09/09/2012 | Yazar: Sarphan Uzunoğlu

Yeni medya ile ilgili yeni olan her şeyi otoriter mekanizmalarımızla eritirken, eleştirdiğimiz geleneksel medya / burjuva medyası ile eş bir politika güdüp alternatif alanımızı da aynı şekilde dizayn etmeye kalktık. Açık ve demokratik ‘yeni dünya’yı kabileler dünyasına çevirdik.

Yeni medya ile ilgili yeni olan her şeyi otoriter mekanizmalarımızla eritirken, eleştirdiğimiz geleneksel medya / burjuva medyası ile eş bir politika güdüp alternatif alanımızı da aynı şekilde dizayn etmeye kalktık. Açık ve demokratik “yeni dünya”yı kabileler dünyasına çevirdik.
 
Bölüm 1: “Muhalifler” Arası İletişim
 
Haysiyet kelimesine anlam yüklemenin “ahlakçı” karşılanabileceği bir ortamda yazı yazmak zorlaşıyor; ancak şu da bir gerçek ki, tarihsel mirasını ileri taşımak istiyorsa toplumların ve devrimci hareketlerin öyle ya da böyle haysiyetlerini koruyacak siyasal bir istikrar, söylemsel bir tutarlılık göstermeleri şart. Aksi halde sağcı eğilimler gösteren bir siyasal perspektifin ve dahi popülizmin sığ sularına düşeceğimiz ortada. Peki ya haysiyeti ve stratejik iletişimi nerede arayacağız?
 
Son birkaç haftanın gelişmelerini Yalçın Yusufoğlu ve İsmail Beşikçi hocalar yazılarında gayet iyi anlattılar; benim bu algıya yapmak istediğim katkı ise mevcut ortamda kimin “ne dediği” ve kimin kimle masaya oturmaya çalıştığına dair bir veriyi 12 Haziran Genel Seçimleri’nden yola çıkarak ele almamız şart. 12 Haziran’da AKP’nin aldığı oy oranı %49.89 ve çıkardığı vekil sayısı 326 iken, CHP’nin %25.91 ile 135, MHP’nin %12.99 ile 53, Blok adaylarının ise %5.9 ise 36 sandalyesi oldu. Sandalye dağılımı dışı bir açıdan bakıldığında Türkiye’de %20’ye yakın bir kitle yine oy kullanmadı ya da kullanamadı.
 
Sistemin temel çarpıklıkları, seçim sisteminin antidemokratikliği, partiler kanunundaki hantallık gibi detaylar ışığında zaten “mevcut siyasal durum”un demokratik bir seçim için uygun olmadığı ortada. Dahası, konu Kürt Sorunu olduğunda toplumsal ve linç odaklı reflekslerin ne kadar hızlı ve derinlikli biçimde harekete geçtiğini en iyi tecrübe edenler biz olduk. Gerek kolluk kuvvetlerinin, gerekse sivillerin saldırılarına hedef olan Türkler, Kürtler, Ermeniler olarak bizim Kürt meselesi konusunda “çözemeyeceğimiz” bir şey olduğunu düşünmek çok da akılcı değil. Her ne kadar Halkların Demokratik Kongresi projesi TKP, ÖDP ve Halk Evleri olmadan çok eksik olsa da birçok eylem etrafında birleşebilen bu siyasetlerin tabela dışı bir gerçeklikte buluştuğu ortada.
 
Bir sonraki yazıda bahsedeceğiz; ancak sağın aksine solun iç dinamikleri tarihsel bir derinlik taşıdığından ve tartışmalar ihale değil entelektüel yahut tecrübeye dayalı birikimler üstünden yürütüldüğünden ortaya oldukça farklı bir tablo ortaya çıkıyor; ancak garip bir biçimde AKP bugün tartışmasını “içeriye çekerek” sağı merkezinden daha sağına içinde toplarken coğrafyamızdaki sol, özgürlükçü ve devrimci siyasetler olarak tartışmayı dışarda yürütmeyi tercih ediyoruz.
 
Bunun iletişimsel olarak bir siyasetin gelebileceği son aşama olduğu ortada. Keza bu “ayrışma” aşamasını yaşamaya önem atfedebiliriz; ama hepimiz biliyoruz ki Türkiye’nin içinde kalacak ve Orta Doğu’yu okuyamayacak her siyaset sınırlıdır ve haber ağlarının genişliği gereği Kürdistan coğrafyasında örgütlü siyasal güce Türkiyelilerin ihtiyacı vardır. Tıpkı halkça sürdürdüğü mücadelede Kürt halkının sol inisiyatif aldığı noktalarda Türkiye solu ile dayanışma gösterdiğinde aldığı başarılardan çıkarabileceğimiz örnekler gibi. Siyaset artık bir “diplomasi” meselesi olmaktan çıkmış, sevgili hocamız Özgür Uçkan’ın “iletişim örgütlenmektir” sözcüğü asıl anlamına ulaşmış, siyasal anlamda iletişim ve tartışma biçimleri kadar tartışmanın yapıldığı mecranın McLuhan’vari bir deyişle mesajın ta kendisi olduğu (“Medium is the message”) ortaya çıkmıştır.
 
Örneğin bir yazarın Taraf’ta, Radikal’de, BirGün’de, Evrensel’de yahut Özgür Gündem’de yazıyor olması dahi kendisinin durduğu yeri tanımlamak bakımından bize yeterince kod verebilmekteyken sol tartışmanın zemini de her birinin tirajı ve kitlesi oldukça kısıtlı ve dahi fikirlerinde ısrarcı olan bu mecralara tıkılıp kaldı. Dahası bizi dışarıdan takip eden Mustafa Akyol gibi solcu düşmanı akbabalar da bizim tartışmalarımızdan “keyiflenip” yazdıkları yazıların üstüne sanıyorum keyif sigaraları yakmışlardır.
 
Peki ya ne oldu? Tartışmamızın boyutları her ne kadar 80 öncesinin örgütler arası ve sol içi şiddetine dönüşmediyse de Twitter ve Facebook gibi yeni medya aygıtları üstünden “hesaplaştık.” Bu hesaplaşmanın içerisinde hepimizin en az bir diğeri kadar payı var, üstelik sosyal medya orta ve üst sınıfların daha sık tercih ettiği bir alan olduğundan onun aldatıcılığına sık sık kanar olduk.
 
Öyle ki “attending list”i 100 bin’i bulan eylemlerimize 200 kişi bile toplayamamanın “yenilgisi” ve eylemle e-niyet dediğimiz bu tür “katılma-katılmama” durumlarının internetin eylemlilik ve değişim konusundaki iki yüzü olduğunun fikrine varmamız bile çok geç oldu. 50 yaşlarındaki akrabalarımızın x’i çok seven x milyon kişi bulabilirim girişimleriyle dalga geçerken Facebook sayfalarımızı mecra değil yarış aracı olarak kullandık. Elde ettiğimiz veriler üstüne konuşmayı zulüm gördük.
 
Bugün baktığımızda en büyük muhalif organizasyon diyebileceğimiz BDP’nin sosyal medya ekibi bile henüz “taze” denebilecek kadar yeni. Dahası, siyasetin en üst aşamasındakilerin twitter ve facebook hesaplarını kullanmaya başlamak için bile parti kararı bekliyor olmaları dünyayı ne kadar uzaktan izlediklerinin kanıtı. Ancak şu da bir gerçek ki, bizim internet üzerinde oynadığımız aktivizm oyunları da en az o kadar net bir biçimde solun sola propagandası halini almış durumda.
 
Kısacası yeni medya ile ilgili yeni olan her şeyi otoriter mekanizmalarımızla eritirken, eleştirdiğimiz geleneksel medya / burjuva medyası ile eş bir politika güdüp alternatif alanımızı da aynı şekilde dizayn etmeye kalktık. Açık ve demokratik “yeni dünya”yı kabileler dünyasına çevirdik.
 
Tipografi çağı “kabilelikten çıkış” çağı olarak adlandırılıyor iletişim bilimciler tarafından. Bizim çağımızsa “kabileye dönüş”. Daha büyük bir vizyon ve daha büyük bir etkileşim ağı için tipografi çağının tartışmacılığındaki idealizmi kabileye dönüş çağının nepotizm ve magazinciliğine en azından sol olarak bizim teslim etmememiz gerekiyor. STK’leri ve kolektif diğer örgütleri tamamen dışarı iten, özellikle LGBT ve kadın mücadelesini de dışarı iten bu düzen değişmeli. Aksi halde siyaset ile ihale arasındaki 5 farkı sayamayan sağcılarla asla mücadele edememe riski açıkça bizi bekliyor.
 
Sarphan Uzunoğlu, Kadir Has Üniversitesi Yeni Medya Asistanı

Etiketler:
nefret