söndü. Kaos GL’nin burada özgüllüğüne geri dönersek; derginin faaliyete geçtiği dönemde biz, siz, onlar gibi ayrı ayrı gruplar, toplumsal kesimler olarak adlandırılıyordu ve bunların aralarında sözel bir diyalog varmış gibi görünüyordu, fakat bu söz gerçek yaşamda bir karşılık bulamıyordu. Altını çizmeye giriştiğimiz şey şu oldu: insanın olduğu her yerde, toplumun her kesiminde eşcinsel var; dolayısıyla eşcinseller sizin insan yerine koymanız gereken, haklarının savunulmasında dayanışmanız gereken insanlar olmanın ötesinde, bizzat sizin içinde olduğunuz topluluğu oluşturan insanlar… Burada yapmanız gereken dönüp kendi ait olduğunuz gruplara bakmanız ve bu ortamları paylaşan eşcinsellerin kendilerini ortaya koyabilmelerini kolaylaştırmak olmalı. Homofobi ve zorunlu heteroseksüellik gibi olgular ancak bu şekilde ortaya çıkarılabilir.
 
Kaos GL’nin kendini tanımlamaya başladığı anda aynı zamanda sert ve belirgin pozisyona konumlandığını da görüyoruz. Kaos sözcüğünün içerdiği göndermeler, size içeriden ya da dışarıdan ‘anarşist’ ya da aşağılama amacıyla ‘terorist’ sıfatlarının atfedilmesi de bununla alâkalı. Derginin çıkış aşamasındaki siyasal konumu nasıl tanımlarsın?
 
Evet gerçekten böyle bir konumdan bahsedebiliriz. Ama bu konumun bu kadar dikkat çekmiş olması ve -abartmış olmam herhalde- şok etkisi yaratmış olması, derginin içindeki insanların sosyal, kültürel, ekonomik konumuyla da ilişkiliydi. Bizden önce, dönem dönem ortaya çıkan ‘sözcüler’e rastlanıyordu ya da senden, benden uzakta doğrudan transseksüellerle ilişkilendiren, hayat alanları belirli bir lokallik ve kapatılmışlık ile sınırlı bir kesim vardı. Dostlar alışverişte görsün türünde toplantılardan sonra herkesin kendi köşesine geri çekildiği ortamlar vardı. Ama gey ve lezbiyenlerin kendilerini ortaya koymaları ve insanların onlarla diyaloğa girmiş olmaları sonucunda bu türden oluşumlar geri dönülmez, radikal bir kopuş yaşadılar. Şöyle bir şey kabul edildi: sen nereye gidersen git, gey ve lezbiyenlerle karşılaşacaksın artık –okulunda, ofisinde, işyerinde, gazetende, örgütünde… Bu fiziksel aşamanın yanında, Kaos GL ve Lambdaistanbul ile birlikte, doğrudan hayatın içinden genç gey ve lezbiyenler kendi kimlikleriyle ortaya çıktılar. Kaos GL ve Lambda öncesi de bizim tarihimizdir ama bizden önceki dönemde gey ve lezbiyenlerin kendi adlarına söz alma konusunda bir açılım yaratamamış olduklarını söylemem lâzım. ‘Onlar da insan’ gibi bir slogana ya da dönemsel sözcülere başvurmakla yetiniliyordu.
 
Sözcü olmanın ya da bunu talep etmenin getirdiği farklı bir siyasal konumsallaşma da var orada tabii. Kaos GL sözcü olmamak gibi bir prensiple mi yola çıkmıştı?
 
Kaos GL’nin dönem dönem, politika üretmesi ve hayata acilen müdahale etme çabaları neticesinde, biz de kimi zaman ‘öncü’ olarak tanımlandık. Ama Kaos GL’nin pratiği öncülüğün ve sözcülüğün reddi üzerine de kuruluydu aslında. Bunu sadece bizim özgürlükçü politikalardan kuramsal anlamda etkilenmemizle bağlantılandırmamak lâzım. Hayatın içinden gelen konumlarımızla da ilişkiliydi bu. Bizatihi kendimiz eşcinseliz, diyorduk; dolayısıyla, bu bizim varoluşumuzun bir parçası ve bu yanımızı toplum içinde özgürlükçü biçimde dönüştürme sürecine girdiğimizi söylüyorduk. Ama kimseyi kurtarma, kimse adına mücadele etme talebimiz olmadı. Bu dönüştürme sürecini eşcinsel olsun olmasın başka insanlarla paylaşabilmek için herkesin kendi yaşamı üzerinden birbirine paralel olarak yola çıkması gerektiğini biliyorduk. Bazen rant aracı olarak kullanılabilen ‘aktivist’ sözcüğünü biz hiç kullanmadık, örneğin. Sen, ben aktivistiz ve bizim eylemlerimizle başka eşcinsellerin yaşamları daha kolaylaşacak –yok böyle bir şey. Sürece katılmadığın sürece özgürleşemeyeceksin.
 
Demin bahsettiğim tanımlar hakkında ne dersin?
 
Radikalliği ve anarşizanlığı sözlük anlamlarıyla düşünürsek evet bu sıfatların doğru olduğunu söyleyebiliriz. Ama anarşist, terorist, radikal gibi, kimi zaman ithamda bulunulan tanımlar yanında, camiaya özgü popüler söylem içinde, ‘partner bulamayan çirkin gey ve lezbiyenler’ olarak da tanımlandık. Bu sıfatların hiç biri bizi tanımlamıyor aslında. Tam tersine, ithamda bulunan insanların kendi bulundukları yer hakkında ipucu veriyor. Bu sıfatların işaret ettiği ne gibi şeylerden kurtulmak istiyorlar ki, bizim üzerimize atmaya çalışıyorlar? Aslında şunu demek istemişlerdi: nerden çıktı bunlar, kim bunlar? Hem politik anlamda, hem coğrafi anlamda. Eşcinsellik konusunda bir şey olacaksa bu İstanbul’da olur gibi bir düşünce vardı. Ankara’daki bu çocuklar da nerden çıktı, bu ne cüret, bu ne inat, diye soruldu sonuçta.
 
Başlangıçtaki şok etkisinden bahsetmiştin. Bu etkiyi güçlendirecek ne gibi şeyler kullandınız? Derginin görselliği, dili ve biçimi konusunda o radikalliği işleten şeyler nelerdi?
 
Bizim ortaya çıkmamız hem fiili anlamda, hem de aklımız erdiğince teorik anlamda, halihazırdaki ‘sahte bütün’ün parçalanmasına yönelik bir girişimdi. Merkezi örgütlenme ve iktidarın ortadan kaldırılması değil bahsettiğim. Merkezi örgütlenmenin ‘sahte bütün’ün yeniden üretilmesinde ana unsur olduğunun zaten farkındayız hepimiz. ‘Sahte bütün’ seksen yıllık cumhuriyet süreciyle, seçkinler tarafından yukarıdan oluşturulan bir şey. Bildiğimiz hikâye: marjdaki %1’i atarsın, geriye kalan %99 ‘sahte bütün’ü tanımlar. Ama bu kurgusal bütünün mayasının tutmadığını da söyleyebiliriz. Eşcinseller gibi pek çok kesim de bu sahte bütünün haricinde bırakılmıştı. Biz sıradan eşcinselleriz; işçi, memur, öğrenciyiz; köyden gelenimiz var metropolden gelenimiz var; biz bildik bileli burada yaşıyoruz. Erbakan’dan Perinçek’e kadar bir sürü isim homoseksüelliğin Batı’dan ithal edildiğini söyler durur; oysaki modern Batı’dan ithal edilen şey homofobi… Buradaki sosyal yapının yüzünü Batı’ya döndüğü dönem, eşcinselliğin Batı’da mahkûm edildiği döneme denk geliyor. Modernizm ile birlikte ikiliklerin kurulması, kadın-erkeğin ezeli ve ebedi, değişmez, dönüşmez kategoriler olarak tanımlanması, bunun üzerinden aile kurumunun tanımlanması, eşcinselliğin patalojikleştirilmesi ve kriminalize edilmesi doğrudan birebir ithal edildi Batı’dan. Bu söylem içinde eşcinsellere yer yoktu. Konu bürokrasinin içinde şantaj malzemesine dönüşmüştü. Bürokrasinin dışında telaffuz edilmemesine ve kamusal alanın dışına itilmesine dikkat edildi. Eşcinsellik konusu ‘mahallenin ibnesi’ figürüne ve birkaç hamam deneyimi değinisine sıkıştırıldı. Sol içinde de durum böyleydi. Sovyetler ve Çin’den yapılan ideolojik aktarımlar zaten eşcinselliği burjuva sapkınlığı ve devrimden sonra rehabilite edilecek bir hastalık olarak görüyordu. Bunun yanında 1994’te İHD’ye gittiğimizde, “ya memlekette bu kadar yakıcı ve birincil mesele varken, senin zevk-ü sefanla mı uğraşacağız!” yanıtını da alabiliyorduk. Ama herkesi Türk, Müslüman, Sünni, heteroseksüel olarak tanımlayan ‘sahte bütün’, seksenlerin ikinci yarısında Kürt hareketinin yükselmesiyle birlikte çatırdamaya başlamıştı. Kadın ve eşcinsel hareketlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte toplumsal alanın yeniden tartışıldığı bir aşamaya girildi. Sol içinde SSCB’yi Troçkizm üzerinden eleştiregelen kesimlerin homofobiyi sorgulamaya başladıkları görüldü –doğrudan yaşanmışlıklarla değil, çeviriler aracılığıyla da gerçekleşmiş olsa.
 
Kaos GL’nin ‘sahte bütün’ü bozmaya yönelik stratejileri ne oldu?
 
Her şeyden önce, dergi çevresindeki insanların fiziki varlığı bile bir tehdit unsuruydu diyebiliriz. Çünkü heteroseksüel bloğun kullandığı kalıplara uymuyordu bu insanların varlığı. Kent yoksulu ailelerin çocukları, kırsaldan gelen insanlar, işçiler, memurlar, öğrenciler bu bloğu şaşırttı. Bir sanayi işçisi ve bir profesör de bu grupta yan yana gelebilir demiştik ve yan yana geldiler zaten. Tek biçimli bir eşcinsel tipolojisinin olmadığını gösterdi Kaos GL süreci. Etnik, kültürel formasyonun, sosyal aidiyetlerin, arzu nesnelerinin, cinsel pratiklerin farklı olabileceği bir süreci yarattık. Dergide, Kaos GL’ye küfreden yazılar bile yayınlandı. Hep bizim adımıza birileri konuşmuştu: sözcüler, akademisyenler, uzmanlar, devlet… Kaos GL ile ilk defa eşcinsellerin doğrudan kendi hayatlarına dair söz söyleyebileceği bir zemin oluştu. Kaos GL ‘şanlıyor’ demiştik. Yirmi, otuz kişinin katıldığı toplantılarımıza basılı ilk sayımızı getirdiğimizde, insanlar içeriğinden ya da biçiminden ziyade böyle bir yayının çıkabilmiş olmasına şaşırmışlardı öncelikle. “Bu memleketten bir şey çıkmaz, böyle gelmiş böyle gider” türünden özgüven eksikliği sarsılmış oldu böylece. Basında eşcinselliği konu alan haberler daha çok edebiyat, sanat, kültür alanlarında belirirdi. Ama Kaos GL’de kültürel ürünlerin yanında, bir eşcinselin parkta yaşadığı cinsel deneyimlere, pornografi dışında kalan temastan bahseden yazılara, daha farklı pek çok şeye yer verildi.
 
Pornografi dedin. Uzak durmaya çalıştığınız ifadeler, türler, tavırlar oldu mu hiç?
 
Derginin 1999’da kayıtlı hale gelmesine kadar, hiç bir şeyi dışarıda bırakmadık. Bugün örneğin pek çok eşcinsel kendini ‘ayı’ kategorisiyle ifade ediyor. Ama bu insanlar ayı [bear] kelimesinin b’sinden haberdar değilken, biz öpüşen kıllı, bıyıklı, sakallı erkeklerin resimlerini dergiye koyabiliyorduk. İki bedenin her türlü temas ve ilişkilenme tarzına yer açıyorduk.
 
Kaçırdığımız olanakların, ketlediğimiz farklı açılımların olduğunu da düşünüyorum. Pek çok insan tahakküm kelimesini, hayatlarında ilk defa Kaos GL toplantılarında duymuştu. Tahakküme, hiyerarşiye, iktidara karşı mücadeleyle özgürlükçü bir kültür yaratma sürecinde, bunların ilişkilerimizde yeniden üretilmesine karşı duracağız diye, bir nevi eşcinselliğin antropolojisi bağlamında ele alınabilecek ve gün ışığına çıkartılabilecek bazı bilgi ve tecrübeleri, efendi-köle ilişikisine karşı durmak ve iki insan arasındaki her türlü iktidar ilişkisine karşıyız diye dışlamayı tercih ettik.  Bugün suçluluk duygusu ile her şeye sürekli diken üstünde bakan sıradan bir eşcinsel de, okumuş akademisyen de, örneğin bir mekanda iki erkek arasında kurulan ilişkilenme tarzı ve ritüelleri kuruluşu ve akışı halinde ele almak ile söz konusu tarz ve ritüellerin içselleştirilmiş homofobiyle ve ahlâkî, politik eleştiri ve irdelemesini birbirine karıştırabiliyor.
 
‘Sahte bütün’ü bozmakta kullandığınız biçimsel araçları merak ediyorum. Başlangıçta fanzin estetiğine yakın olması derginin meselâ; veya imgeler üzerinde bir şok etkisi yaratması ve burjuva sterilliğinin dışına çıkması…
 
Heteroseksüel cinsellikten devşirilmiş pratiklere, aktarılmış anlayışlara karşı bir mücadele başlatmıştık. ‘Jenital emperyalizm’e hayır; vücudun her noktası boşalabilir, demiştik. Erkek eşcinselliğindeki cinselliğin sadece anüs ve penis meselesi olmadığını, fallus-merkezciliğin bize dayatılmış bir şey olduğunu göstermeye çalışmıştık. Kullandığımız fotoğraflar da bu konumu destekliyordu.
 
Derginin Ankara’daki ve Ankara dışındaki etkileri ne oldu? Bir yerelliğe hitap ettiği söylenebilir mi? Kaos GL ve Lambda arasındaki farkın Ankara ve İstanbul arasındaki ayrışmayla alâkalı olduğu söylenebilir mi?
 
Bu soruyu çok düşündük ve farklı biçimlerde ele almaya çalıştık ama belirgin bir şeye ulaşamadık. İdeoloji Zeki Müren’i ve Bülent Ersoy’u görür çünkü bu isimleri kendinin dışında, temas etmek zorunda kalmayacağı şekilde tanımlayabilir. Ama sıra yanı başındaki kişinin, kahvehanedeki arkadaşının, oğlunun, kızının, iş arkadaşının eşcinselliğine geldiğinde, bu yaklaşımın terk edildiğini görürüz. Daha önce söylediğim gibi, o zamanki popüler kültürün ve anaakım basının eşcinselliği Beyoğlu ile, İstiklâl ile özdeşleştirmesinde de benzer bir öteleme, sınırlandırma görüyoruz. Tam da bu noktada kendilerini Ankara’dan elle tutulur bir şeyle ortaya koyanların belirmesi irkiltti insanları. Aslında İstanbul’un merkez olma hali bizim dergimizin bir sene gecikmesine yol açmıştı. İstanbul’da zaten bir dergi çıkacak deniyordu bize.
 
Sözümüz, kararlılığımız ve inadımız ne kadar radikal olursa olsun, kendisini pazarlamayan, satmayan, mütevazı, ağırbaşlı bir profil çizdik. ‘Alemin akıllısı değiliz biz’ dediğimizde, Tayfun Gönül “o zaman neden sizden önce birisi yapmadı bunu” demişti. Şimdiye dek bu konuda fazla bir şey söyleme eğilimde olmadım. Ama Ankara’dan bu çıkışın ve devamlılığın maddi zemini neydi, diye soruyorsan, birden fazla belirleyenden bahsedebiliriz. Ankara’da geylerin gittiği mekânlar İstanbul’dakinden az. Bu yüzden, Ankara’da bir gey, eşcinsel olduğu için bir bardan atılmışsa, diğer geyler bundan haberdar olur. Bu türden kovulma olayları ve sonrasındaki tartışmalarımız bizde bir birikim yaratmıştı.
 
Daha organik bir birliktelik mi oluşmuştu yani Ankara’da?
 
Aslında o dönemde bir yalnızlıkla da karşılaştık. Evlerde yapılan sohbetler, ya da -adına toplantı denmese bile- sorun paylaşımı seanslarının ötesine geçebilir miyiz, diye düşünüyorduk. Konuş, konuş, konuş –bunun başı yok, sonu yok. Bu hayat bizimse, elimizden geldiğince bu hayata müdahale edelim, dedik. Somut adım arayışı sırasında kendi etrafımızdaki arkadaşlarımız tarafından bile yalnız bırakıldık. Mekân azlığından dolayı doğrudan temas, diyalog ve organik etkileşimler çok da düzdoğrusal gelişmedi doğrusu. İnsanlar cinselliklerini yaşayabilecek ve dillendirebilecekleri ortamların dışında, eşcinselliklerine dair hiç söz almamışlar –ister gaspa uğrasın, ister darpa uğrasın, ister aşağılansın, ister ayrımcılığa maruz kalsın, ister evinden kovulsun… Dolayısıyla Kaos GL’yi bir patlama olarak değil, uğursuz kısırdöngüye müdahale çabası olarak görebiliriz. Bu noktada Ankara’nın özgüllüğüne dair ipuçları arama çabası çok da anlamlı gelmiyor bana.
 
Derginin siyasal alana girmesine bakarsak, 1994 Haziran’ında Gey ve Lezbiyen Hakları Komisyonu kurmak amacıyla İHD Ankara şubesine gitmiştik –orada çok isteniyor değildik; yönetim değişikliğiyle birlikte kovulduk zaten. Bugünden geriye baktığımızda 2001’deki 1 Mayıs’a katılmamız bir dönüm noktası gibi görünüyor. Ama biz 1989-92 döneminde enformel sohbetlere ve 2001 öncesindeki 1 Mayıs’lara ve 8 Mart’lara da pankartlarımızla değil ama sloganlarımızla, bildirilerimizle katılıyorduk zaten. Doksanların başında Dil-Tarih’te yaptığımız sunumda solcu öğrenciler amfiyi tıklım tıklım doldurmuştu meselâ. Merak edip gelmişlerdi gerçekten.
 
Sol oluşumlarla ilişkiler nasıl gelişti bu dönemde?
 
Sol içindeki muhafazakârlar bugün 1 Mayıs’larda eşcinsellerle aynı meydanı paylaşıyorlarsa, aynı toplantı mekânında yan yana gelmek durumunda kalıyorlarsa, aslında bu onların politik dönüşümlerinden kaynaklanmıyor. Eşcinsel ve diğer hareketlerin seslerini çıkarmasıyla birlikte iktidarın fethine yönelik söylemlerin güç kaybetmesinden kaynaklanıyor. Oral Çalışlar’ın sorduğu soruya Öcalan “gerillada olmaz, hastalıktır, şudur, budur” diyor; o zamanlar iktidar sahibi olduğu için konuyu kapatabiliyor. Ama Kemal Burkay ise çok daha açık ve liberal yanıtlar verebiliyor Çalışlar’a. Bugün ise, İmralı süreciyle birlikte, toplumsal hayata açılım, gökkuşağı projesi, eşcinsel haklarının savunulması gibi şeyler duyuyoruz Öcalan’dan. İktidar yitiminin ardından gelebiliyor bunlar ancak. İktidarın şekillendiği ortamlarda eşcinsellere yer kalmıyor. Zapatistalar merkezi iktidarı fethetme perspektiflerini terkettikleri için, eşcinsellik konusunda komplekssiz davranabiliyorlar gocunmaksızın.
 
Sen şimdi sol içindeki merkezi iktidar talebinden bahsediyorsun ama merkezi iktidarı bizzat işgal eden 12 Eylül süreci de var. Seksenlerin sonlarına doğru Özalcı neo-liberal politikaların zemin kazanmasıyla birlikte aslında ordu kaynaklı merkezi iktidar konumu da sallanmaya başlıyor. Eleştirilecek birçok yanı var kuşkusuz ama kapitalin toplumsal alanda görece olarak serbestleştirdiği şeyler de oldu o dönemde.
 
Evet, bunu tersten komplolar oluşturmakta da kullananlar var; “siz aslında 12 Eylül’ün çocuklarısınız” diyenler var. Biz de bunu şöyle okuyabiliriz: “12 Eylül olmasaydı sen sesini nah çıkarırdın! Ben senin o kafanı ezmez miydim, bak!”. Bu yüzden o dönemde yeni oluşan sesleri liberalizmle özdeşleştirip eleştirmektense, sol içinde halen var olan iktidar fetişizmini deşifre etmeye uğraşmak lazım. Yetmişli yılların sonunda ve seksenlerin başında tüm hareketler birer birer yenilgiye uğradığı halde, eşcinsel özgürleşme hareketinin sönümlenmesi ve gay life üzerinden sisteme entegre edilmesinin neden özellikle altı çiziliyor?
 
Bu noktada, derginin 1994’deki çıkışındaki radikalliğe dönebiliriz. Aşağı yukarı aynı dönemde anarşist hareket içinde birden fazla dergi ve otonom projesi de şekillenmeye başlamıştı. Bu zamansal örtüşmenin yanında Kaos GL ve anarşist oluşumlar arasında nasıl bir ilişki bulabiliriz? Farklı ülkelerdeki anarşist geleneklerde, örneğin Yunanistan’daki oluşumda, senin demin bahsettiğin homofobik ve maço yaklaşımlara rastlanabiliyor. Ama Türkiye’deki anarşist gelişimin, belki tarihsel olarak gecikmeli biçimde gelişmesinin ve yeni toplumsal hareketlerle yan yana şekil kazanmasının sonucu olarak, eşcinsele harekete yakın durabildiğini görüyoruz. Homofobi eleştirisi özenli biçimde anarşist yayınlarda ve bildirilerde yer alıyor. En son Mehmet Tarhan ile dayanışma oluşumları içinde de yan yana gelmeler gözlendi.
 
Söylediklerine katılıyorum. Kendilerini anarşist hareket içinde gören ama sokağa egemen cinsiyetçi ‘fucker’ dilini yeniden üretmekte olan metal ya da punk altkültürlerine bağlı arkadaşlar bile eşcinsel anarşistlerle karşılaştıklarında, konuştuklarında hatalarını idrak edebiliyorlar. Ama salt anarşist olmak homofobiden otomatik olarak arınmak anlamına gelmiyor. Kaos GL olarak çok alıngan olmadık ve “sen nasıl anarşistsin” türünde sorulara yapıcı ve dönüştürücü biçimde yanıt vermeye çalıştık.
 
Bugün anarşist oluşumların kendi aralarındaki temasın en aza indiği söylenebilir. Ama o dönemi düşündüğümüzde köylüsünden kentlisine, Trakyalısından Akdenizlisine herkes birbirini bulmaya çalışıyordu zaten. Kim, nerede, ne yapıyor? Kiminle temas kurabilirim? Yoluma kiminle devam edebilirim? Herkesin sorduğu sorulardı bunlar. O günlerde bir arayış vardı, yanındakine bakmak vardı. Homofobiden tamamen sıyrılmamış bile olsa eşcinsellerle samimi olarak temasa girmek yönünde bir eğilim vardı anarşistler arasında, diğer politik oluşumlara kıyasla.
 
Bugün devam ediyor mu bu temas?
 
Koptu diyemem, ama zayıfladı. Herkes kendi alanına, lokalliğine çekildi gibi. Bu genel bir durum. Bunun ne kadarı maddi, dönemsel koşullarla ilgili, ne kadarı anarşist hattaki evrimle, iradi ayrışmayla ilgili? Temas yeniden canlanacak mı, yoksa herkes kendi alanında daha sağlam adımlarla ilerlemeyi mi tercih edecek? Bunu bilmiyorum.
 
Kaos GL’nin kendi içinde bir dönüşüm var mı? Neredeyse bir kuşak değişti. Başlangıçtaki anarşizan niteliğin zayıfladığı ve belirsizleştiği gibi bir gözlem var ortada. O dönemdeki çiğ estetiğin yerine şimdi daha oturaklı bir görünüm var dergide, örneğin.
 
Şu düzeltmeyi yapmak lazım. Kaos GL’yi anarşist bir grup değil, anarşist eşcinsellerin de olduğu bir grup olarak tanımlayageldik, daha en baştan. Başlangıçtaki haftalık toplantılarda hakikaten radikal fikir teatileri yaşanırdı. Aile kurumundan militarizme kadar pek çok konuda. Kurumsallaşmış ailenin bir foseptik çukuru olduğunu söylüyorduk. Ama bu saptama halihazırdaki aile yapısı üzerinde dönüştürücü bir etkiye sahip olabiliyor mu? “Zorunlu çalışmaya hayır!” gibi bir sözün fazla bir anlam ifade etmediğini düşünmeye başlıyorsun belli bir süre sonra. Radikal söz üretmenin dışında, hayata her noktasından nasıl müdahale edebiliriz sorusunu koyduk biz ortaya. Buna verilen yanıtlar farklı şekillenmiş olabilir. Anti-kapitalist bir perspektifle çalışma hayatını tahrip edeceksin sonra mümkünse tekrar kuracaksın -tamam. Ama diğer yandan örneğin, halihazırdaki cinsel yönelim ayrımcılığını eleştirmek, gey ve lezbiyen işçi ve memurların mevcut sendikal anlayışı kendi durdukları yerden sorgulamaları ve yeni müdahale kanalları yaratmaları mı radikallikten uzaklaşmak? Bunun radikallikten uzaklaşma olmadığını; tam tersine, hayata doğrudan müdahale tasası taşıdığını düşünüyorum. Şu anki sendika yapısı bırakın gey ve lezbiyen haklarını korumayı, kendi içlerinde gey ve lezbiyen olabileceğinin bile farkında değil. Biz yeni açılımlarla farklı alanlarda nasıl dönüşümler oluşturabiliriz, bunu soruyoruz.
 
Katılan insanlar arasında bir farklılaşma ya da çeşitlenme yaşandı mı?
 
Eskiden yerlisinden yabancısına, öğrencisinden profesörüne, işçisinden diplomatına pek çok eşcinsel belirli bir saatte Güven Park’ta yan yana gelebiliyordu. Biz de bundan yola çıkarak, toplumsal cinsiyeti sorgulayan, eşcinsel düşmanı olmayan, yaşı cinsiyeti ne olursa olsun herkese açığız, diyorduk. Ama herkes de gelmiyordu, gelmiyor. Kaos GL işçi, memur, öğrenci ağırlıklı bir grup olarak şekillendi. Sinemaya veya parka giden herkes gelmiyordu bize. İnternetin yaygınlaşması farklı sosyalleşme kanallarının ortaya çıkmasına yol açtı ve bu durum ayrışmaları keskinleştirdi. Bir dönem yüzlerce eşcinsel, bizim Ankara’da, Lambda’nın İstanbul’da düzenlediği pazar toplantılarında sosyalleştiler. Ama artık internet ve başka kanallar bu işlevi üstlendi. İnsanlar yine geliyorlar, ama farklı gerekçelerle geliyorlar. Sevgili ya da arkadaş bulmak için değil, eşcinsel mücadelenin bir ucundan tutma amacıyla geliyorlar artık.
 
Ayrışmaya koşut olarak, çeşitlenmeden de bahsedebiliriz sanırım: Kaos GL ve Lamda yanında Antalya ve İzmir’de bazı oluşumlar ortaya çıktı; Devrimci Eşcinseller adı altında bir grup oluştu, vs. Başlangıçta alan açıcı bir işlevi varken bugün Kaos GL farklı bir noktaya gelmiş durumda; çeşitlenmiş bir zemin üzerinde duruyor artık. Bu zemin üzerinde Kaos GL nasıl tanımlıyor ve konumlandırılabilir kendini?
 
Aslında kendini nasıl tanımladığını değil, dışarıdan nasıl görüldüğünü sormak gerekiyor…  Başlangıçtaki çağrımız gey, lezbiyen ve heteroseksizmi eleştiren herkese yönelikti. Sadece eşcinsellerden oluşan bir grup olmak değildi çıkış noktamız. Heteroseksüel insanlarla birlikte çalışmak ve özgürleşmekti amacımız. Heteroseksüel toplumsallaşma sorgulanmadan, farklı bir kanaldan özgürleşmek mümkün değildi. Biraz anarşist teoriden öğrendiğimiz bir yöntem bu; ama aynı zamanda teknik olarak da doğru. Başka nasıl olabilirdi ki? Biz, “eşcinsel gettolar değil, kentin tamamını istiyoruz”, diyorduk. Benzer şekilde, sadece homofobinin değil, heteroseksüel kimliklerin de kendi içlerinde sorgulanması gerektiğini düşünüyorduk. Kapalı bir cemaat olmamaya çalıştık. Bunun sonucunda geniş bir katılıma ulaşabildik. Düzenlediğimiz bir sempozyum örneğin akademik bir kapalı-devrelilikle değil, sosyal açılım peşindeki katılımcıları mücadeleye dahil eden bir şekilde gelişti. Teknik bir organizasyon başarısından ziyade on yıllık süreç içinde kurduğumuz ilişkilenmelerin sonucuydu bu.
 
Yani şunun altını çizmek lazım: Kaos GL hiç bir zaman monoblok bir yapıya sahip olmadı. Yeni Toplumsal Hareketler’in zaten merkezsiz, dalgalı ve esnek olduğu hatırlatılabilir burada tabii. Kaos GL süreci içinde anarşistinden ÖDP’lisine, DYP’lisinden politika lafını duyunca 500 metre geriye sıçrayanına kadar pek çok insan yan yana durabildi. Toplumsal dönüşüm perspektifi içinde yasal sistemin bizi tümüyle korumayacağının farkındaydık ama yasal mücadelenin toplumsal mücadeleyle paralel yürütülmesi gerektiğini düşünüyorduk. Bu on yıl önce de böyleydi, şimdi de böyle. On yıl önce kimi zaman karşılığı olmayan düşünceler üretebiliyorduk, şimdi daha fazla karşılık aramaya çalışıyoruz. Psikiyatri tarihi içinde eşcinsellere uygulanan zulüm ve işkenceye karşı salt anti-psikiyatrist bir perspektif aracılığıyla psikiyatri alanına müdahale etmek mümkün olmuyorsa, bu alandaki homofobi eleştirisini alanın içinden geliştirmeye çalışıyoruz. Psikolojik-Psikiyatrik Homofobiye Karşı Girişim adı altında bir oluşum ortaya çıkardık, örneğin. Bir yandan AIDS hastalığına yüklenen ideolojik yargıların deşifrasyonunu sürdürüyoruz, bir yandan cinsel sağlık konusunda çalışan diğer kurumlarla, kimi zaman da resmi kurumlarla birlikte, ne yapabiliriz sorusunu soruyoruz kendimize. Yani farklı kanallar aracılığıyla sürdürüyoruz bu mücadeleyi. Tek tek kanalları ele aldığınızda bazıları daha az radikal gelebilir. Ama başlangıçtaki radikal kalkışmadan bir şey yitirilmedi. Bunun altını çizmek isterim.
 
Kaos GL’nin dışarıdan alımlanmasından bahsediyorsun…
 
Evet, bakılan yere bağlı bu alımlamalar. Örneğin, Kürt özgürlük hareketiyle ilgili farklı yorumlar yapılabiliyor. Kimileri Kaos GL’nin bu hareketle yeterince ilgilenmediğini söylerken, kimileri de Kaos GL’yi “Kürtçü” olarak tanımlayabiliyor. Ülkedeki genel durum da Kaos GL’nin alımlanmasında belirleyici oluyor.
 
Tanımlanma, tanımlanamama gibi sözcükleri queer kavramı etrafındaki tartışmalara bağlayabiliriz şimdi. Cinsellik alanında norm-dışı her pratiği kucaklamaya girişen ve biçimsizlik ve belirsizlik tercihinin ürettiği manevra alanında yer alan queer teori üzerine konuşalım diyorum. Dediğin gibi Kaos GL’nin kendi içinde monolitik bir yapısı yok ve grup içinde queer kavramına dair farklı düşünceler var. Senin yaklaşımın ne bu konuda? Kaos GL adı içindeki G ve L harflerinin belirli kimliklere denk geldiği söylenebilir. Queer teorinin her türden sabit kimliği çözmeyi talep eden perspektifi sorunlu geliyor mu sana?
 
Kimlik ve kategorilerin sınırlayıcılığı konusunu on yıldır tartışıyoruz. Kimlik tartışmaları son bir iki sene içinde queer kavramıyla birlikte yeni bir seyir aldı. Bize şöyle denebilir tabii: “sen zaten G ve L’yi seçmişsin; pekiyi, ikinci bir cümleyi nasıl kuracaksın?” Öncelikle, heteroseksüel kurumsallaşma dışında kalan insanların dönemine göre ‘sapkın’, ‘hasta’, ‘suçlu’, ‘marjinal’ olarak damgalandığını hatırlamak lâzım. Bugüne bunlardan sadece “marjinal” sıfatının miras kaldığını görüyoruz. Bizim ilk kurduğumuz cümlelerden biri şuydu: “bizim sözümüzün toplumsal karşılığını kelle sayımızla ölçemezsin!” Yani biz “marjinal” değiliz. Batı’da eşcinsel hareketin toplumsal hayatta kendini var etmesi ve bu meşruiyet sürecine paralel yaşanan kurumsallaşma eğilimi sonucunda inkâr politikaları da olanaksız hale geldi. O aşamada yine bir isim koyma gereksinimi belirdi ve LGBT [lezbiyen, gey, biseksüel, transseksüel kelimelerinin ilk harfleri] gibi kısaltmalar üretildi. Heteroseksüel olmayanlarla, eğilimlerin kardeşliği ve yanyanalığı adına ya da heteroseksüel blok ile iletişimi kolaylaştırabilmek amacıyla bu kısaltmaları sahiplenebildiler. Bu ikinci pozisyon da sorunlu geliyor bana. Biz ne zaman kardeş olduk ki? Biz gerçekten yan yana mıyız? Varoluş birlikteliğini bırak, politik birlikteliği becerebildik mi? Sadece yan yana gelebilmek bizi dönüştürücü ve radikal kılmaya yetiyor mu? Bu sorular sorulmaz oldu aslında. LGBT gibi tanımlar şablon haline geldi, Türkiye’ye de doğrudan aktarıldı. Bu yüzden doğrudan sosyal hayatta gerçekleşmemiş bir birliktelik, karşılığı olmadan, varmış gibi davranıldı. Bizim kelime oyunlarına değil, içine hapsolduğumuz kimlikleri sorgulamaya ihtiyacımız var.
 
Şimdi queer teorisi çok kabaca özetlersem ne diyor: modernizm sürecinde oluşturulan ikiliklerin, özcü yaklaşımların reddiyesinden de öte aşılması mümkün ve bireyin özgürleşmesi için bu bir farz. Bu noktada anlaşıyoruz. Liberal feminizmin “erkeğin yaptığı her şeyi ben de yapabilirim” sloganına benzer biçimde, kurumsallaşan gey ve lezbiyen akımlar “heteroseksüelin yaptığı her şeyi ben de yapabilirim, ben de polis olabilirim, orduya katılabilirim, evlenebilirim” diyor. Çıkmaz bir sokak bu. Batı’da gerçekleşti bunlar. Ne oldu pekiyi sonra? Oluşan yeni gettolar neyi dışarıda bıraktı? Ekonomik, sosyal, kültürel olarak zaten dışlanmış olan eşcinselleri bir kenara itti; ‘tüm insanlar için cinsel özgürlük’ perspektifini dışarıda bıraktı; yani queer olanı dışarıda bıraktı. Queer kavramı, 1968 perspektifinin ‘gay life’a karşı kuşandığı yeni bir araç olarak ortaya çıktı. Neden eleştireyim ki o zaman bu kavramı –öper başıma koyarım. Ama şöyle bir sorun var gibi: Herkesin üzerindeki elbisesini çıkartmasının sadece tek yolu ve formülü olduğu gibi bir dayatma olmasın. Birbirimize getireceğimiz eleştiriler önceki şablonları tekrarlayabiliyor. Kaos GL’yi, pratiği üzerinden değil de ismi üzerinden eleştirmek çeviri züppeliği olacaktır gibi geliyor bana. Daha önce kimlik politikasına saplanabileceğimiz, “homoseksüelizm” üretebileceğimiz uyarısında bulunulurdu bize. Cinsiyetsiz toplumda herkes zaten biseksüel olacak deniyordu. Biz mi derdimizi anlatamadık, bilemiyorum. Bu noktada, “heteroseksüellerle birlikte özgürleşeceğiz” şeklindeki sözümüzün, ne anlama geldiğini bir kere daha düşünmek lazım. Türkiye’de queer kavramı üzerinden söz üreten birçok insan ve akademisyen, bizim queer teoriye daha baştan mesafeli ve olumsuz yaklaşacağımızı sanarak iletişim kurmamayı tercih edebiliyor. Eğer mesele kimliklerin aşılması ve kişilerin biricikliğinin vurgulanması ise, reddedilen kategorilere karşı yeni kategoriler üretmeye karşı gelmekse, Kaos GL bunu hep yapageldi bir biçimiyle. “Ne kadın, ne erkek, cinsiyetsiz toplum!” diye slogan atıyorduk 8 Mart ve 1 Mayıs gösterilerinde. Bunun da ötesinde queer kavramıyla ilgili ilk çeviriler yıllar önce, neredeyse tek başına bir cilt oluşturabilecek bir kapsamda, bizim dergimizde yer aldı. Queer deyince akan sular durmuyor sonuçta; bunun içinin nasıl doldurulabileceği önemli. 

Etiketler:
nefret